28 Şubat 2022 Pazartesi

EFENDİLER NEREYE? (REFİK HALİD KARAY)



İttihadçı liderlerin en önemlileri, 1 Kasım 1918 gecesi ülkeyi terk etti. Cihan Harbi kaybedilmişti. Ülkenin toptan yok olduğu ve her tarafının işgale uğrayacağı konuşuluyordu. Uğursuz zamanlardı.


Bu mağlubiyetten ötürü en fazla suçlanan tabiî ki İttihadçılardı. Basın, dört bir yandan “devr-i sabık” yaratıyordu. Matbuatta kalemini en fazla sivrilten, yeminli İttihad Terakki düşmanı Refik Halid’di. Türkçeyi en güzel kullanan yazarlardan olan Refik Halid, kelimelerini acımasızca İttihadçılara doğrultuyordu. Bu yazılar, Türk basınının tarihine de en sert eleştiri yazıları olarak geçiyor, etkisi günümüze dek sürecek bir algı yaratıyordu.


Hatası ve sevabıyla çok gerilerde kalan günleri tartışmaya açmayı uygun bulmuyorum. O yüzden “Kim haklı?” meselesine girmiyorum. Refik Halid’in 150’likler listesinde bulunduğu notunu düşerek, 5 Kasım 1918 tarihli Zaman Gazetesi’nde yayınlanan “Efendiler Nereye?” yazısının tam metnini dikkatinize sunuyorum.




"Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye?


Yaz başlangıcında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız birtakım tahtakuruları çıkar, iğne gibi vücudumuza batarlar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli, canlı, iri yarı şuraya buraya kaçarlar… Galiba şafak attı, güneş doğuyor; tahtakuruları nereye?


Ücrâ dağ başlarında gözleri ateşli, dişleri keskin, tüyleri dimdik aç kurtlar vardır. Köpeksiz sürülere dalarlar, boyunları kaparlar, etrafa kan, kemik saçıp mideleri dolu inlerine kaçarlar. Galiba çoban göründü, köpekler hırlıyor; tok kurtlar nereye?


Kedisiz evlerde fareler vardır; kilerlere girerler, dolapları delerler, şunu, bunu kemirip, sağa sola koşuşup baş köşede gezerler, bir pıtırtı olunca deliklere girerler… Galiba koku aldınız, kedi geliyor; koca fareler nereye?


Dul annelerin haylâz çocukları vardır; sandıkları kırarlar, paraları çalarlar, bohçaları aşırıp Yahudi’ye satarlar ve sonra korkup sokak sokak kaçarlar… Galiba foyanız meydana çıktı, yakanız ele geçecek, ziyânkar evlatlar nereye?


Vurdular, kırdılar; yaktılar, yıktılar; astılar, kestiler; kastılar, kavurdular; nihayet leşimizi meydanlara sererek yılan gibi kaçtılar; memlekete düşmanları sokarak üstümüzden aştılar…


Eli sopalı, beli palalı, gözü kanlı paşalar damdan dama nereye?


O zamanlar kalemler kırık, gözler yumuk, boyunlar eğili, ağızlar kilitliydi. “Gel!” diyordunuz, halk karnını yerde sürüyerek ezile-büzüle koşuyor, ayaklarınızın altına sokulup tir tir titriyordu. “Git!” diyordunuz, kapıya kendini zor atıyor, merdivenleri dörder dörder atlayarak canını güç kurtarıyordu. Siz nâzır değildiniz, derebeyliği yaptınız… Siz âmir olmadınız, sergerdelik ettiniz… Siz valilik yapmadınız, asesbaşılık ettiniz… Efelere taş çıkardınız; zorbalara parmak ısırttınız; Çakıcı’ya rahmet okuttunuz. Kabakçı’yı gölgede bıraktınız… Biraz daha geçseydi evliya diye “Patrona”lara türbe kurup başlarında kandil yakacaktık; “Muslî”leri kahraman bilip nâmlarına heykel dikecektik, “Sakallı”lara can verip mevkilere geçirecektik.


