31 Ocak 2021 Pazar

İSTİKŞÂF

Ana kaynaklarımızdan Kâmûs-ı Türkî

 

Bugünkü unutulmuş kelimemiz, kullanım olarak değil ama anlam olarak unutulmuşlardan. 


Biliyorsunuz yakın zamanda Yunanlılarla yeniden başlayan görüşme dizimize "istikşâfî görüşmeler" ismi takıldı. Peki, nedir bu istikşâf? Buyurun, Şemseddin Sami'ye soralım.


Kâmûs-ı Türkî'de şöyle geçiyor:

"istikşâf: ism-i müzekker, Arabî, Cem': istikşâfât. (keşf'den masdar istif'âl) keşf ve tahkîk etmeye çalışma, etrâf ve teferruâtını zâhire çıkarma. Askerî: düşman ordusunun veya mevâki'inin ahvâlini anlamaya çalışma: istikşâfât-ı askeriye: istikşâf tarruzu; istikşâf-ı âdi: istikşâf harîtası: istikşâf kolu."


Anlaşılan 1000 seneyi çoktan aşan tanışıklığımıza rağmen birbirimizi iyice tanıyıp keşfedememişiz ki, şimdi istikşâf etmeye niyetleniyoruz. 


Dışişleri heyetimize kolaylıklar dilerken, sizlere de istikşâf etmeyi bu kadar geciktirmeyen bir ömür ve âfiyet temenni ederim... 


27 Ocak 2021 Çarşamba

FALİH RIFKI İMPARATORLUKLA HESAPLAŞIYOR: “HANGİ AHMED’İ?”

 

Zeytindağı kitabının kapağı


                               Allaha ısmarladık:


Üç tabur, ah üç tabur…


Nebi Samoil siperlerinde Kudüs için kan döken Türk askerlerine bu kadarcık yardım edemiyoruz.


O sene Galiçya topraklarında döğüşmek için yirmi bin lüzumsuz Türk bulmuştuk.


Bir yığın Anadolu çocuğunu, artık kopmuş, uzaklaşmış Medine içinde, iskorpite ve çöle yediriyorduk.


Bir sabah kumandanın odasına girdiğim zaman, gözlerinin ağlamaktan yorulmuş olduğunu gördüm; Kudüs İngilizlerin elinde idi.


Oradaki son Türklerin nasıl kahramanca vuruştuklarını masanın üstünden aldığım şifreli telgrafta okudum. Kudüsü İsrail oğulları gibi bırakmadık; Türkler gibi bıraktık. Nebi Samon üstünden müslüman veya hıristiyan mabetlere doğru inenler, Türklerin son gününü hatırlıyacaklardır.


Karargahın içinde: “Kudüs düştü!” sözü ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden Beyruta; Şama, Halebe göz yaşlarımızı hazırlamak lazımdı.


Artık yalnız Anadoluyu ve İstanbulu düşünüyorduk. Imparatorluğa, onun bütün rüyalarına ve hayallerine, Allah ısmarladık!


Zeytindağı’nın çamları arasından, güneşi hiç sönmiyecek, hiç akşam gölgesi görmiyecek gibi bakan Lut çukuru, şimdi bütün imparatorluğu içine çeken bir mezar gibi, genişleyip derinleşiyor.


Eşyamı ve kağıtlarımı bavuluma yerleştiriyorum. Artık Şamdan ayrılıyoruz. Cemal Paşa İstanbulda istifa edecektir.


Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnanı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüssüz, Şamsız, Lübnansız, Beyrutsuz ve Halepsiz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.


Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe:


– Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor.


Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi…


– Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadoluda çalışmaktır.


– Benim Ahmed’i gördünüz mü? diyor.


Eğer kalırsa, eğer bırakırlarsa… Anadolu hepimize hınç, şüphe ve emniyetsizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz. İstasyonda bir kadın durmuş gelene geçene: 


– Benim Ahmed’i gördünüz mü? diyor.


Hangi Ahmed’i? Yüz bin Ahmed’in hangisini?


Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor:


– Bu tarafa gitmişti, diyor.


O tarafa? Adene mi, Medineye mi, Kanala mı, Sarıkamışa mı, Bağdada mı?


Ahmed’ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed’ini görsen, ona da soracaksın:


– Ahmed’imi gördün mü,


Hayır… Hiç birimiz Ahmed’ini görmedik. Fakat Ahmed’in her şeyi gördü; Allahın Muhammed’e bile anlatamadığı cehennemi gördü.


