Unutulmuş kelimelerde bu sefer, yalnızca unutulmuş bir kelimeyi değil ama aynı zamanda kaybolan bir tavrı ağırlıyoruz: nâzenîn.
Şemseddin Sami Bey üstadımız kelimeyi şöyle tanımlıyor:
"nâzenîn: 1. cilveli, nazlı, işve-kâr. 2. pek kıymetli olup nâz ve nimetle alıştırılmış, şımarık: nâzenînim. 3. [makâm-ı istihfâfta] maruf, âşinâ, ma'hûd: o nâzenînim de sallana sallana gelmiş. tarîk-ı nâzenîn = Bektâşi tarîkatı."
"Kenarın dilberi nazik de olsa nâzenîn olmaz" diye hoş bir sözümüz vardı. Taşranın her tarafa egemen olduğu günümüzde kenarın dilberlerinden uzak, nâzenîn bir yaşam sürmenizi dilerim...
Geçenlerde Abdülbaki Gölpınarlı'nın hazırladığı Şeyh Galip derlemesini karıştırıyordum. 1953 yılında Varlık Yayınları tarafından basılan kitapta rastladığım ve Şeyh Galip'in "kabına sığmaz" özelliğine mükemmel bir örnek teşkil eden şu hadiseyi okudum. Yalnızca okumakla kalmayıp, sizlerle de paylaşmak istedim.
(Aşağıdaki alıntı kitabın 12. sayfasındandır.)
Babası gibi Melâmî- Hamzevî neşesine sahip olan Şeyh Galip "din bakımından müsamahalı bir görüşe, inanç bakımından varlık birliği inancına, neşe bakımından da Ali'yi, öbür halifelerden üstün gören bir telâkkiye sahipti. Fakat onda bu meşrep, hiçbir vakit taassup derecesini bulamamıştı. Hattâ onun,
"İkrârımıza ser veririz ahde kavîyüz
Biz Şâh-ı Vilâyet kuluyuz hem Alevîyüz"
mütekerrir beytini muhtevi olan ve on iki imama aşırı bir sevgi, Yezid'e ve Ehl-i Beyt düşmanlarına taşkın bir düşmanlık duygusu belirten meşhur müseddesi, Şeyhin Şiî olduğu kanaatini uyandırmış, tekkeden Sünnîler uzaklaşmış, Galata mevlevihanesi, İranlılarla dolmuştu. Gitgide İranlıların irfan erbabından ziyade cahilleri tarafından dolup boşalan bu muhit, Şeyhi sıkmış, kendisi gibi tamamiyle Alevî bir meşrebe sahip bulunan ve yazısı da güzel olan Esrar Dede'ye, "Yâ Hazret-i Muâviye" levhası yazdırıp başucunda duran "Yâ Ali" levhasının yerine astırmıştı. Bunu gören Şiîler de ertesi hafta tekkeye uğramayınca Galip Dede, gördün mü Esrar demişti, bir şiir söyledik, Sünnîleri kaçırdık, bir levha yazdırdık, Şiîleri dağıttık, biz bize kaldık!"
![]() |
Mübariz savaşçı demektir. Fotoğraftaki kişi isminin hakkını veren Mübariz İbrahimov. |
(28 Ağustos Mustafa Kafalı'nın ölüm yıldönümüydü. Vefat ettiği vakit yayımladığım aşağıdaki yazıyı bu vesileyle paylaşmak istedim.)
Halen Türk kalmakta ısrarlı olan kamuoyunun malumu olduğu üzere, 28 Ağustos 2019 Çarşamba günü Prof. Dr. Mustafa Kafalı vefat etti.
Bu vefat, Türk tarihçiliği ve Türkçülük açısından ağır bir kayıp oldu. Mustafa Kafalı bir tarih profesörüydü. Genel Türk Tarihi alanında ihtisas ve söz sahibiydi.
Yine Türk tarihçiliğinin büyük isimlerinden Zeki Velidi Togan’ın asistanlığını yapmıştı.
Türkçülük hususunda salahiyetini ise Nihal Atsız’dan aldı. Atsız’ın öğrencisi ve dostuydu. Çevresindeki insanlara lakap takmayı seven Atsız Kafalı’ya “Yamtar” diye seslenirdi.
(Mustafa Kafalı hakkında taziye veren bazıları Bozkurtlar romanındaki Yamtar karakterinin Kafalı için yazıldığını söylediler. Bozkurtların Ölümü 1946’da yayınlanmıştır. Kafalı, 1934 doğumludur.
“Orijinal” Yamtar, Hamza Sadi Özbek olmalıdır. Özbek’in erken vefatının ardından boş kalan Yamtarlık makamına Atsız, Kafalı’yı getirmiştir.
Çünkü her an Kür Şad’ın dirilme ihtimali vardır ve hayat kabul etse bile Türklük boşluk kabul etmez.
Yamtar, Mustafa Kafalı için yazılmamıştı. Fakat Kafalı, Yamtar olmak için yaratılmıştı. Hatta Kafalı, Özbek’ten daha fazla Yamtar’dı.)
İri yarı bir adam olan Kafalı Hoca hakkında çok şey söylenecektir. Çok sigara içmesi mevzubahis edilecek, ömrünce dik duruşu hatırlanacaktır.
80 öncesinin çetrefil döneminde gösterdiği cesaret Türk milliyetçiliğinin hafızasına çoktan kaydolunmuştur. Herkesin vebalı muamelesi gösterip boğmaya çalıştığı dönemde; Türkçülüğün, MHP’nin ve Türkeş’in yanında duran bir avuç insandan biriydi.
Hizmetleri unutulmayacak olan Kafalı’yı, dostu İskender Öksüz’ün daha evvel yazdığı “Doçentler Cuntası” isimli yazısının dipnotundan bir alıntı yaparak anmalıyız diye düşündüm.
“-Yusuf İmamoğlu’nun şehit edilmesi de o senelerde miydi?
– Meral Hacıeminoğlu: O yıllarda evet… Fakülte’de Necmettin’in odasında, Mertol da var.
– Oytun Şahin: Doçentlikten önce o odada Ahmet Topaloğlu, Mertol Amca ve babam otururdu. 333 numaralı oda. Tarih Bölümü’nden Türkoloji’ye girince soldan ilk oda; asistanlar odası.
– Sevgi Kafalı: Hocalar da o odaya çok gelirdi. Caferoğlu’nun en çok uğradığı oda, orasıydı. Bu olayı ben anlatayım: O gün, talebelerden bir grup, 4. katta benim odamda çay içiyorlardı. Çocukları aşağıdan kovalamışlar; bir öğrenci geldi, aşağıda Yusuf İmamoğlu’nu dövüyorlar dedi. Bunun üzerine benim odamdakiler kalkıp aşağıya indiler. Okullar tatil olmuştu, Ertuğrul’u da alıp gelmişiz. Haziran başı. Ortalık karışacak, Ertuğrul babasının yanında. Ben hemen Kafalı’nın odasına gittim, dedim ki, “Kafalı, aşağıda olaylar karışık, çocuk da yanımızda, ben çocuğu alıp gideyim”. Biz Tarih koridorundan çıktık, solcular karşı merdivenlerden grup hâlinde koşarak çıkıyorlar. Önlerinde de İmamoğlu. İmamoğlu “Hocam, beni öldürecekler!” deyince, Kafalı “Sen dur bakayım oğlum”, dedi. Bana döndü, “Siz çabuk gidin” dedi. Orada bir tabure varmış, tabureyi aldı, çevirerek fırlattı. Merdivenlerden koşarak gelenler tabureyi yiyince, iki kişi devrildi. Biz Ertuğrul’la koşar adım Türkoloji’ye girdik, İmamoğlu da girdi. Arkamızdan Kafalı da Türkoloji’ye geldi. Onlar Necmettin Ağabeylerin odasına girdiler. Biz Ertuğrul ile genel kitaplığa girdik ve silâhlar başladı. O zaman polis rektörlük çağırmazsa üniversiteye giremiyordu. Öğrencilerden iki tanesi Faruk Kadri Timurtaş’ın odasında, ikisi de Necmettin Ağabey’in kapısının yanındalar. Bir müddet sonra silâh sesleri kesildi. Rahmetli Âmil Çelebioğlu da o odadaydı. O pencereyi açtı, bizim Edebiyat Fakültesi’nin iç avlusuna bağırıyor, “Koridora kimse çıkamıyor, yaralı var, ambulans çağırın” diye.
– Mustafa Kafalı: Orayı ben anlatayım, çünkü ben Yusuf’un yanındaydım. Silâh sesleri kesilince, “Hocam ben bir bakayım” dedi. “Dur oğlum” demeye kalmadı. Kafayı uzattı, mermi kafasından girdi.
– Sevgi Kafalı: Üç defa ambulans geldi, içeriye almadılar. Biz de Edebiyat Fakültesinin Genel Kitaplığının balkonuna çıktık. Ben, “Yaralı kim?” diye bağırıyorum, fakat sesimi Âmil’e duyuramıyorum. Hatta bir ara “Yaralı da var, ölü de var” diye anladım. Dekanlıktan “Birşey yapamıyoruz, ambulans geliyor, Dev-Gençli öğrenciler fakültenin kapısını kapattı, içeriye sokmuyorlar” diyorlar. İmamoğlu böylece şehit edildi.
– Meral Hacıeminoğlu: Biz İmamoğlu’nun cenazesini Sirkeci’ye kadar geçirdik; ancak memleketine o zaman gidemedik. Çünkü İstanbul’da da tahkikat filân vardı, fakat Necmettin o kadar çok üzüldü ki, daha sonra İmamoğlu’nun ailesini ziyarete gittik.”
(Gazi Türkiyat Dergisi sayı 5, s.62-63. Güz 2009)
Adına çıkarılan vefa kitabının başlığı Atsız’ın “Hatıralar” şiirinden bir mısra idi.Mustafa Kafalı, 85 seneyi, Türklük uğruna dolu dolu teneffüs etti. Arkadaşlarının yanına mertçe gitti.
Evet Kafalı Hoca da gitti. Adını Türklüğün ölmezleri arasına yazdırarak gitti. Her daim rahmet ve saygıyla anacağız!