“As!” deyince sıra sıra darağaçları kurulur, “Yak!” deyince alev alev meşaleler tutuşur, “Bas!” deyince tabur tabur jandarmalar üşüşürdü… Elinizde zindan anahtarları, belinizde idam ipleri, sırtınızda darağaçları vilâyet vilâyet dolaştınız; Ali’ye çattınız, Veli’ye bastınız, Ahmed’i kastınız, Mehmed’i kavurdunuz; beş senedir her tarafta kargalara insan leşinden öbek öbek ziyafetler çektiniz; akbabaları çocuk ölüsü ile besleyip kartalları artık adam etinden tiksindirdiniz…


Muhalif mi? Al aşağı… Muharrir mi? Vur başına… Türk mü? Sür ölüme… Rum mu? İste parasını… Ermeni mi? Kes kafasını… Arap mı? Çek ipe… Kadın mı? Gönder eve… Haydut mu? Buyurun köşeye… Külhanbeyi mi? Gelsin yanıma… Yahudi mi? Sor fikrini… Kalan kimseye at sopayı… Paraları koy cebine, işte sizin programınız bu!


Hani Karagöz’de “Kanlı Nigâr” oyunu vardır, “Urun kızlar kol demirini!” derler de kapılar kapanır, avane üşüşüp anadan doğma soyarak misafiri çırılçıplak dışarıya fırlatır… İşte siz böyle yaptınız, boğazları kapatıp içeride keyfinize gideni işlediniz, kimimizi soydunuz, kimimizi vurdunuz.


“Açılır besmeleyle her sabah dükkânımız/ Cellâdbaşı Kara Ali pîrimiz üstâdımız” levhasını başınızın ucuna asıp palalarla sopalarla işe giriştiniz; sürülerle insanları dağ başlarına götürüp satırlardan geçirdiniz, babaları, evlâtları yoktan yere harcayarak Anadolu içerisinde dul kadından, yoksul yetimden başkasını bırakmadınız. Ne oluyordunuz? Bu kanlı işgüzarlıklar, bu canavar akını, bu fitne ve fesat siyaseti ne fayda verecekti? Ne kazanacaktık? Dünyayı mı alacak, Mısır’a sultan mı olacak, Hind’e şah mı gidecektik?


Sizin sadrazamlıkla, seraskerlikle, nâzırlıkla gözleriniz doymamıştı, a padişah heveslileri… Şam’da, Halep’te az daha nâmınıza hutbe okutup, isminize sikke kestirecektiniz… Yiğitlik sizde, kahramanlık sizde, avurt zavurt sizde, caka tavır, hepsi sizdeydi… Şimdi böyle sinsi sansar gibi tavandan tavana nereye?


Evet, nereye gidiyorlar? Mahalle kahvesinden bir adımda sadârete, meyhane peykesinden bir basışta nezarete, tulumbacı koğuşundan bir hamlede vilâyete eren bu türediler nereye gidiyorlar? Kendileri kürklere büründüler, milletin derisini soydular. Kasalarına altın doldurdular, bizim cebimize kâğıt tıktılar; halk seril-sefil cami avlularında yatarken çiftlikler aldılar, kâşâneler yaptırdılar. Açlıktan ölenlerin lokmasını ağzından çalarak haspalara ziyafet çektiler; susuzluktan bunalanların destisini aşırıp havuzlarını doldurdular, içinde kayık yüzdürdüler… Han, hamam yıktılar, darağaçları kurdular; hânümanlar söndürüp memleketler yaktılar; yağ aldılar, bal sattılar, yün çaldılar, pamuk attılar… Ne çocuk dediler ne ihtiyar; ne padişah tanıdılar ne nizam; ne merhamet bildiler ne insaf… Halk açlıktan sokaklarda pösteki kemirirken onlar konaklarında bülbül beyni yediler, kuş sütü içtiler… Anamıza sövdüler, babamızı dövdüler, tırnaklarımızı söktüler, hülâsa bacağından yakalayıp bu devleti yerden yere vurdular, paçavraya çevirdiler.