Şimdi Anadoluya batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgarlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu; demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor.


Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadoludan utanır gibi, hepsi İstanbula doğru, perdelerini kapamış, muşambalarını indirmiş, lambalarını söndürmüş, gizli ve çabuk geçiyor.


Anadolu Ahmed’ini soruyor. Ahmet, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmet, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz.


Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyliyebilsek, onunla ne kazandığımızı bu anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek… Fakat biz Ahmed’i kumarda kaybettik! 


 


(Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı isimli eserinin 1943 tarihli 3. baskısının (Remzi Kitabevi) 117-119. sayfaları arasından alınmıştır. Yazım ve imla kitaptan aynen aktarılmıştır. Yalnızca siyah yerler tarafımdan kalınlaştırılmıştır.)



24 Ocak 2021 Pazar

TÜRK SİYASETİNİN IF BY WHISKEY'Sİ “GERÇEK ... BU DEĞİL”


Amerikan siyasetinin "İf by whiskey" kalıbına değinmiştik. Bunun Türk siyasetindeki karşılığı ne olabilir diye düşündüm. Aslında birçok klişe var ama bugün ben "Gerçek ... bu değil" cümle kalıbını yazı konusu edeceğim. 


Gündemde hangi mefhum tartışılıyorsa, birileri meydana atılıyor ve bağırmaya başlıyor: "Gerçek ... bu değil!" 


Mesela AKP iktidarıyla zirveye çıkan bir kalıp: "Gerçek İslam bu değil"


Basit bir Google taramasıyla bulduğum üç örneği sunayım:


1-Maryland Üniversitesi Müslüman Merkezi Danışmanı Zuhurudeen, "ABD'de farklı kökenden gelen insanlara her zaman öteki gözüyle bakılıyor. Ancak biz insanlara gerçek İslam'ın ne olduğunu anlatmalıyız." dedi. (31.12.2018 / Anadolu Ajansı)


2-Bir zamanlar İslam karşıtı Hollandalı siyasetçi Geert Wilders’in sağ kolu olan ve geçen hafta İslam’a geçtiği ortaya çıkan Joram van Klaveren, hikâyesini Hürriyet’e anlattı ve “Bana anlatılan gerçek İslam değilmiş” dedi. (14.2.2019 / Hürriyet) 


3-Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Grup Başkanvekili Engin Altay, İslamiyet'e dil uzatan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'a tepki göstererek, "onun gibilerin insanları uyuşturduğunu ve gerçek İslamiyet'ten soğuttuğunu" ifade etti. (7.10.2020 / Haber Ne Diyor isimli internet sitesi)  


Cumhuriyetimizin kurucu ideolojisi olan milliyetçilik de hayli tartışılıyor. "Gerçek milliyetçilik bu değil" kalıbıyla ilgili de üç örnek sunuyorum:


1- "Gerçek milliyetçiler olarak biliyoruz ki, azgın milliyetçiliğin gücü blöften ibarettir. Sözleri ve hareketleri palavradır." (Tuğrul Türkeş'in "Azgın Milliyetçilik" isimli yazısı. TÜDEV internet sitesi, 17.1.2021)


2- Ali Babacan: "Gerçek milliyetçilik bu ülkenin vatandaşlarının alın teriyle birikmiş vergilerini lükse, şatafata harcamak değildir." (21.11.2020 ) 


3- AK Parti Milletvekili Adayı Mehmet Özhaseki, Develi’de katıldığı bir programda hamaset yapmak ve nutuk atmakla milliyetçi olunamayacağını söyledi. Gerçek milliyetçiliğin hizmet ederek bu milletin başını dik tutmak olduğunu ifade eden Özhaseki, “Bu ülke milliyetçilik nutukları atıp da bu milleti mahvedenlerden çok çekti” dedi. (2.6.2015 / Milliyet) 


Berlin Duvarı'yla beraber sosyalizm de çöküşe geçince bundan kaçınmak isteyen kimi sosyalistler "gerçek sosyalizm bu değil" diye meydana atılmışlardı. Fakat bu tartışmalar internet öncesi dönemde yapıldığından ve çalışmamız yalnızca internet aramalarıyla süslenen basit bir yazı olduğundan böyle bir tartışmanın varlığından sizleri haberdar etmek haricinde bir şey yapamıyorum. 