Nadir Şah’ın ölümünün ardından İran’ı yöneten Türkler kontrolü sağlamakta zorlanmaya başladılar. İktidar mücadelesinin yanına iç isyanlar da eklenince İran’a kaos hakim oldu. 18. yüzyılın sonunda Kaçarlar bu karmaşaya son verdi. Fakat devlet güçsüz düşmüştü ve o arada Kafkaslar’daki topraklarına göz diken bir düşman peydah olmuştu: Çarlık Rusya’sı.
Ruslar bağımsızlıklarını elde etmelerinin ardından çok yönlü bir genişleme stratejisi belirlediler. Çünkü büyümezlerse küçüleceklerine inanıyorlardı. (Bu inanç halen sürmektedir, canlı örneğini Ukrayna'da görüyoruz.) Dört yana genişleme stratejileri çok basitti: Neresi zayıflarsa oradan saldır. Avrupa karışınca Polonya üzerinden Avrupa’ya, Osmanlı güç kaybedince Balkanlar ve Kırım’a böylece saldırdılar.
1800'lü yılların başında Kafkasların çoğunluğunu elinde bulunduran İran Türklüğü güç kaybetmişti ve “ayı” kış uykusundan uyanarak saldırıya geçti.
19. yüzyılın başından itibaren Kaçar yönetimi altındaki topraklara çöreklenen Ruslar bazen hızlı bazen yavaş bir şekilde Kafkasların kuzeyini ele geçirdi. 1813’te imzalanan Gülistan Antlaşması’yla da kazanımlarını garantiye aldı.
Kaçarlar bu durumdan rahatsızdı. Ruslar da yeni akınlarla Kafkasların güneyini tehdit ediyorlardı. Amaçları Hazar Denizi’nin kontrolünü ele geçirmek ve bu yolun güvenliğini Kafkaslar üzerinde almaktı. Çıkar çatışması ikinci bir savaşı zorunlu kılıyordu.
1826’da kılıçlar çekildi. İki yıla yakın zaman da kınlarına sokulmadı. Sonuçta yine Ruslar kazandı.
Moskova’ya akın düzenlemek için yola çıkan Kaçarlar, Kafkasların tamamını kaybetti. Hatta barış müzakereleri sürerken bir kısım Rus birlikleri Tebriz’e girmişlerdi. Bu şartlar altında Türk tarihinin en rezil antlaşmalarından birisi Kaçarlar tarafından imzalanmak zorunda kaldı. Bu antlaşma Bozkuş Dağı’nın eteklerindeki bir köyde imzalanmıştı: Türkmençay.
İsmini müzakerelerin yapıldığı köyden alan Türkmençay Antlaşması, 10 Şubat 1828 tarihinde Çarlık Rusyası ile Kaçar Hanedanının yönetimi altındaki İran arasında imzalanmıştır. (Protokolün ekleriyle beraber nihai onanma tarihi ise 29 Temmuz 1828’dir.) Antlaşma Rusça ve Farsça iki nüsha olarak imza edilmiştir.
Türkmençay Antlaşması Sovyet Rusya ile yine Kaçar Hanedanı yönetimindeki İran arasında 26 Şubat 1921’de imzalanan “karşılıklı tanınma” antlaşmasının 11. maddesiyle geçersiz kılınmıştır. 93 sene yürürlükte kalan bu antlaşma geçersiz kılınsa da bugün dahi Kafkaslar’da yaşanan birçok problemin ana kaynaklarından birisini teşkil etmektedir.
Türkmençay Antlaşması ile Rusya Hazar Denizi’nin kontrolünü ele geçirmiştir. Bu kontrolü sürdürebilmek ve Kafkaslardan yönelecek tehditleri kesebilmek amacıyla bölgede bugün Ermenistan olarak bilinen devletin nüvesini oluşturmuştur. Ermenilerin Hristiyan ve aynı zamanda Rus dostu oluşları Kafkaslara hakim olan Müslüman-Türk nüfusa ket vurma amacıyla kullanılmalarına sebep olmuş; bereketli topraklarda imtiyazlı bir şekilde oturma isteğiyle olacak Ermeniler bu duruma ses çıkarmak bir yana gayet memnun kalmışlardır.
Fakat Türkmençay’ın esas yıkıcı etkisi Azerbaycan Türklüğü üzerinde olmuştur. Her ne kadar Türk (Kaçar) bir hanedan tarafından yönetiliyor olsa da artık bir Fars devleti görüntüsü veren İran ile 3. Roma iddiasıyla meydana atılan Rusya, Azerbaycan Türklerinin kaderini tayin etmiştir. Bu antlaşmayla Azerbaycan, resmi olarak Kuzey ve Güney diye bölünmüştür. Kuzey Azerbaycan Rus, Güney Azerbaycan ise Fars hegemonyasında kalmıştır.
Kuzeydeki Rus hakimiyeti 1918’de Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sekteye uğrasa da 1920’de tahkim edildi. Kuzey Azerbaycan bağımsızlık için 1991 yılını beklemek zorunda kaldı. Bağımsızlığa rağmen, Rusya’nın desteklediği Ermenistan Devleti Kuzey Azerbaycan’ın bir kısım topraklarını halen işgal altında tutmaktadır.
Güney Azerbaycan ise 1828’den 1920’lere dek İran hakimiyetinde ama Rus etkisinin de sürdüğü bir cenderede kaldı. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Rus etkisinin azalması ve İran’ın iç karışıklıklarından istifadeyle bağımsızlık çalışmaları yürütülse hatta kısa süreli bir devlet dahi kurulsa da Güney Azerbaycan İran sınırlamasından kurtulamadı. 2. Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte aynı çabalar canlanıp kısa süreli bir hükümet tesis edilse de, fazla sürmeden tarihten silindi. İran hegemonyası günümüzde de sürmektedir.
Güney ve Kuzey Azerbaycan dolayısıyla Kafkas Türklüğü, bu vesilesiyle de Türk Dünyası açısından kritik bir önemde bulunan 16 maddeden müteşekkil Türkmençay Antlaşması’nın tam metnini dikkatinize sunuyorum:
Madde 1: Rusya İmparatoru Hazretleri ve İran Şahı Hazretleri arasında, onların mirasçıları ve taht varisleri, onların devletleri ve karşılıklı surette tebaaları arasında bundan sonra ebedi barış, dostluk ve tam antlaşma olacaktır.
Madde 2: Rusya İmparatoru Hazretleri ve İran Şahı Hazretleri saygıyla kabul ederler ki, anlaşmaya varan taraflar arasında meydana gelmiş ve bugün sona ermiş savaşla Gülistan Antlaşması’nın yürürlüğünden doğan karşılıklı yükümlülükler de sona ermiştir. Taraflar mezkur Gülistan Antlaşması’nı Rusya ve İran arasında yakın-uzak geleceğe barış ve dostluk ilişkileri tesis edecek bugünkü şartlar ve kararlarla değiştirmeği gerekli bulmaktadırlar.
Madde 3: İran Şahı Hazretleri kendi adına ve kendi mirasçıları ve varisleri adına Aras Nehri’nin her iki sahili üzerinde bulunan İrevan Hanlığı’nı ve Nahçivan Hanlığı’nı Rusya İmparatorluğu’nun tam mülkiyetine devredecektir. Şah Hazretleri bugünkü anlaşmanın imzalanmasından itibaren altı aydan geç olmayarak, yukarıda adları geçen her iki Hanlığın da yönetimindeki tüm arşivler ve kamu belgelerini Rusya yönetimine teslim etme vaadinde bulunur.
Madde 4: Tarafların rızasıyla her iki devlet arasında sınırlar aşağıdaki şekilde belirlenmiştir: sınır hattı Türkiye topraklarının ucundaki Küçük Ağrı’nın zirvesinden kenarda düz istikamette en yakın noktadan o dağların zirvesinden geçer; buradan eğilimle Ağrı dağının güney tarafından akan Aşağı Karasu çayının yukarılarına denk gelir, sonra sınır hattı o çayın akarı üzerindeki Şerur’un Aras’a döküldüğü yere dek devam eder. Bu mıntıkadan Abbasabad kalesine dek Aras Nehri’nin yatağı doğrultusunda devam eder. Burada kalenin Aras’ın sağ sahilinde yerleşen yabancı istihkamlar yanında 1/2 “Rus versti” eninde bütün istikametlerde çevrelenecek ve o çevredeki toprak alanı büsbütün Rusya’ya ait olacaktır ve bugünden itibaren iki ay içinde kesinlikle ayrılacaktır. Sınır hattı o yerden, belirtilmiş çevrelemenin doğu tarafından Aras’ın sahiline birleştiği yerden itibaren bir daha nehrin yatağıyla Yeddibulag’a uzar. Burada İran toprakları Aras Nehri yatağı boyunca 21 “Rus versti” uzayacaktır. Sonra sınır Muğan ovasıyla Bolgarçay’a dek, Adınabazar ve Sarıkamış çaylarının birleşmesinden 21 “Rus versti” aşağıdaki topraklara gider. Sınır buradan Bolgarçay’ın sol sahili ile yukarı, adları zikredilen küçük Adınabazar ve Sarıkamış çaylarının birleştiği yere dek, sonra Doğu Adınabazar nehrinin sağ sınırı üzere onun yukarılarına dek devam eder, buradan ise Cikoir yüksekliğinin zirvesine dek devam ki, o yükseklikten Hazar Denizi’ne dökülen bütün sular Rusya’ya ait olacaktır, İran tarafa akan bütün sular ise İran’a ait olacaktır. Burada iki devlet arasındaki sınır dağ zirveleriyle belirlenir. Karara alındığı üzere onların Hazar Denizi’ne doğru inişi Rusya’ya ait olacaktır, diğer taraftaki inişi ise İran’a aittir. Cikoir yüksekliği zirvesinden, Talış’ı Erş bölgesinden ayıran dağlar üzere Gemerkuh’un zirvesine dek geçer. Suların akarını iki yere bölen dağların başı, yukarıda Adınabazar’ın yukarı akarı ve Cikoir zirvesi arasındaki alanla ilgili ifade edildiği üzere, burada da ayrıca sınır hududunu oluşturacaktır. Sonra sınır hattı suların akarına ait yukarıda yer alan kurallara kesintisiz uymakla Gemerkuh’un zirvesinden Züvand ve Erş bölgelerini ayıran dağ silsilesi üzere Velgic dairesinin sınırlarına dek uzayacaktır. Böylelikle adı geçen dağın zirvesinden karşı tarafta yerleşen kısmı istisna olmakla Züvand bölgesi Rusya’ya katılacaktır. Her iki devlet arasındaki sınır hattı su akınının yukarıda geçen kuralarına daim uygun olarak, Velkic bölgesi sınırından Kloputa’nın zirvesi ve Velkic bölgesindeki dağların ana silsilesi üzere Astara çayının kuzey başlangıcına dek, buradan o çayın yatağı boyunca Hazar Denizi’ne döküldüğü yere dek devam edecektir ve burada da Rusya topraklarını İran’dan ayıracak sınır hattı bitecektir.