İşte milleti büsbütün öldürdüklerinden emin olsunlar; zira damarlarımızda bir damla kan, kollarımızda bir zerre kuvvet kalmış olsaydı yakalarından yapışır öcümüzü alırdık… Halbuki kollarını sallaya sallaya, yüzümüze tüküre tüküre gittiler…


Aşkolsun! At da size yaraşır, meydan da… Bizde bu ölü kan, sizde o yaman surat olduktan sonra bir gün olur yine gelirsiniz. Eteklerinizi öptürüp ciğerlerimizi söndürürsünüz. Biz size: “Kırk katır mı, kırk satır mı?” diye soramadık; yarın sizin bize:

– “Ölümlerden ölüm beğen!” demek artık hakkınızdır. Lâyıkımız olan paşalar! Topumuzun kafasını bir kılıçta çıkarmadan nereye?"


22 Şubat 2022 Salı

MUHTIRA


Unutulmuş kelimelerde bu sefer muhtıra sözcüğünü ağırlıyoruz. 

Dün, yani 21 Şubat 2022 günü, Rus Çarı Putin öldü zannedilen bütün "değerleri" dirilten bir konuşma yaptı ve cari uluslararası sisteme meydan okudu. Bu konuşma bir muhtıra niteliğindeydi. Peki muhtıra ne demektir? Şemseddin Sami üstadımıza danışıyoruz. Kâmûs-ı Türkî'de şöyle açıklıyor: 

"muhtıra: muhtırât. 1. bir işi hatıra getirtmek maksadıyla ve ihtâr-ı keyfiyet niyetiyle takdim olunan müzekkire: kendisi bir muhtıra takdim eyledi; benimki bir muhtırâdır, isterse kabul eder, isterse etmez. 2. hatıra gelen bir şeyi unutmamak için yazılan pusula: bir muhtıra yazıp cebime koydum; muhtıra defteri, cüzdanı."

Yapmanız gereken işleri muhtıraya lüzum kalmadan veyahut muhatap olmadan yapabilmeniz dileğiyle, muhatarasız günler temenni ederim. Bir sonraki unutulmuş kelimede buluşmak üzere... 

11 Şubat 2022 Cuma

HALİL PAŞA'NIN TRABLUSGARP HATIRALARI


Halil Paşa (KUT) Bitmeyen Savaş isimli hatıratının 82-121. sayfaları arasını Trablusgarp'a ayırmıştır. Oradan dikkat çekici bulduğum bazı bölümleri, atlamalar yaparak, alıntılıyacak; 110 sene sonra aynı yerde çarpışan askerlerimize selam çakacağım. 


"Günler ve aylar süratle geçti. Takvim yaprakları üzerine 1911 tarihi düştü. Birgün Makedonya ve İmparatorluğun İdare Merkezi İstanbul'da ortalığı allak bullak eden bir haber duyuldu: İtalya, Türkiye'nin Trablusgarp Vilâyeti'ne silâhlı tecavüzde bulunmuştur...

İtalyanların bu hareketleri İttihat ve Terakki ile O'na bağlı, genç vatansever subaylar üzerinde bir şok tesiri yarattı. Trablusgarp'ta esasen zayıf bir birlik vardı. Ki bu zannedersem 15. Fırka idi. Bu tümenin talim terbiye görmüş askerleri terhis edilmiş, yeni efrat da henüz birliklerine ulaşmamıştı. İtalyanların İttihat ve Terakki içinde "Kahpece" olarak vasıflandırılan bu hareketleri bütün Türklerin izzetinefislerinde tamiri mümkün olmayan bir yara açtı. Ve ilk akla gelen şey de Trablusgarp'te ölünceye kadar vuruşmak oldu...

Selânik'te Vardar Güneşi Apostol'un ve çetesinin imha hareketi sonuçlandığı için Üçüncü Ordu Kumandanlığından şu emri aldım:

"Garp Trablusu'nun takviyesi için derhal hareket edeceksiniz." 

Yol parası olarak Üçüncü Ordu 150 altın, Cemiyet de gene 150 altın verdiler. Selânik'e getirmiş olduğum anneme, eşimi ve altı aylık oğlum Aydın'ı alarak İstanbul'a dönmesini söyledim ve Trablusgarp'a gitmek için Paris'e hareket ettim. 