"Kendimize has" bir demokrasiyi benimsediğimiz için tabii ki "gerçek demokrasi bu değil" kalıbımız da mevcut. Buyurun üç örnek de burada:


1- "Gerçek demokrasi, gerçek hukuk devletidir. Gerisi, sözden öteye gitmez, geçmez." (Yekta Güngör Özden'in, Gerçek Demokrasi başlıklı yazısı. 11.12.2017, Sözcü Gazetesi) 


2- "Bütün bu sorunları düzeltmenin tek yolu gerçek demokrasidir.


Gerçek demokrasinin tek yolu seçimdir." (Orhan Uğuroğlu'nun "Gerçek demokrasi için tek yolu seçim" başlıklı yazısı. 29.10.2020, Yeniçağ Gazetesi) 


3- "Paris Komünü, işçi sınıfı mücadelesi tarihindeki en ilham verici ve büyük mücadelelerden biridir. Komün deneyimi bize, işçilerin hakları için verilen mücadelenin gerçek demokrasi ile yakından bağlı olduğunu gösterir."

(Dave Hayes'in "Gerçek demokrasi nedir?" başlıklı yazısı. marksist.org isimli internet sitesinden) 


Doğrudan siyaseti ilgilendiren ve doğrudan siyasetçiler eliyle başlatılıp yine doğrudan siyasete hizmet eden bu kalıplar çoğaltılabilir. Ayrıca doğrudan siyaseti ilgilendimese ve yine doğrudan siyasetçiler tarafından başlatılmasa da doğrudan siyasete hizmet eden "gerçek ... bu değil" kalıplarımız da bulunuyor. 


Mesela Çin virüsü münasebetiyle daha bir hararetle gündeme gelen "gerçek tıp bu değil" ve yine bozuk tarih algımız vesilesiyle artık değişmez bir klişe olarak dilimize giren "gerçek tarih bu değil" vs. vs. 


Bunları çoğaltabiliriz. Zannediyorum bu kadarı meramımızı anlatmaya kifayet edecektir. 


Herşeyin başına "gerçek" kelimesini eklemek, baştan yalan olduğunu kabullenmek anlamına gelir mi? Her zaman olmasa da galiba çoğu zaman gelir. 


Bu kalıp genellikle tartışmaya katılmaya ehliyeti olmayanlarca, yahut da yazıdaki boşlukları bağlamak amacıyla kullanılıyor. Ama esasen tartışmanın kalitesini düşürmek niyetiyle tercih ediliyor. 


İlk defa ne zaman ve kim kullandı henüz tespit edemedim ama "gerçek ... bu değil" kalıbı kapsamını genişleterek daha uzun yıllar kullanımda kalacağa benziyor... 







 

22 Ocak 2021 Cuma

IF-BY-WHISKEY: ÇOK ŞEY SÖYLEYİP HİÇBİR ŞEY SÖYLEMEMEK

Viski Konuşması'nın özgün metni


1917’de ABD’de içki yasağı ilan edildi. Buna göre içmek değil ama üretmek, taşımak ve satmak yasaktı. Geçen yüzyıldan beri “ayık bir Amerika” isteyen içki karşıtları bu yasak için bastırıyorlardı. Fakat esas sebep yine siyaset olacaktı.


ABD, 1. Dünya Savaşı’na girmişti ve esas düşmanı Almanya’ydı. ABD sınırları içerisinde en büyük göçmen grubunu da Almanlar oluşturuyordu ve başta bira olmak üzere içki sektörü adeta Almanların tekelindeydi. “Esas düşmanın içeride” olması, “ayık bir Amerika” isteyenleri harekete geçirdi ve 1917’de Başkan Woodrow Wilson içki yasağını getiren 18. maddeyi kabul etti.


Amerika “birleşik devletlerden” oluştuğu için Başkan’ın bu maddeyi kabulü otomatik olarak tüm “devletlerin” bu yasağı uygulayacağı anlamına gelmiyordu. Nitekim Maryland bu yasağı hiç yürürlüğe sokmayacaktı. Fakat çoğu “devlet” (veya Türkçe’ye yanlış çevirisiyle: eyalet) içki yasağını kabul etti ve uyguladı.


Savaş sona erip, Büyük Buhran’la Wall Street çökünce içki yasağının kaldırılması gündeme geldi. 1932’de yasağı kaldırmayı seçim propagandası olarak vaat eden Franklin D. Roosevelt, başkan seçilince içki yasağını kaldırdı.