Madde 5: İran Şahı Hazretleri Rusya İmparatoru Hazretlerine samimi dostluğunun ispatı olarak, bu maddeyle gerek mirasçıları ve İran tahtının varisleri adına, yukarıda belirtilmiş sınır hattı arasında ve Kafkasya sıradağları ve Hazar Denizi arasında yer alan tüm toprakların ve tüm adaların, bununla birlikte söz konusu memleketlerde yaşayan tüm göçebe ve diğer halkların ebediyen Rusya İmparatorluğu’na ait olduğunu görkemli bir şekilde tanır.
Madde 6: İran Şahı Hazretleri her iki devlet arasında meydana gelmiş savaşla Rusya İmparatorluğu’nun uğradığı büyük miktarda zarara, ayrıca Rusya tebaasının uğradığı kurbanlara ve kayıplara saygı göstergesi olarak, onların karşılığını para tazminatıyla karşılamayı üstlenir. Sözleşme tarafları o mükafatın meblağını on kuruş tümen raice veya yirmi milyon gümüş manat olarak kararlaştırmıştır. Zamanı, ödeme şekli ve güvencesi ise bu anlaşmaya dahil edilebilecek özel anlaşmada kararlaştırılmıştır.
Madde 7: İran Şahı Hazretleri oğlu Şehzade Abbas Mirza’yı kendi mirasçısı ve tahtın varisi tayin etmek iltifatında bulununca, Rusya İmparatoru Hazretleri dostluk ilişkilerini ve bu varislik kuralının tasdikine yardım etmek arzusunu açık şekilde ispatlamak için bundan sonra Şehzade Abbas Mirza Hazretleri’nin simasında İran tahtının mirasçısı ve varisini, onun tahta çıkmasından sonra ise onu o devletin kanuni hükümdarı olarak kabul etmek yükümlülüğünü üstlenir.
Madde 8: Rusya’nın ticaret gemileri, önceki kaideler üzere Hazar denizinde ve onun sahilleri boyunca serbest seyrüsefer etmek hakkına sahiptir; gemi kazası durumlarında İran’da onlara her tür yardım edilecektir. Bu şekilde İran ticaret gemilerine de Hazar denizinde önceki kaideler üzere seyrüsefer etme ve Rusya sahillerine yer alma hakkı verilir ve orada gemi kazası durumlarında onlara karşılıklı surette her türlü yardım gösterilecektir. Savaş gemileri konusuna gelince, eskiden olduğu gibi sadece Rus askeri bayrağı altında olan savaş gemileri Hazar denizinde yüzebilirler. Bu nedenle istisnai hukuk bugün de onlara tanınmıştır ve taraflar onaylar ki Rusya dışında hiçbir devletin Hazar denizinde savaş gemileri bulunamaz.
Madde 9: Rusya İmparatoru Hazretleri ve İran Şahı Hazretleri her şekilde onlar arasında bu kadar mutlulukla elde edilmiş barış ve dostluğu tesis etmeyi arzulayarak, geçici talimatların yerine getirilmesi veya daimi kılmak için birbirlerine gönderilecek sefirlerinin, bakanlarının ve maslahatgüzarlarının, onları birleştiren samimi dostluğa ve yerel adetlere uygun olarak ihtiramla kabul edilmesini karşılıklı surette reva bilirler. Özel protokolle tarafların uyması için bu içerikte merasim kararlaştırılacaktır.
Madde 10: Rusya İmparatoru Hazretleri ve İran Şahı Hazretleri her iki devlet arasında ticaret ilişkilerinin yeniden başlatılması ve genişletilmesini barışın tesis edilmesinin en hayırlı sonuçlarından biri olarak addettikleri için tam karşılıklı rızaya dayanarak hüküm vereceklerdir ki; ticarete hakemlik edilecek ve karşılıklı surette tebaanın güvenliğine ait olan bütün emirler mutlulukla düzene sokulacak ve onlar onu karşılıklı surette müvekkiller tarafından imzalanacak bu barış anlaşmasının bir kısmı addedilen ve ona ilave edilen özel belgeyle açıklayacaklardır. İran Şahı Hazretleri, önceleri olduğu gibi Rusya’ya ticaretin yararına, gereken her yere konsolosluk ve ticaret temsilcileri atamak hakkı verir ve her ikisinin maiyetinde on kişiden fazla olmayacak konsolos ve temsilcileri, rütbelerine uygun onur ve üstünlüklerinden yararlanmaları için himaye etme yükümlülüğünü üstlenir. Rusya İmparatoru Hazretleri İran Şahı Hazretlerinin konsolos veya ticaret temsilcilerine ilişkin kararına tam uyulması vaadini verir. İran hükümetinin Rusya temsilcisi veya konsolosuna gerekçeli şikayeti olarsa, Rusya nazırı veya onun Şah Hazretleri sarayı yanında işler müvekkili veya onların doğrudan reisi kendi mülahazasına göre suçluyu vazifesinden uzaklaştırabilir ve bu göreve geçici olarak başka bir şahsı atabilir.
Madde 11: Karşılıklı surette tebaanın tüm talepleri ve savaşla durdurulmuş diğer işler barış tesis edildikten sonra adil bir şekilde onarılacak ve çözülecektir. Karşılıklı şekilde tebaanın kendi aralarında bu veya diğer hükümetin hazinesine anlaşma yükümlülükleri derhal ve tam şekilde sağlanacaktır.
Madde 12: Barışa varmış taraflar tebaanın çıkarı için kendilerinin umumi rızasıyla karşılıklı şekilde aşağıdakileri kararı almışlardır: Onlardan Aras’ın her iki tarafından taşınmaz mülkiyete sahip olanlara, mülkiyetlerini satmak için üç yıl süre verilecektir. Fakat Rusya İmparatoru Hazretleri ona ait olduğuna göre, eski İrevan serdarı Hüseyin Han’ı, kardeşi Hasan Han’ı ve Nahçivan eski hükümdarı Kerim Han’ı bu iltifatlı ferman dışında tutar.
Madde 13: Sonuncu veya bundan önceki savaş sırasında esir alınmış her iki tarafın bütün savaş esirleri, bununla beraber her iki hükümetin ne zamansa esir düşmüş tebaası karşılıklı olarak serbest bırakılmalı ve dört ay içinde iade edilmelidir. Esirlerin yiyecek ve diğer yaşamsal ihtiyaçları karşılanmalı ve onları kabul etmek ve sonraki yaşam yerine gönderme emri vermek için her iki taraftan ayrılmış komiserlere vermek için Abbasabad’a gönderilecektirler. Anlaşmaya varan taraflar her iki taraftan esir düşmüş fakat bulundukları yerin uzaklığına veya diğer bir nedene veya duruma göre belirtilmiş müddette iade edilemeyecek tüm savaş esirlerine, ayrıca Rusya ve İran tebaasına bu şekilde muamele yapacaklardır. Her iki devlet bunların her zaman talep edilmesinde kendine mutlak ve sınırsız hak verir ve esirler tespit edilirse veya onlarla ilgili talepler alınırsa karşılıklı şekilde iade edeceklerini taahhüt ederler.
Madde 14: Anlaşmaya varan taraflardan hiçbirisi sonuncu savaşın başlanmasına dek veya o dönemde diğeri tarafına geçmiş firarların ve ihanet etmişlerin iadesini istemeyecektir. İran hükümeti bu mültecilerden bazılarının ve onların eski yurttaşlarının veya hakimiyeti altında bulunanların garazlı ilişkilerinden karşılıklı surette meydana gelebilecek zararlı sonuçları önlemek için bugün veya sonraları Rusya hükümetinin isimlerini belirttiği şahısların Aras’la Çara Nehri’nin, Urmiye gölünün ve Kızılüzen çayının Hazar Denizi’ne döküldüğü yer arasında tesis ettiği huduttaki topraklarında olmasını yasaklayacağı yükümlülüğünü kabul eder. Rusya İmparatoru Hazretleri kendi tarafından İran mültecilerinin Karabağ ve Nahçivan Hanlıklarında ve İrevan Hanlığı’nın Aras Nehri’nin sağ sahilinde yerleşen bölmesinde yurt edinmesine veya yaşamasına herhangi bir kararda izin verilmeyeceğini vaat eder. Fakat sadece resmi rütbe taşıyan veya belli makam sahibi olan şahıslara; özel temsilcileri, nasihat ve gizli ilişkileriyle geçmişte onların idaresinde veya hakimiyeti altında bulunmuş önceki yurttaşlarına zararlı etki gösterebilen han, bey ve dini makamlar veya mollalarla ilgili bu şart geçerlidir ve geçerli olacaktır. Genel olarak her iki devletin sakinlerine gelince, taraflar her iki tarafın bir devletten diğerine geçmiş veya bundan sonra geçecek tebaasının onların geçtiği hükümetin izin verdiği her yerde yurt edinebilecekleri ve yaşayabileceklerine dair karara varırlar.
Madde 15: Şah Hazretleri kendi devletine asayişi geri getirmek ve tebaasından bugünkü anlaşmayla bu kadar mutlulukla sona ermiş savaşta yaşanmış faciaları daha da artırabilen her şeyi bertaraf etmek gibi hayırlı, kurtarıcı niyetle hareket ederek, Azerbaycan adlı vilayetin tüm ahalisini ve memurlarını büsbütün ve tam bağışlar. Hangi makama sahip olmasına bakılmaksızın hiç kimse kendi hareketine veya savaş boyunca veya Rus Ordusunun adı geçen vilayeti geçici olarak işgal ettiği sırada davranışına göre takip, dini inancına göre aşağılamaya maruz bırakılmayacaktır. Bunun dışında o memur ve sakinlere bu günden itibaren kendi ailesiyle birlikte İran vilayetinden Rusya’ya serbest geçmek, hükümet ve yerel yöneticilerin herhangi bir engeli olmadan onların satılık malına veya mülkiyetine ve eşyalarına gümrük ve vergi uygulanmadan taşınan mülkiyetini götürmek ve satmak için bir yıl zaman tanınır. Taşınmazlara gelince, satılmaları veya şahısların kendi iradeleriyle tasarrufta bulunmaları için beş yıllık bir süre belirlenir. Fakat bu bağışlanma burada geçen bir yıllık süre sona erene dek mahkeme cezası düşen suçlu veya suç işlemiş şahıslara uygulanmaz.