Paris-Marsilya-Tunus yoluyla Trablusgarp'a varmak istiyordum." (s.82-83) 

Trablusgarp'ta Durum

"O tarihte 15. Fırka Kumandanı Erkânıharp Miralayı Neşet Bey, Erkânıharp Binbaşısı Fethi (OKYAR) ve Yüzbaşı Abdülkadir (eski Ankara valisi, İzmir Suikastı'nın elebaşlarından olduğu için idam edildi-FK) beyler oradaydılar.

Asker az, cephane hiç yok denebilecek kadar... İtalyanların bütün malzemeleri tamam, cephane ve asker sayısı üstünlüğü kat be kat! Bu duruma göre İtalyanlara karşı zafer ümidi zayıf görülüyor... Üstelik çeşitli şekillerde aleyhimizde tahrik edilen ve satın alınan aşiretlerin de aleyhimizde savaşa katılmaları her an bekleniyor." (s.97) 

"Eldeki cephane her savaşçıya ancak yirmi fişek verebileceğimiz kadardı. Hiçbir taraftan da cephane ikmali yapmak imkânı yoktu. Sonra bunun bir yolunu bulmakta gecikmedik. Kaçakçılar vasıtası ile karabarut temin ediliyordu. Kapsülleri de Tunus üzerinden dışarıdaki arkadaşlar taahhütlü mektuplarla gönderiyorlardı. İş kurşunu temin etmeye kalıyordu... Mektupla kapsül getirtebildiğimize göre bunun da bir çaresine bakardık ya...

Ve çareyi bulduk. Araplar sekizer onar kişilik gruplar halinde kum tepelerinin arkasından şöyle bir gözükünce devamlı tarassutta bulunan donanma yaylım ateşine başlayıveriyor... Araplar kafalarını kuma gömüp saklanıyorlar, sonra ateş kesilince de kumların arasından misketleri ayıklatıyordum...

Sözün kısası, İtalyanlar vasıtası ile kurşun temini yolu da bulundu. Bu garip düşmanların aklına, neden bu adamlar kafalarını kum tepeleri ardından uzatıp uzatıp çekerler diye birşey gelmiş ve düşünmüş durmuşlardır... Ama bir türlü de sebebini öğrenememişlerdir... Askerlerle beraber bu iş Arapların da hoşuna gitmeye başladı, bu defa kum tepelerinin arkası Arap doldu... Onlar da misketleri toplayıp bana satmaya başladılar... İlk zamanlar az olan miktar, sonra öyle çoğaldı ki kurşun madeni bulduk sanki. Bir deve yükü kurşunun fiyatı bir franga kadar düştü... Arada bir, bir iki kaza olunca İtalyanlara yeni oyunlar oynanmaya başlandı. Bu defa Araplar kendilerini de göstermiyorlar... Sopalara bağladıkları çuval parçalarını tepelerin ardından uzatınca veryansın kurşun geliyordu... Böylece toplanan kurşunlar eritildikten sonra kumdan yapılan kalıplarda eritildi ve kalıplanarak ihtiyacımız giderilmeye başlandı..." (s. 101-2) 

Ayrılık

"Hams'tan ayrılmam hazin bir tabloydu. Araplar kendilerini bırakıp gitmememiz için yalvarırlarken İtalyan tayyarelerinin attıkları ajans bültenleri Balkan Harbi'nin kötü gittiğini bildiriyordu. Vapur rıhtımdan ayrılırken sahilde bir sükût ve bir boyun büküklüğü ile imparatorluğun unutmuşluğunun susuz toprakları ile kırgın insanları geride kalıyordu." (s. 116) 

Enver Paşa'nın bir yaş küçük amcası, Mustafa Kemal Paşa'nın Harbiye'den sınıf arkadaşı, Kut Kahramanı olan Halil Paşa yakın tarihimizin mühim simalarındandır. Tartışmalı konulara pek girmese de hatıraları tarihi önemi haizdir. Bitmeyen Savaş isimli bu kitabı meraklısına tavsiye ederken, bir asır sonra aynı yerde çarpışan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin gözden ırak fakat gönülden ırak olmayan kahramanlarına da selam ederim. Allah Türk askerini korusun!