Roosevelt’in yasağı kaldırması -tıpkı kabul meselesinde olduğu gibi- diğer eyaletler tarafından doğrudan uygulanmadı. Eyalet meclislerinde kabul edilen, yine eyalet meclislerinde reddedilirdi. Tabii çoğunluk bu yasağı kaldırdı.


Yasağı uygulamakta ısrar eden eyaletler de vardı. Mississippi bunların başında geliyordu. Bir taraftan da zaman akıyordu.


1952 yılına gelinmişti. Mississippi ikiye bölünmüştü. Eyaletin yarısı yasağın sürdürülmesini, diğer yarısı da kaldırılmasını savunuyordu. İlginç şeyleri tartışma noktasında kronik bir başarı gösteren Amerikan toplumunun tamamı da bu tartışmayı yakından izliyordu. Çok geçmeden gözler Mississippi eyaletini Washington’da temsil eden senatör Noah Sweat’e çevrildi.


Sweat uzun dönem tartışmadan uzak kaldı. Seçmenleri arasında hem yasak savunucuları hem de karşıtları vardı. Oy kaybetmek istemiyordu.


Köşeye sıkışmış siyasetçilere bayılan Amerikan medyası hemen harekete geçecek ve senatörü fikrini açıklamaya zorlayacaktı.


Sweat kısa bir metin yazdı. Bu açıklamayla Amerikan siyasi literatürüne “If-by-whiskey” kavramını sokacağından habersiz bir şekilde ve kendinden emin bir sesle aşağıdaki metni okudu:


“Değerli arkadaşlarım, bu süreçte bu tartışmalı konuya girme niyetinde değildim. Ama, tartışmaktan korkan bir insan olmadığımı bilmenizi istiyorum. Tam aksine, tartışma ne kadar keskin ve korkutucu olsa da bir konudaki politik tavrımı net şekilde ortaya koymaktan çekinmem. Bana viski hakkında ne düşündüğümü soruyorsunuz. İşte viski hakkındaki düşüncem…


Eğer viski diyerek, şeytanın demlemesini, zehir belasını, masumları kirleten, aklı tahtından indiren, evleri yıkan, fakirlik ve sefalet yaratan evet kelimenin tam anlamıyla çocukların ağzındaki ekmeği ağızlarından alan lanet canavarı kastediyorsanız; Eğer, Hristiyan kadın ve erkekleri erdemin zirvesinden alaşağı eden, seviyeli hayatları alçalmanın dipsiz kuyusuna, umutsuzluğa, karamsarlığa, utanca ve çaresizliğe iten şeytanî içeceği kast ediyorsanız, kesinlikle bu içeceğin karşısındayım. Yasaklanmasından yanayım.


Ancak, eğer viski diyerek, sohbetin yakıtını, felsefi şarabı, iyi arkadaşların bir aradayken tükettikleri ve kalplerine şarkıyı, yüzlerine gülümsemeyi, bakışlarına sıcaklığı yerleştiren içeceği kast ediyorsanız; Eğer, Noel neşesini, sabahın taze soğuğuna yürüyen bir ihtiyarın içine baharı yerleştirip onu uyandıran içeceği kast ediyorsanız, eğer insanın keyfini, mutluluğunu artıran, bir an için bile olsa hayatın dertlerini, acılarını, büyük trajedilerini unutturan içeceği kast ediyorsanız kesinlikle bu içeceğin serbestliğinden yanayım.


İşte bu tartışmadaki net tavrım budur. Bu tavırdan asla geri adım atmayacağım. Uzlaşma için taviz vermeyeceğim.”

(Çeviri: Cemal TUNÇDEMİR)


Sweat; önce Amerika (Trump’a selamlar) ardından Dünya siyasi tarihine çok şey söyleyerek hiçbir şey söylememe olarak tarif edebileceğimiz bir açıklama bıraktı. (Zamanla “Eğer viski diyerek” kendisine “eğer Tanrı diyerek” ve “eğer marihuana diyerek” gibi kardeşler de edindi.)


Mississippi eyaleti bu tartışmadan bağımsız olarak içki yasağını 1966’da kaldıracaktı.


Sweat ise bundan 30 yıl sonra, 1996’da, Parkinson hastalığı sebebiyle hayatını kaybetti.