Madde 16: Müvekkiller bu barış anlaşması imzalandıktan sonra, karşılıklı şekilde ve acil olarak, askeri operasyonların düzenlenmesine ilişkin her yere haber ve gereken fermanları iletmelidir. Aynı içerikte iki nüsha olarak düzenlenmiş, her iki tarafın müvekkilleri tarafından imzalanmış, onların armalı mühürleriyle onaylanmış ve karşılıklı olarak birbirilerine verilmiş bu barış anlaşması Rusya İmparatoru Hazretleri ve İran Şahı Hazretleri tarafından tasdik edilmeli ve onanmalı ve onların imzaladığı onama metinleri törenle her iki tarafın müvekkilleri tarafından dört ay içinde veya mümkün oldukça kısa sürede değiş-tokuş edilmelidir. Şubat ayının 10’unda İsa’nın doğumunun 1828. yılında Türkmençay köyünde imzalanmıştır.
Emine Işınsu Hanım vefat ettiğinde bu yazıyı paylaşmak istemiştim fakat onun yerine günün önemine daha çok uyan Tarık Buğra'nın yazısını tercih etmiştim. Geçenlerde arşivi karıştırırken bir yerlere kaydettiğim bu yazıyı buldum ve paylaşmaya karar verdim. İnternet araması yapana kadar daha evvel paylaşılmadığını sanıyordum. Meğer birkaç site benden evvel davranmışlar, iyi de yapmışlar. Fakat bu vaziyet benim de bu yazıyı paylaşmama engel teşkil etmiyor.
12 Eylül (1980) İhtilali'nin ardından yurtdışına çıkmak durumunda kalan Işınsu, bu yazısıyla Töre'ye veda ediyordu. Belki de, yalnızca on yıldan beri çıkardığı Töre'ye değil, çok daha fazla şeye veda ediyordu. Neyse ki aradan geçen yıllarda ülkesine dönebildi. Yeni kitaplarla Türk edebiyatına ciddi katkılarda bulundu. Fakat yine de zamanında "Eyvallah" demenin rahatlığını ve huzurunu hep taşıdı, zannediyorum.
Emine Işınsu'yu bir kez daha rahmetle anarken, Töre Dergisi'nin Haziran 1981 tarihli 121. sayısının 3-6 sayfaları arasında yayımlanan "Eyvallah" yazısını dikkatinize sunuyorum.
“Şen Olasın Halep Şehri”
Geçen ay Hüseyin Mümtaz, “Acaba Yazmalı mı Yahut Donkişotluk” başlıklı yazısını masamın üzerine bırakıp, gitmiş. Okudum… Hani gülmekle ağlamak arası bir hâl vardır: İnsan güleyim der beceremez, ağlayım der gözyaşları sanki bir yumru olup boğazı ile göğsü arasında bir yerlere sıkışmıştır... Ağlayamaz. Ağzına bir acılık yayılır ve ta içinde ıslak bir hüzün duyar. İşte öyle bir hâl. Sağnak ertesi fakat güneşten de hiç haber yok! Yazının sonuna Töre’nin notunu ilâve ettim, o an kararlıydım on yıllık bir hikâyeyi anlatmaya ve Töre Ailesi’ne katılalı henüz üç yıl bile dolmadığı hâlde, dergiyi böylesine benimsemiş olduğu için Hüseyin Mümtaz’a, minnetlerimi sunmaya. Eh bunca yıl övgünün de, yerginin de her türlüsünü dinledik; hatâlarımızı bağışlayanlar, hiç suçumuz günahımız olmadığı hâlde bize fena hâlde kırılanlar, küsüp darılanlar oldu. Fakat on yıl içinde yazarlarımız arasında hiç kimse Töre’yi Hüseyin Mümtaz kadar benimseyip, mühimseyip, öz çocuğu ile hemayar tutmadı. Bu yüzden o hırpalayış benim ve sanırım bütün okuyucularımın nazarında pek değerlidir. Kişi gerçekleri görebildiği ve açıkça itiraf ettiği nisbette hatâlardan uzaklaşabilir. Bunu bilmez değilim, “nefs muhasebesi”ne büyük hürmetim var. Fakat tabii, keşke diyorum... Hüseyin Mümtaz’a o makaleyi yazdıracak kadar, takatten düşmeseydi Töre. Gönül istiyor bunu. Hangi “bizden gönül” istemez ki… Ben ona; "Kardeşim matbaa" diyorum, falanca masraflardan yakınıyor ve sorular hep Ekrem Tektaş’a yöneliyor! Neden?.. Nedeni var mı, Ekrem, Töre’nin isimsiz sahiplerinden, benimseyişi paylaşıyoruz onunla, bundan ötürü o, herhangi biri gibi çıkıp şu kusur var, bu kusur var diye içini boşaltıp, küsüp gitmiyor. Istırap çekiyor. Çileye omuz veriyor…
Evet, on yıllık çile. Anlatmaya niyetli idim, şimdi ise ne lüzumu var, diyorum.. Tekrar tekrar yaşamaya ve yaşatmaya. 1969’un Ocak ayında "Ayşe" ismiyle yayına başlıyan dergi, 1971 Haziranında “Töre” olurken, belki tarafsız bir gözle acınacak, gülünecek fakat hakikaten saf, pırıl pırıl bir heyecan içindeydik. Ayşe’nin hesapları kapanmış, elimizde beş kuruşumuz yok. İşe, iki bin lira borç alarak başlıyoruz. İstanbul’da, ilerde Töre Ailesi’nin çekirdeğini teşkil edecek olan kıymetli yazar arkadaşlarla yaptığımız toplantıda biri çıkıp, kaç paranız var, diye soracak diye ödüm patlıyor. İki bin lira elbet, o zaman için dahi komik, küçümsenecek bir meblağ. Bunu itiraf ettiğim takdirde, vazgeçebilirler endişesindeyim. Kimse sormuyor. Bilâkis büyük bir heyecan ve sevgi ile hizmet sunmayı vadediyorlar.
O zamanlar haftalık yayınlanan ve günlük politikayı aksettiren Devlet Gazetesi’nden başka dergimiz yok. Fikir ve sanat alanında boşluğu dolduracak, Türk milliyetçiliğine hizmet edecek ve genç beyinlere yol gösterecek bir mecmuanın ihtiyacı içindeyiz. Bu meselede, herkes hemfikir.
O halde TÖRE!.. El birliği, gönül ve fikir birliği ile yola çıkıyoruz. Dündar Taşer Bey, ilk sayının “Sunuş” yazısını yazıyor ve şöyle söylüyor: “Düşünce eşkiyalığından şikâyet edenler, fikir jandarmalığını niçin omuzlamazlar? (…) Artık ayılmak zorundayız, yıkıcı neşriyatın bir kaç senede eriştiği hedef ortadadır. Cinayetler, tahripler, baskınlar hep bu yazıların sonucudur. Yine de her şey geçmiş değildir. Tehlikeler savulmamıştır. Millet ve ülke birliğini aziz tutan insanların varlığımız ve bütünlüğümüzü kurtarmak, korumak ve yüceltmek için ilim, fikir ve emeklerini gençliğe sunup, onun asil ruhunu millî ateşle tutuşturmak çabalarını birleştirecekleri güne kadar da, tehlike devam edecektir.”
Rahmetli Dündar Taşer Bey, bir falcı değildi fakat ileriyi çok iyi görebilen bir insan olarak, 1971 yılının Haziran ayındaki makalesinde, memleket gerçeklerine ışık tutarken, endişelerimizi aksettiriyor, millet ve ülke birliğini aziz tutan kişilere sesleniyordu.
Bizler ise o saf, o pırıl pırıl heyecanla işe başladık ve yürüdük. Bütün duygularımız seferber olmuştu, koşacağımızı hattâ uçacağımızı ümit ediyorduk. Dedim ya, saflık işte. Yürürken topallamaya, tökezlemeye başladığımız zaman, ancak öğrendik ki, “hizmet aşkı” kaliteli bir dergi çıkarmak ve yürütmek için yeterli değilmiş. Hiç değilmiş.
Meğer önce, dayanacak bir sermaye bulmak gerekiyormuş. Şöyle büyük bir gazete yahut para babalarından birinin desteği. Ve ne acıdır ki, Türkiye’de -en azından- Türk’ü küçümsemek lazımmış, Hani “kızıl” olmasanız bile, “pembe” tonların türküsünü tutturmak, pembe tonlarla fikir ve sanat yapmak gerekiyormuş. İşte Hüseyin Mümtaz’ın gösterdiği o naylon kaplı, kuşe kapaklı dergiler.. Hangisi Türk’ün yanındadır ve hangisi büyük sermayeye dayamamıştır sırtını? Türk’ü değerli bilip, binlerce yıllık değerlerine sahip çıkmamak, milleti ve ona ait ne kadar kıymet varsa, örtüp saklamak… Bölüp parçalamak gerekiyormuş, insan haklarından, hürriyetlerinden bahsedip, Afrika ormanlarının sık dalları arasında dolaşmak ama komşumuz Bulgaristan’da, Yunanistan’daki meselâ, esir Türkler’den hiç bahsetmemek lazımmış.
Muş, miş, mış. Üslûp masal üslûbu olsa da, şu yazdıklarım maalesef Türkiye’nin gerçekleridir. Çok söylendi, çok yazıldı. Tekrarlamak abes. M. Çınarlı, Hisar’ı kapatırken; elin topuna, uçağına karşı, piyade tüfeği ile karşı çıkılamayacağını, söylemişti.
Doğru.. Ve dayanmaya kalkarsanız, sonucu görüyorsunuz. H. Mümtaz’ın sıraladığı ve sıralayamadığı bir sürü kusur. Şu satırları Haziran sayısı için yazıyorum, Mayıs sayısı dizilmiş hâlde matbaada kâğıt bekler. SEKA’ya çoktan yatırdık paramızı, daha Ankara’ya ulaşmadı. 3. hamur, 54 gram!
Piyasada aynı kâğıdı iki misli fiata bulmak mümkün, mümkün.. ama!
Topallamak, tökezlemek derken., yukarda saydıklarım mı tek engel?Hayır…
Bizim ne şahâne tembellerimiz vardır; semaverlerde çay, paketlerde sigara tükenir ama, sohbetleri bitip tükenmez. Onlar, yazı yazmazlar… Lâf ebeleridir, lâfla peynir gemisinin bile yürüyemiyeceğini bilmezler. Mi?.. Bilirler de, işte şu şahane tembellik! Sonra bir iki milliyetçi kuruluşun tertip ettiği seminerlerde görünen belirli simalar vardır, onlar hep vardır, münazaralarda hâzır ve nâzırdırlar, size ve cümleye vatanın nasıl çöktüğünü ve nasıl kurtulacağını pek iyi öğretirler. Ama yazı yazamayacak kadar meşguldürler. Öyle, ürkek demiyelim.. meşgul olanlarımız vardır. Pek nazlı, çabuk kırılan, yahut sırf, meselâ ben çok sigara içiyorum diye Töre’yi karalayanlar yahut ben kadın haklarını savunuyorum diye, dergiyi batıranlar, duyguyu fazla bulanlar yahut duygusuzlukla suçlayanlar, söz verip de, sözlerini tutmayanlar vardır.
İç kemirgenler de vardır; dedikodu makinaları. Sol veya sağ yobazın ithamlarını sıraladığını hiç fark etmeden, daha kendi kafasında bile tam belirmemiş hakikatler uğruna, sizi yıpratmaya çalışır.
Sonra, "yeni olanı" tercih edenler… Evet, Töre ilkti. Derken pek çok dergi çıktı, silindi, yenileri çıktı. Töre eskidi bir bakıma. Eskimek, ne demekse? Bir Fransız romanında okuduğum şu cümleyi pek beğenmişimdir: ”Hayır, modadan başka şeyler de var: Değerler ve gerçekler.”(Güzel Görüntüler, Simone De Beauvoir)
Değerler ve gerçekler eskir mi? Eskimez pek tabii, fakat şu da bir memleket ve dünya vakıası: Yeni olana, itibar fazla!
O halde, Töre kapansın mı? Bu sual, şu geçen yıllar içinde, pek çok defa günlerimizi kararttı, gecelerimizi böldü. Maddî ve manevî sıkıntılar içindeydik ve hep dergiyi yaşatmaya karar verdik. Çünkü sualimize, bir başka sualle cevap veriyorduk: Hizmetin sınırı yahut sonu var mıdır?
Böylece kör topal, eksikli kusurlu “ateşten gömlek”i tenimizde hissedip fakat gülümsemeye çalışarak, canlı ve neşeli görünmeyi bir vazife bilip, asıl vazifemizi yerine getirmeye gayret ettik. Bizim de şurada sayıp, sayamadığım bütün engeller karşısında elimizden geleni, ancak buydu. Şu Töre idi. Pek tabii, en iyisini yaptık diyemem ancak sınırları zorlayarak elimizden geleni yaptık, diyebiliyorum gönül rahatlığı ile.
Fakat ben, on yıllık çileyi anlatmayacaktım. Pek de anlattım sayılmaz ya, temas edip bir lahza, geçtim. On birinci yıla başlarken, özel bir mecburiyetten ötürü, Töre’nin sahipliğini ve Yazı İşleri Müdürlüğümü iki değerli arkadaşıma bırakıyorum. Gayrı bundan sonra çile onların, övgü onlara, ve inşaallah yergi olmaz, olursa yine onlara!
Kıymetli kardeşlerim Yaşar Eşmekaya ve Mehmet Önal, büyük bir iç rahatlığı ile Töre’yi sizlere emanet ederken, çok ağır bir yük de devrettiğimin farkındayım. Fakat eminim sizler bu yükün altında ezilmemeye gayret ederken, buruk bir zevki hep tadacaksınız, çünkü ikinizin de gönlünüzde, o bildik, eski ve değerli “hizmet aşkı” tutuşmakta.
Şimdi.. Töre’nin bir sorumlusu olarak bana, eyvallah!
On yıllık hatıralar içinde canlanıp kımıldanan ıstıraplara, eyvallah.
Çareye, çaresizliklere, mutluluklara, eyvallah.
Akıl verip de, hizmet vermeyenlere, başlayıp da yolda bırakanlara, gelip hizmet edenlere, yazıp hizmet verenlere, okuyucularımızın tümüne eyvallah.
Eyvallah övenlere ve yerenlere. Eyvallah.
“Meğer testiyi kıran da bir, suyu getiren de birmiş” diyenlere.. Yargılayacak ben değilim, Allah’tır. Eyvallah.
Ne yaptıysak, “Türk’e hizmet aşkımız” için yaptık. Ne yapamadıysak, yine aynı sebeptendir. Günahlarımız için, boynumuz kıldan ince. Sevap işlediysek, İşleten’dendir. Eyvallah.
Tanrı Türk’ü korusun ve yüceltsin. Amin."
![]() |
Pierre Loti, Aziyade ismiyle roman kahramanı yaptığı, sevgilisi Hatice'nin mezarı başında görülüyor. |
Bildiğiniz gibi memleketimizin ekonomisi gayet iyi gidiyor. Allah’a şükürler olsun o kadar iyi durumdayız ki, enflasyon çift haneli sayılara tırmanmak suretiyle yerlerde sürünüyor; bir kısım vatandaşlarımız ekmek mi pasta mı yesem diye düşünmekten akıl sınırlarını zorluyor. Böylece felsefi düşünme toplumumuzda hiç olmadığı kadar revaç buluyor.
İşin şakası bir tarafa hakikaten zor zamanlardan
geçiyoruz. Öfkeliyiz. Fakat bir taraftan da bu darboğazdan nasıl çıkacağız bunu
düşünmemiz gerekiyor.
Bunun için yakın tarihe bir yolculuk yapalım. 1923
yılına gidiyoruz. Kurtuluş Savaşı kazanılmış, Mudanya Mütarekesiyle ateşkes
ilan edilmiş ve Lozan görüşmeleri sürüyor. Halaskar Gazi Mustafa Kemal Paşa,
henüz devletin yönetim biçiminin cumhuriyet olduğunu ilan etmeden aylar önce
İzmir’de bir kongre düzenliyor. İzmir İktisat Kongresi… Evet, yeni devletin
ekonomisi hangi temeller üzerinde bina edilecek sorusuna burada cevap
aranacaktır.
17 Şubat günü kongrenin açılış konuşmasını yapan
Mustafa Kemal Paşa; yalnızca büyük bir asker değil, aynı zamanda büyük bir
milliyetçi olduğunu bu konuşmayla bir kez daha kanıtlıyor. Yetinmiyor, yüz sene
sonra ders almamız gereken birçok konuya temas ediyor. Bunlar arasında; tarım
ve sanayiye önem vermek olduğu gibi, güçlü devlet olmanın güçlü ekonomiye sahip
bulunmaktan geçtiği görüşü de vardır.
O’nun kurduğu cumhuriyet tam bir asır sonra ekonomik
bir darboğazın pençesindedir. Ben, yine Atatürk’ten ilhamla sorunlara çözüm
bulmanın mantıklı olduğunu düşünüyorum. Bu düşünceyle, Atatürk’ün İzmir İktisat
Kongre’sini açış konuşmasını aynen aktarıyorum.
"Efendiler;
Aziz Türkiye'mizin iktisadi tealisi esbabını aramak ve
bulmak gibi vatani, hayati ve milli bir gaye-i mukaddese için bugün burada
toplanmış olan sizlerin, muhterem halk mümessillerinin huzurunda bulunmakla çok
mesut ve bahtiyarım.
Efendiler;
Uzun gafletlerle ve derin lakaydi ile geçen asırların
bünye-i iktisadiyemizde açtığı yaraları tedavi etmek ve çarelerini aramak;
memleketi mamuriyete, milleti refahiye ve saadete isal yollarını bulmak için
vuku bulacak mesainizin muvaffakiyetle neticelenmesini temenni eylerim.
Arkadaşlar;
Sizler, doğrudan doğruya milletimizi temsil eden halk
sınıflarının içinden ve onlar tarafından müntahab olarak geliyorsunuz. Bu
itibarla memleketimizin halini, ihtiyacını, milletimizin elemlerini ve
emellerini yakından ve herkesten daha iyi biliyorsunuz. Sizin söyleyeceğiniz
sözler, alınması lüzumunu beyan edeceğiniz tedbirler, halkın lisanından
söylenmiş telakki olunur ve bunun için en büyük isabetlere malik olur. Çünkü
halkın sesi, hakkın sesidir.
Efendiler;
Tarih, milletimizin itila ve inhitatı esbabını ararken
birçok siyasi, askeri, içtimai sebepler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok
bütün bu sebepler hadisat-ı ictimaiyede müessirdirler. Bir milletin doğrudan
doğruya hayatiyle alakadar olan, o milletin iktisadiyatıdır. Tarihin ve
tecrübenin tespit ettiği bu hakikat bizim milli hayatımızda ve milli
tarihimizde tamamen mütecellidir. Hakikaten Türk tarihi tetkik olunursa itila,
inhitat esbabının iktisadi mesailden başka bir şey olmadığı derhal anlaşılır.
Efendiler;
Tarihimizi dolduran zaferler, yahut izmihlallerin
kaffesi ahval-i iktisadiyemizle münasebettar ve alakadardır. Yeni Türkiye'mizi
layık olduğu mertebe-i resanete isâl edebilmek için, behemehal iktisadıyatımıza
birinci derecede ve en çok ehemmiyet vermek mecburiyetindeyiz. Zamanımız
tamamen bir iktisat devrinden başka bir şey değildir.
Bir milletin esbab-ı hayatiyesini, refahiyet ve
saadetini teşkil eden iktisadıyatla iştigal etmemesi, edememesi nazar-ı dikkati
calib bir keyfiyettir. İtirafa mecburuz ki, iktisadiyatımıza lüzumu kadar
ehemmiyet verememiş bulunuyoruz. Bir milletin esbab-ı hayatiyesiyle iştigal
etmemesi veya edememesi, o milletin yaşadığı edvar ile ve o edvarı tespit eden
tarih ile çok alakadardır. Bunun esbabını geçirdiğimiz edvarda, bilhassa
tarihimizde arayabilirsiniz. Şimdiye kadar hakiki manasıyla milli bir devir
yaşamadık, binaaleyh milli bir tarihe malik olamadık.