19 Ocak 2021 Salı

FEYYAZ UÇAR’IN SÜLEYMAN SEBA’YA MEKTUBU

Süleyman Seba


“Metin-Ali’nin Feyyaz’ı” Feyyaz Uçar’ın Süleyman Seba hastanedeyken yazdığı mektubu “solmayan yapraklar” kategorisinde paylaşıyorum. 

Ama ondan önce, mutad üzere (âdet edindiğimiz) kısa bir “önbilgi” vermek yerinde olacaktır.


1984-2000 arası Beşiktaş’ın başkanlığını yapan Süleyman Seba, 1926 yılında doğdu. Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra Beşiktaş’ta futbol oynamaya başladı. 1947’de İnönü Stadı’nın açılışında ilk golü atarak kulüp tarihine geçti.


(Merhûm, 1954 yılında Fuat Doğu’nun öğrencisi olarak MİT’e (o zamanki adıyla: MAH) girmiş ve uzun yıllar çalışmıştı. Komünizmle mücadele birimi çalışanı, vak’a subaylığı gibi birçok görevin ardından Psikolojik İstihbarat Birimi’nden emekli olmuştu.

Ayrıca 9 Mart cuntasının içine sızan Mahir Kaynak’ın da vak’a subayı yine Süleyman Seba’dan başkası değildi.

Teferruatlı bilgi için Murat Yetkin’in Meraklısı İçin Casuslar Kitabı’na müracaat edebilirsiniz.)


1954’te menisküs sebebiyle futbolu bırakmak zorunda kalan Süleyman Seba futbolla ve Beşiktaş’la ilgisini hiç kesmedi. Nihayetinde 1984’te Beşiktaş kulübünün başkanı seçilen Seba, 16 yıllık başkanlığı süresince Beşiktaş’a ve Türk sporuna hayli hizmetlerde bulundu.

2014 yılında yaşa bağlı sağlık sorunlarından vefat ettiğinde 88 yaşındaydı ve tüm sporseverlerin nazarında “Büyük Başkan’dı”. Cenazesine tüm spor kulüplerinin taraftar ve yöneticileri katılmıştı.


Atılan bir gol sonrasında Metin, Ali ve Feyyaz üçlüsü meşhur tezahürattaki sırayla görülüyor (sağ baştan)


Feyyaz Uçar ise Beşiktaş’ın bir dönemine damgasını vuran trionun (Metin-Ali-Feyyaz) sacayaklarından birisiydi. Futbola Avcılar Kulübü’nde başlayıp fazla sürmeden Beşiktaş altyapısına geçti. Mehmet Serpil’in başında olduğu genç takımda, gelecekte Türk futboluna damga vuracak isimlerle birlikte yetişti.

(Detaylı ve görsel bir anlatım için Sertan Ünver’in yönetmenliğinde çekilen Kolaj Havası isimli belgeseli tavsiye ederim.)


1982-83 sezonunda Beşiktaş A takımına çıkan Feyyaz Uçar, 1994-95 sezonuna kadar Beşiktaş’ın en skorer futbolcuları arasında yer aldı. “1, 2, 3 yetmez /4, 5, 6 olsun / Metin, Ali, Feyyaz koşsun / Beşiktaşım şampiyon olsun” tezahüratındaki Feyyaz oydu.


1994 yılında Süleyman Seba’yla yaşadığı bir tartışmanın ardından Beşiktaş’tan ayrılan Feyyaz Uçar, ezelî rakip Fenerbahçe’ye transfer oldu. Bu durum o dönemi yaşayanlar açısından ilginç bir travma yarattı. Tabii Feyyaz Uçar – Süleyman Seba ikilisi bir daha konuşmadı.


İşte şimdi okuyacağınız mektup, böylesi bir hikâye barındırmaktadır. Sizi mektupla başbaşa bırakmadan evvel, Büyük Başkan belki ondan da büyük beyefendi Süleyman Seba’yı bir kez daha rahmetle anıyorum.


“Ayda yılda bir gelirdi. Yeter de artardı bu geliş. Hepimizi karşısına alır, lafını ortaya söylerdi. Unutulmayacak sözler miydi yoksa onun sözleri mi unutulmazdı, anlamazdık.