Bu noktayı biraz izah edebilmiş olmak için hep beraber
Osmanlı tarihini hatırlayalım: Osmanlı tarihinde bütün gayretler, bütün mesai
milletin arzusu, amali ve ihtiyacat-ı hakikiyesi nokta-i nazarından değil;
şunun, bunun amalini, ihtirasatını tatmin nokta-i nazarından vuku bulmuştur.
Mesela; Fatih İstanbul'u zaptettikten sonra yani
Selçuki Saltanatıyla Şarki Roma İmparatorluğu'na tevarüs eyledikten sonra Garbi
Roma İmparatorluğu'na da konmak istedi. Bunun içinde bütün milleti bu hedefe
doğru sevketti.
Mesela; Yavuz Sultan Selim, Fatih'in açtığı Garb
cephesini tespit ile beraber Asya İmparatorluğu'nu birleştirerek büyük bir
İslam ittihadı meydana getirmek istedi.
Kanuni Süleyman, her iki cepheyi tevsi etmek, bütün
Bahr-i sefidi bir Osmanlı havzası haline getirmek, Hindistan üzerinde nüfuz
tesisi gibi şahane bir siyaset takip etmek istedi ve tabii bunun içinde unsur-ı
asliyi, milleti kullandı.
Arkadaşlar;
Bütün bu ef'al ve hareket tetkik olunursa, görülür ki,
bu kudretli ve azametli padişahlar, siyaset-i hariciyelerini; emelleri,
arzuları ve ihtiraslarına istinad ettirmişler ve teşkilat ve siyaset-i
dahiliyelerini, bu mevlud-i ihtirasat olan siyaset-i hariciyelerine göre,
tanzim mecburiyetinde kalmışlardır.
Halbuki teşkilat-ı dahiliyenin, siyaset-i dahiliyenin
vüs'at ve tahammül derecesinde bir siyaset-i hariciye takip eylemek mecburiyeti
vardır. Aksi takdirde felaket ve hüsran muhakkaktır.
Filhakika Osmanlı Hakanları asıl olan bu noktayı
unuttular. Bütün ef'al ve harekatlarını hayaller ve emeller üzerine bina
ettiler. "Teşkilat-ı dahiliyeyi" siyaset-i hariciyeye uydurmak
mecburiyeti hasıl olunca, zaptettikleri mahallerdeki anasırı, olduğu gibi
muhafaza mecburiyetinde kaldıktan başka onlara istisnalar, imtiyazlar
bahşettiler.
Diğer taraftan unsur-i asliyi, uzun seferlerde,
fütuhat meydanlarında dolaştırttılar ve bu suretle kendi kendini tahrib etmiş
oldular.
Bu itibarla millet, yani unsur-i asli kendi evinde,
kendi yurdunda esbab-ı hayatiyesini istihsal için çalışmaktan mahrum bir halde
bulunuyordu. Bu tacidarlar, milleti böyle diyar diyar dolaştırmakla iktifa
etmiyorlar; belki fütuhat dairesi dahiline giren halkı memnun etmek, ecnebileri
memnun etmek için, unsur-i aslinin hukukundan menabi-i iktisadiyesinden bir çok
şeyleri atiyye olarak onlara bahşediyorlardı.
Mesela Fatih zamanında Cenevizlilere verilen
imtiyazlar bu kabildendir. Nitekim bu imtiyazlarla açılan yol bilahare
kendisinden sonra tevesü etmiş bulunuyordu. Ve bu imtiyazat, devletin en
kuvvetli zamanında, vuku buluyordu ve bunlar, mahza ihsan-ı şahane olmak üzere
vuku buluyordu. Kanuni zamanında Venediklilerle bir ticaret muahedesi yapılmak
istenmişti. Padişah bunu şerefine mugayir buldu. Zira ona göre muahede, müsavi
devletler arasında yapılabilirdi. Halbuki o zaman Venedikliler bir bende
makamında idiler. Öyle olmakla beraber ona müsaadatta bulunuldu. İşte bu
müsaade kelimesi bilahare kapitülasyon kelimesi ile tercüme edilmişti. Bu,
arz-ı teslimiyete mecbur olanlar ve bir kal'a içinde mahsur olanlar arasında
kullanılan bir kelimedir.
Millet, eviyle ve esbab-ı hayatiyesiyle iştigalden
memnu olarak diyar diyar dolaştırılıyorken bu diyarlar halkı birçok imtiyazlara
malik olarak çalışıyor, yani fatihler unsur-i asliyi peşine takarak kılıçla
fütuhat yaparken, zaptolunan memalik ahalisi kazandıkları imtiyazlarla,
muhtariyetlerle sapanlarına yapışıyorlar ve toprak üzerinde çalışıyorlardı.
Fakat efendiler alelacele fütuhat yapanlar, sapanla
fütuhat yapanlara binnetice terk-i mevki etmeğe mahkümdur. (Alkışlar) Bu
bir hakikattir ki, tarihin her devrinde aynen vakidir. Mesela Fransızlar
Kanada'da kılıç sallarken oraya İngiliz çiftçisi girmiştir. Bir müddet kılıçla
sapan yekdiğeriyle mücadele etti. Ve nihayet sapan galebe çalarak İngilizler
Kanada'ya sahip oldu. (Alkışlar) Efendiler; kılıç kullanan kol
yorulur, fakat sapan kullanan kol her gün daha çok kuvvetlenir ve her gün
toprağa daha çok sahip olur. (Alkışlar)
Efendiler;
Osmanlı fatihleri, hakanları, müstevlileri unsur-i
asli ile beraber sapanın önünde mağlup olup ric'ate başladıktan sonra asıl
felaketlerin büyüğü başladı. Atiyye-i Şahane olarak ecnebilere bahşedilmiş olan
ve memleket dahilindeki gayr-ı Müslimlere verilen herşeyi hukuk-i müktesebe
telakki olundu. Fakat ecnebiler bununla iktifa etmediler; her gün bunu tevsi
için aradılar ve buldular. Anasır-ı dahiliye, muhafazaya muktedir oldukları
imtiyazata istinaden ve haricin tertibat ve müzaharetine sığınarak siyasi bir mevcudiyet
iktisabı için çalışmaktan geri durmadılar. Ecnebiler bir taraftan anasır-ı
dahiliyeyi teşvik, diğer taraftan müdahale ile devlet ve millet aleyhine yeni
imtiyazlar alıyorlardı. Bu tazyikat-ı mütemadiye altında zaten fakir düşmüş
olan anayurdu ve unsur-i asli, devlete verebilecek parayı güç tedarik
edebiliyorlardı. Fakat tacidarlar, saraylar, bab-ı aliler debdebeyi idame için
paraya muhtaçtırlar. Bunun için, bunu temin çarelerine tevessül etmiştiler. O
çarelerde harici istikrazlar akdi oluyordu. Fakat istikraz şeraitini o kadar
fena yapıyorlardı ki, bazılarını ödemek mümkün olmamaya başladı. Ve nihayet bir
gün devletler Osmanlı Devleti'nin iflasına karar verdiler ve Düyun-ı Umumiye
belasını başımıza çöktürdüler.
Efendiler;
Milletin duçar olduğu bu hazin hal ve bu sefaletin
esbabını arayacak olursak, doğrudan doğruya devlet mefhumunda buluruz.
Biliyorsunuz ki, Osmanlı Devleti saltanat-ı şahsiye ve en son beş on sene
zarfında da saltanat-ı meşruta esasına müsteniden idare-I hükümet ediyordu.
Saltanatı şahsiyede her hususta yalnız tacidarların arzu, emel ve iradeleri
hakimdir.
Milletin arzu, emel, irade ve ihtiyaçları mevzubahis
olmaktan uzaktır. Millet, amal ve iradesinden tecerrüd etmiştir. Tacidarlar
kendilerini Allah tarafından gönderilmiş bir şahsiyet-i ilahiye farzederler.
Etrafını alan menfaatperestan, padişahın zihniyet ve arzusunu bir lazıme-i
semaviye, bir lazıme-i Kur'aniye gibi herkese telkin ederler. Bu telkinat
karşısında bir gün bütün halk, bu arzu ve iradelerin bila muhakeme iradat-ı
semaviye olduğuna kani olur. Bundan tecerrüde rıza gösteren bir milletin
akibeti felaket, musibettir.
Arkadaşlar;
Son tavsif ettiğim noktada artık Osmanlı Devleti
hakikatte ve fi'len mahrum-i istiklal bir hale getirilmişti. Bir devlet ki,
teb'asına koyduğu vergiyi ecnebilere koyamaz; bir devlet ki gümrükleri için
rüsum muamelesi vesaire tanzimi hakkından men'edilir, bir devlet ki ecnebiler
üzerinde hakk-ı kazasını tatbikten mahrumdur. O devlete müstakil denilemez.
Devletin ve milletin hayatına yapılan müdahalat bundan
daha fazladır. Milletin ihtiyacat-ı iktisadiyesinden olan mesela şimendifer
inşası, mesela fabrika yapmak için devlet serbest değildi! Böyle bir şeye
teşebbüs olunursa behemehal müdahale olunurdu. Hayatını teminden aciz olan bir
devlet müstakil olabilir mi?
Osmanlı ülkesi ecnebilerin müstemlekesinden başka bir
şey değildi. Osmanlı halkı, Türk milleti esir vaziyetine getirilmişti. Bu
netice, arzettiğim gibi milletin kendi irade ve hakimiyetine malik
bulunamamasından, şunun bunun elinde istimal edilmesinden neş'et etmişti.
O halde diyebiliriz ki, milli bir devir yaşamıyorduk.
Milli tarihe malik bulunmuyorduk. Osmanlı tarihi padişahların, hakanların,
zümrelerin dasitanı mahiyetinde idi. Mazinin tarih diye uzattığı kitabın
mahiyeti bundan ibarettir.
Arkadaşlar;
Milletin hakimiyetine sahib olamaması yüzünden dahil
olduğumuz Harb-i Umumi’den ve bu harb-i umumide kıymetli evlatlarınızdan
mürekkeb kahraman ordularımızın Galiçya, Romanya, Makedonya, Kafkas Şahikaları,
Tur-i Sina çöllerinde duçar olduğu zahmetleri hatırlatacak kadar çok zaman
geçmedi ve en nihayet bu Harb-i Umumi’nin şeametli neticesi de malumdur.
Bilhassa Mondros Mütarekesi’yle açılan devrin manzarasını biran düşünmek
isteyecek olursanız baştan aşağı kadar bir manzara-i inhilalden başka birşey
olmadığını anlarsınız. Devletler her türlü hukuk-i insaniyeden tecerrüt ederek
memleketimizin en kıymetli ve en feyzdar yerlerini çiğnediler.
İzmir, Bursa, Eskişehir, Sakarya, Anadolu, Adana,
Trakya, İstanbul vesaire gibi en aziz yerlerimizi çiğnediler. Fakat düşmanların
bu tarz-ı hareketten daha elim bir nokta varsa, o da bu memleketin asırlarca
başında bulunan insanların dahi düşman saflarına geçmiş bulunmasıdır. (Kahrolsun
sadaları)
Arkadaşlar;
Biliyorsunuz ki, bu dahili düşmanlar, harici düşmanların
yapmaya muktedir olamayacağı şen'i ve feci ef'al ve harekatı irtikabda tereddüt
göstermemişlerdir. Harici düşman kuvvetleri saydığım aziz vatan topraklarında
bulunurken, padişahın iradeleri ve neşrettiği fetvalarıyla ve hilafet
ordularıyla bu masum millet şurada, burada izlal ve iğfal olunuyordu. Ve kendi
mevcudiyetine karşı, farkına varamayarak, silah istimal ediyordu ve nihayet hep
bildiğimiz veçhile Osmanlı Devleti tamamen münkariz olmuştu.
Fakat düşmanlarımız aynı zamanda Osmanlı Devletiyle beraber
Türk milletinin de mahvolduğunu zannetti. İşte bunda çok aldanıyordu. Osmanlı
Devleti gibi çok devletler kurmuş olan Türk milleti mahvolmazdı ve
mahvolmamıştı. (Şiddetli alkışlar) Bilakis hayatına vurulan bu
darbelerden, harici ve dahili düşmanların acı darbelerinden, birdenbire bütün
tayakkuzlarını, bütün intibahlarını takındı, hayatını, şerefini kurtarmak için
kemal-i şerefle başını kaldırdı. Ve müttehiden ve mütesaniden ortaya
atıldı. (Şiddetli alkışlar) İşte milletimiz o dakikadan
itibaren milli bir devre girdi; bir halk devresinin mebdeini kurdu. Millet bu
mebdeden işe başladığı gün, kendisine hedef olan yolların ne kadar kesif
zulmetler içinde bulunduğunu hatırlarız. Bu hal milleti ye'se düşürmedi.
Kemal-i azm ile hedefine hatvelerini attı.
Efendiler;
Milletimiz halas-ı kat'i ve hakikiye mazhar olabilmek
için iki umdeye istinadın şart olduğunu anladı. Onlardan birincisi: Misak-ı
Milli'nin ifade ettiği ruh ve mana.
İkincisi: Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzun tesbit ettiği
gayr-ı kabil tebeddül hakayık.
Misak-ı Milli, milletin istiklal-i tammını temin eden
ve bunun için iktisadiyatında inkişafına mani olan bütün sebepleri bir daha
avdet idrak etmemek üzere lağveden bir düsturdur. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu
Osmanlı İmparatorluğu'nun, devletinin tarihe münkalib olduğunu idrak eden, onun
yerine yeni Türkiye Devleti 'nin kaim olduğunu ilan eden bir kanundur. Bu
devletin hayatınında bila kayd ü şart hakimiyetin milletin uhdesinde kalacağını
ifade eden kanundur.
Bu kanun, hakimiyetin milletin uhdesinde kalabilmesi
için halkın bizzat kendini idaresini şart kılan bir kanundur.
Artık Türkiye halkı için yegane mümessil teşrii ve
icrai salahiyeti haiz olan Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetidi, diyen
bir kanundur. Bab-ı Ali yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetini koyan
bir kanundur.
Efendiler;
Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetinin milletten aldığı
veçhile istiklal-i tam, hakimiyet-i milliye umdelerine istinaden milleti
zengin, memleketi mamur etmekten ibarettir. (Alkışlar)
Efendiler;
Bu umde icabı bütün cihan bilmelidir ki, artık Türkiye
halkı; hakimiyetini hiçbir şahıs ve makama veremez. Hakimiyet demek şeref
demek, namus demek, haysiyet demektir. Bir milletten bu evsaf-ı medeniye ve
insaniyesinin terkini taleb etmek onu insanlıktan çıkarmak demektir.
Efendiler;
Milletimiz bu iki esasa istinad eder. Çalışmaya
başladığı günden bugüne kadar geçen zaman çok değil, üç buçuk, dört seneden
ibarettir, fakat milletimizin kazandığı muvaffakiyat ve muzafferiyat bu
senelere sığmayacak kadar çoktur, taşkındır, yüksektir ve kuvvetlidir. (Sürekli
alkışlar)
Hakikaten irade-i seniyyeler; Hilafet orduları ve
teşvikat ile olan isyanların kaffesi bastırılmıştır ve tüfeksiz, topsuz,
parasız bulunduğu bir zamanda yeniden dünyanın en kudretli en azametli ordusunu
teşkile kudretyab olmuştur. (Alkışlar) Orada daha hal-i
teşekkülde iken Birinci, İkinci İnönü, Sakarya zaferlerini ihraz etmiş (Alkışlar) ve
cihanı hayretlerde bırakan en son muzafferiyeti de kemal-i şiddet ve süratle
ihraz ederek düşman ordularını bire kadar mahvetmiştir. (Pek sürekli
alkışlar yaşa, var ol sadaları)
İstiklal-i tam için şu düstur var: Hakimiyet-i milliye,
hakimiyet-i iktisadiye ile tarsin edilmelidir. Bu kadar büyük gayeler, bu kadar
mukaddes, azametli hedefler kağıt üzerindeki düsturlarla, arzu ve hırsla husul
bulamaz. Bunların tahakkuk-i tammını temin için yegane kuvvet, en kuvvetli
temel iktisadiyattır. Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa
olsun, iktisadi zaferle tetvic edilemezse semere, netice paydar olamaz. En
kuvvetli ve parlak zaferimizi de tetvic eden semerat-ı nafiayı temin için
hakimiyet-i iktisadiyemizin temin ve tarsini lazımdır.
Bu kadar feyizli, bu kadar kudretli olan yeni
hükümetimizin düşmansız kalacağını farzetmek doğru değildir. Bunun için çok
kundaklar koyarak münhedem etmeğe çalışacak ve suikasde teşebbüs edecekler
bulunacaktır. Bütün bunlara karşı silahımız, iktisadiyatımızdaki kuvvet;
resanet ve muvaffakiyetimiz olacaktır.
Efendiler;
Dahil olduğumuz halk devrinin, milli devrin milli
tarihini de yazabilmek için kalemler, sapanlar olacaktır. (Alkışlar) Bence
halk devri iktisat devri mefhumiyle ifade olunur. Öyle bir iktisat devri ki,
memleketimiz mamur, milletimiz müreffeh ve zengin olsun. Bu noktada bir
felsefeyi hatırlayınız o da: "El-kana'atu kenzün la-yüfna"
Bu felsefeyi yanlış tefsir yüzünden bu millete büyük
fenalık edilmiştir. Allah yarattığı nimet ve güzellikleri insanların istifadesi
için yaratmıştır. Allah zeka ve aklı bunun için verdi. Eğer vatan kupkuru dağ
ve taşlardan, viran köy, kasaba ve şehirlerden ibaret olsaydı onun zindandan
farkı olamazdı. Felsefenin sahibleri memleketi zindan ve cehennemden başka bir
şey yapmamıştı. Bu vatan evlad ve ahfadımız için cennet yapılmaya layıktır. Bu
faaliyet-i iktisadiye ile kaabildir. Öyle bir iktisat devri ki, artık
milletimiz insanca yaşamasını bilsin ve o esbabı bilerek ona göre lazım olan
tedabire tevessül etsin.
Arzumuz şudur: Bu memleketin efradı ellerinde
nümuneleriyle, ziraat, ticaret, sanat, say ve sapanın mümessili olsun. Artık bu
memleket fakir, millet hakir değil, belki memleketimiz zenginler memleketidir.
Bu yeni Türkiye'nin adına, çalışkanlar diyarı denir. (Alkışlar) İşte
millet böyle bir devir içinde bulunuyor, bu böyle bir devri ala edecek ve
tarihini yazacaktır. Bu tarihte en büyük makam çalışkanlara ait
olacaktır. (Alkışlar)
Efendiler;
Türkiye İktisat Kongresi tarihte ilk defa ihraz-ı
mevki-i bülend edecek bir kongredir. Ve sizler bu memleketin ihtiyacını,
milletin ihtiyacını ve milletin kabiliyetini ve bunun karşısında dünyada mevcut
olan çok kuvvetli iktisat teşkilatını nazar-ı dikkate alarak, alınması lazım gelen
tedbirleri kemal-i vuzuh ile teati ve tesbit etmelisiniz. O tedbirler tatbik
olundukça memleketimizin nurlara, feyizlere müstagrak olsun.
Arkadaşlar;
Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetini tabii
milletin amali dairesinde terakki ve teceddüde tamamen taraftardır. Bunun için
mülk ve millete naf'i ittihaz edeceğiniz tedabiri memnuniyetle nazar-ı dikkate
alacaktır.
Efendiler;
İktisadiyat sahasında düşünür ve konuşurken
zannolunmasın ki, ecnebi sermayesine hasımız; hayır bizim memleketimiz
vasi'dir. Çok say ve sermayeye ihtiyacımız var. Kanunlarımıza riayet şartıyla
ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeğe her zaman hazırız. Ecnebi
sermayesi bizim say'imize inzimam etsin ve bizim ile onlar için faideli neticeler
versin. Mazide, Tanzimat devrinden sonra ecnebi sermayesi müstesna bir mevkiye
malikti, devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin jandarmalığından başka birşey
yapmamıştır. Her yeni millet gibi Türkiye buna muvafakat edemez. Burasını esir
ülkesi yaptırmayız. (Alkışlar)
Arkadaşlar;
Son söz olarak demiştim ki; memleketimizi artık esir
ülkesi yaptırmayız. Nazar-ı dikkatinizi celbetmiş olan konferansın son
müzekeratı bu nokta ile alakadardır. Lozan Konferansı’nın talike uğraması aynı
mesele ve noktadan münbaistir. Ordularımız en büyük bir zaferi ihraz etmişler
ve meşy-i muzafferranesini tevkif edecek hiçbir mania mevcut değildi. Böyle bir
zamanda İtilaf Devletleri hukuk-i tabiiye ve meşruamızı müzakerat ile tasdik
edeceklerini, müzakeratla halledeceklerini söylediler ve bizi konferansa davet
ettiler.