Sık değiştirmediği kahverengi ceketinin üst cebindeki mendili hep biz kirletirdik. Ya akan burnumuzu ya da kaçan gollerin ardında döktüğümüz gözyaşlarımızı silerdi o mendil. Çocuktuk işte… Ama büyük başkan bizi adam yerine koyar o şanlı formayı ısrarla bize giydirirdi. Adalelerimiz gözüksün diye kısa tuttuğumuz şortumuzu ve malzemeci Ahmet abimizden “ne eeedecen” deyip verdiği tozlukları giyip, çivili kramponlarımızı da yandan bağladığımızda hakikaten koca adamlar gibi dururduk. Aslında bizi adam yapan o formaydı.


“Şeyini şey yaptınız” dediğinde biz neyi kastettiğini bilirdik. Lafını kısa keser, söylediğini de unutmazdı. Belki de hiçbir şeyi unutmadığı için unutulmaz olacak sayın Seba.


Ekranı da pek sevmezdi. Ne önünü ne de arkasını. Onu yazmak o kadar zor ki… Niye ki bu çabam? Onu altın harflerle yazan tarihten daha iyi anlatamam ki…


Ben, Metin-Ali’nin Feyyaz’ı, Rıza’nın ön direk takipçisi, Şifo’nun pas duvarı, Les Ferdinand’ın çapraz koşucusu, Samet abinin kibarı ben…


Seni o aramıza giren herkesten çok seviyorum ve biliyorum ki sende bu başına buyruk, inatçı evladını seviyorsun… Gitme büyük başkan sakın gitme… Çünkü ben sana gelemedim…”




 

14 Ocak 2021 Perşembe

“KIRKLAR”

Kırklar


29 Nisan 1951, Urumçi


Boynunda işlediği “suçların” yazıldığı bir levhayla sokaklarda gezdiriliyordu. Önünde, yanında, ardında her tarafta Çinli askerler vardı. Hepsi başını önüne eğmesini söylüyorlardı. Kısık gözleriyle bu talimatı kimin verdiğine baktığında, bakışlarını çevirdiği yerdeki tüm kafaların eğildiğini görüyordu. Fakat O, başını eğmedi. Hakikaten de başını eğecek bir şey yapmamıştı. İstiklal uğruna çarpışmış, esir düşmüştü.


İdam edileceği alana doğru götürülüyordu. 1.85 boyunda, iri kıyım bir adamdı. Kısa ve kalın boynu secde haricinde hiç eğilmemişti. Heybetinden zerre taviz vermeden yürüyordu.


Bir aralık, kentin yüksek yamaçlarının arasından Tanrı Dağları‘nı gördü. İşte o an, adına Tarih denilen ihtiyar göründü. Ve bu Kazak yiğidini konuşmaması şartıyla yanına alarak gitti. Çinliler şaşkındı.


639, Vey Irmağı Kenarı


41 kişiden müteşekkil bir ordu, yüzlerce başıbozukla çarpışıyordu. İhtiyarın yanında çarpışmayı izleyen Kazak yiğidi bir şeyler diyecek oldu. Sonra kendini tuttu.


Konuşacak olsa “Ne kadar da bana benziyor” diyecekti.


Vey Irmağı şiddetli yağmurla taşıyordu. 40 yiğidin başında bulunan Kür Şad adamlarına son bir saldırının emrini verdi.


Kahramanca ölüme yürüdüler. “Öldüler fakat yenilmediler“.


İhtiyar, esmer Kazak yiğidinin kısık bakışlarının canlandığını fark etti. Kazak yiğidi sormadan ihtiyar konuştu: “Bu, senin deden Kür Şad’dır. Milletinin bağımsızlığı uğruna Çin sarayını bastı ve Tanrı Dağları’na yükseldi.” dedi.


Kazak yiğidi huşu içerisinde dedesinin ruhunu selamladı.


4 Ağustos 1922, Çegan Tepesi


Kazak yiğidi ne olduğunu anlamadan kendisini Pamir Dağları’nın eteğindeki bu tepede buldu.


Topluca kılınan namazdan, hazır bekletilen hayvanlardan Kurban Bayramı olduğunu anladı.


Az sayıdaki Türk, kumandanlarıyla bayramlaşırken yaylım ateşi başladı. İhtiyar: “Ateş edenler, Rus askerleridir.” dedi.


Ruslar mitralyöz mermileriyle, bayramlaşan insanları dağıttı. Herkes bir tarafa kaçarken, birisinin yalın kılıç atına bindiği görüldü. Atının üzerinde mitralyöz mermilerine karşı yürüyen bu yiğid, Enver Paşa‘ydı. Mermilerden bazılarının O’na isabet etmesi fazla zaman almadı. Şehadet, Enver Paşa’ya mertçe gelmişti. Enver, şehadeti kucakladı.