Millet, Meclis ve hükümetimiz samimi olarak sulh
taraftarı bulunduğu için muzaffer ordularımızı durdurarak, heyet-i
murahhasamızı Lozan'a gönderdik. Aylardan beri müzakerat, münakaşat devam etti.
Muhatablarımız hukukumuzu tasdik etmiş olmadı.
Konferanstaki muhatablarımız bizimle üç dört senelik
değil, üç yüz, dört yüz senelik hesabatı rü'yet ediyorlar ve hala
muhatablarımız Osmanlı Devleti'nin tarihe karıştığını ve bugün yeni Türkiye'nin
mevcudiyetini, bunu kuran milletin çok azimkar, imanlı ve celadetli olduğunu,
istiklal-i tamm ve hakimiyet-i milliyesinden zerre kadar fedakarlık
yapamayacağını hala anlayamamışlardır. Bu yüzden İtilaf Devletleri düçar-ı
tereddüt oldu. İstedikleri kadar tereddüt edebilirler. Bu millet artık kararını
vermiştir. Bu millet için tereddüt devirleri çoktan geçmiştir. (Pek
sürekli ve pek şedid alkışlar)
Devletlerin hey'et-i murahhasımıza verdikleri son
proje bittabi şayan-ı kabul görülmedi. Ve diğer murahhaslar gibi bizimkiler de
vaziyeti hükümet ve icab ederlerse, meclise izah etmek üzere memlekete avdet
ediyorlar. Tabii istizahat olacaktır.
Nihayet bütün cihan bilsin ki, bu millet istiklal-i
tammının temin edildiğini görmedikçe yürümeğe başladığı yoldan bir an tevakkuf
etmeyecektir. (Alkışlar) Biz kimseden fazla birşey istemiyoruz, her
medeni milletin malik olduğu şeylerden mahrum edilmemeliyiz. Haklarımız tabii
meşrudur, bize lazımdır. Ne kadar haklı isek bunu müdafaa için de memleket ve
milletimizin kabiliyet ve kudreti de o kadardır.(Alkışlar)
Efendiler;
Görülüyor ki, bu kadar kat'i ve yüksek bir zafer-i
askeriden sonra dahi bizi sulha kavuşmaktan men'eden esbab doğrudan doğruya
esbab-ı iktisadiyedir, mülahazat-ı iktisadiyedir. Çünkü bu devlet, bu millet
hakimiyet-i iktisadiyesini temin ederse, o kadar kuvvetli temel üzerinde
yerleşmiş ve teali etmeğe başlamış olacaktır ve artık bunu yerinden kımıldatmak
mümkün olamayacaktır. İşte düşmanlarımızın, hakiki düşmanlarımızın muvafakat,
bir türlü rıza göstermedikleri budur.
Efendiler;
Bu fi'len vaki olmuştur. Sulh denilen şeyin temini
için ecnebilerin bu hakikati itiraf etmemekteki tereddütlerine mantıki mana
vermek mümkün değildir. Çok şayan-ı arzudur ki, pek yakın bir zamanda onlar da
bu hakikati itiraf ederler ve bütün cihan-ı medeniyetin pek büyük hahiş ve
tahassürle intizar ettiği sulhun in'ikadına mani olmak mes'uliyetinden ictinab
ederler. Şimdiden esbab-ı hayatiyetimizi temine başlamış bulunuyoruz. Ve
bittabi hal-i sulhun in'ikadında daha büyük inkişafat oluyor. Fakat muvaffak
olmak için çok çalışmak lazım olduğunu bilmeliyiz. İktisadiyat, iktisadiyat
diyoruz. Fakat arkadaşlar iktisadiyat demek herşey demektir. Yaşamak için,
mesut olmak için, mevcudiyet-i insaniye için ne lazımsa bunların kaffesi
demektir, ziraat demektir, ticaret demektir, say demektir, herşey demektir.
Bütün bu hususta el'an memleket ve milletimizin ne halde olduğunu sizler çok
güzel bilirsiniz. Tavsif etmek istemeyeceğim. Ancak memleketimizin vüs'ati ve
nüfusumuzun bu vüs'atle ne kadar gayrı mütenasib olduğunu da hatırlayınız. Bu
vasi ve feyizli toprakları işleyebilmek, işletebilmek için noksan olan el
emeğini behemehal fenni alat ile telafi etmek mecburiyetindeyiz. Memleketimizi
bundan başka şimendiferler ile ve üzerinde otomobiller çalışır şoseler ile
şebeke haline getirmek mecburiyetindeyiz. Çünkü garbın ve cihanın vesaiti
bunlar oldukça, şimendiferler oldukça, bunlara karşı merkebler ve kağnı ile ve
tabii yollar üzerinde müsabakaya çıkışmanın imkanı yoktur. Memleketimiz ziraat
memleketidir. Bu itibarla, halkımızın ekseriyeti çiftçidir, çobandır.
Binaenaleyh en büyük kuvveti, kudreti bu sahada gösterebiliriz ve bu sahada
mühim müsabaka meydanlarına atılabiliriz. Fakat aynı zamanda sınaatımızı da
tezyid ve tevsi etmek mecburiyetindeyiz. Eğer sanat hususunda yine müsamahakar
olursak, o halde asar-ı sanayide yine haricin haraç-güzarı oluruz, mahsulat ve
mamulatın mübadelatı ve servete inkılabı için ticarete ihtiyacımız vardır.
Ticaretimizin ağyar elinde kalması memleketimizin servetinden lüzumu kadar istifade
edememeği bais olur. Fakat bütün bunlar söylendiği kadar basit ve kolay olmayan
şeylerdir. Bunda muvaffak olabilmek için hakikaten memleketin ve milletin
ihtiyacına mutabık esaslı program üzerinde bütün milletin müttehit ve hemahenk
olarak çalışması lazımdır. Hey'et-i aliyeniz bu esasatın en kıymetlilerini
inşallah bulup ortaya koyacaksınız.
Arkadaşlar;
Bence yeni devletimizin, yeni hükümetimizin bütün
esasları, bütün programları iktisat programından çıkmalıdır. Çünkü demin
dediğim gibi herşey bunun içinde mündemiçtir. Binaenaleyh evlatlarımızı o
suretle talim ve terbiye etmeliyiz, onlara bu suretle ilim ve irfan vermeliyiz
ki, alem-i ticaret, ziraat ve sınaatte ve bütün bunların faaliyet sahalarında
müsmir olsunlar, müessir olsunlar, faal olsunlar, ameli bir uzuv olsunlar.
Binaenaleyh maarif programımız gerek iptidai tahsilde,
gerek orta tahsilde verilecek bütün şeyler bu noktai nazara göre olmalıdır.
Maarif programlarımız gibi şuabat-ı devlet için tasavvur olunacak programlar
dahi iktisat programına istinad etmekten kendini kurtaramazlar. Esaslı bir
program tesbit etmek, program üzerine bütün milleti hemahenk olarak çalıştırmak
lazımdır. Bizim halkımızın menfaatleri yekdiğerinden ayrılır sunuf halinde
değil bilakis mevcudiyetleri ile muhassala-i mesaisi yekdiğerine lazım olan
sınıflardan ibarettir. Bu dakikada sami'lerinin çiftçilerdir, sanatkarlardır,
tüccarlardır ve işçilerdir. Bunların hangisi yekdiğerinin muarızı olabilir.
Çiftçinin sanatkara; sanatkarın çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsine,
yekdiğerine ve ameleye muhtaç olduğunu kim inkar edebilir.
Bugün mevcut olan fabrikalarımızda ve daha çok
olmasını temenni ettiğimiz fabrikalarımızda kendi işçilerimiz çalışmalıdır.
Müreffeh ve memnun olarak çalışmalıdır. Ve bütün bu saydığımız sınıflar aynı
zamanda zengin olmalıdır. Ve hayatın lezzet-i hakikisini tadabilmelidir ki,
çalışmak için kudret ve kuvvet bulabilsin. Binaenaleyh programdan bahsolunduğu
zaman adeta diyebiliriz ki, bütün halk için bir say misak-ı milisi mahiyetinde
olan program etrafında toplanmakta hasıl olacak olan şekl-i siyasi ise alel'ade
bir fırka mahiyetinde tasavvur edilmemek lazım gelir ve bade's-sulh vukua
gelebilecek böyle şekl-i siyasinin şimdiye kadar olduğu gibi milletin azim ve
imanıyla ve vahdet ve tesanüdün birbirine müzahir olmasıyla muvaffak olacağı
hakkındaki kanaatim kavidir ve tamdır.
Efendiler,
Hey'et-i aliyenizin bugün akdedmiş olduğu Türkiye
İktisat Kongresi çok mühimdir. Çok tarihidir. Nasıl ki, Erzurum Kongresi
felaket noktasına gelmiş olan bu milleti kurtarmak hususunda Misak-ı Milli’nin
ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ilk temel taşlarını tedarik hususunda amil
olmuş, müessir olmuş, müteşebbis olmuş ve bundan dolayı tarihimizde, tarih-i
millimizde en kıymetli ve yüksek hatırayı ihraz etmiş ise , kongreniz dahi
milletin ve memleketin hayat ve halas-ı hakikisini temine medar olacak düsturun
temel taşlarını ve esaslarını ihraz edip ortaya koymak suretiyle tarihte büyük
namı ve çok kıymetli bir hatırayı ihraz edecektir. (Alkışlar) Bu
kadar kıymetli ve tarihi kongrenizi küşad etmek şerefini bana bahşettiğinizden
dolayı hassaten arz-ı teşekkürat ederim. (Alkışlar) (Estağfurullah
sesleri) Ve böyle bir kongreyi akdeden sizlersiniz. Bundan dolayı sizi
şayan-ı tebrik görür ve tebrik ederim. (Teşekkür ederiz sesleri) Kongre
küşad edilmiştir efendim."