Tarih isimli ihtiyar yine konuştu: “Bu, hikayelerini duyduğun Enver Paşa’dır. Milletinin bağımsızlığı uğruna Ruslarla savaştı ve Tanrı Dağları’na yükseldi“.


29 Nisan 1951, Urumçi


Çinliler şaşkındı. Az sonra kurşuna dizilecek olan Osman Batur, tebessüm ederek yürüyordu. Sanki idam edilmeye değil, milleti selamlamaya gelmişti.


İdam mangası dizildiğinde Osman Batur heybetinden zerre taviz vermiyor, fakat tebessüm etmeyi sürdürüyordu. Tetiğe basacak askerler tedirgindi. Halbuki “bu iş” için özel olarak yetiştirilmişlerdi.


Osman Batur ise yamaçların arasından gördüğü Tanrı Dağları‘na bakıyordu. Tarih isimli ihtiyar, konuşmaması kaydıyla, O’na mahsus kayıtlar açmıştı. İhtiyar ortada yoktu. Fakat Kür Şad ve Enver Paşa olanca azametleriyle Tanrı Dağları‘nın tepesinde duruyorlardı. Osman Batur, kırklara karışacak olmanın zevkiyle tebessüm ediyordu.


Kırklara karışanların her şeyi gördüğünü ama konuşamadıklarını hatırladı. Son sözü gelecekten haber vermeliydi.


Heybetli Osman Batur, Tanrı Dağları‘nda çınlayan sesiyle haykırdı: “Ben ölebilirim ama milletim mutlaka vatanını geri alacaktır.”



Osman Batur kırklara karıştı.



O an meydanda olanları izleyen bir çocuk, omzunda hissettiği bir elle irkildi. Arkasını döndüğünde ihtiyar bir adam gördü.


İhtiyar ağlamaklı ama gururlu bir edayla çocuğa şunu söyledi: “Bu gördüğün adam, Osman Batur’dur. Milletinin bağımsızlığı uğruna Çinlilerle savaştı ve Tanrı Dağları’na yükseldi”.



12 Ocak 2021 Salı

İNKİSÂR

Bugünkü kelimemiz için aslında tam olarak unutulmuş bir kelime diyemeyiz. "Unutulmaya yüz tutmuş" diyebiliriz. 

Neredeyse 1500 senedir kullandığımız bu kelime: inkisâr.


Şemseddin Sami Kâmûs-ı Türkî'de şöyle tanımlıyor:

"inkisâr: ism-i müzekker, Arabî ("kesr"den masdar infi'âl)

1. kırılma, şikeste olma: döğme demirden ma'mûl şeylerin inkisâra kâbiliyetleri ziyâdedir. 2. kalp kırılma, gücenme, hâtır-mânde olma: o adamın bana inkisâra hiç hakkı yoktur; inkisâr-ı kalb; inkisâr-ı hâtır. 3. bedduâ: bir vâlide oğluna hiçbir vakit yürekten inkisâr etmez. (bu üçüncü mana Arabîde yoktur.) 4. hâl. zıya şu'â'larının esîrden havaya ve havadan suya geçerken tebdîl-i istikâmet etmeleri kâidesi: inkisâr-ı ziyâ. (fransızca refraction)"


Dildeki kelimeleri koparıp atma çılgınlığı esnasında bu kelimeye karşılık olarak şunlar verilmişti: İlenme, ilenç. Tabii ki tutmadı. Fakat bu arada inkisâr kelimesi unutulmaya yüz tuttu. 


Artık çoğunlukla edebiyat eserlerinde görsek de, inkisâr kelimesini milletimiz yeniden hatırlamalıdır. En başta, "inkisâra düşmemek" için...


İnkisârdan, inkisâr-ı emelden (ümitsizlik) uzak bir yaşamınız olsun. Yeni kelimelerde buluşmak umuduyla... 



7 Ocak 2021 Perşembe

"HOŞ GELDİNİZ" YAZISI


Ses deneme... 1-2... 


Meçhul bir zamanda doğan Kazganoğlu'nun muammaya müptela yolculuğunun merkezine hoş geldiniz. 


Kimine göre uzun, kimine göre kısa olan ömrümün bir kısmını Türk kültürü çalışmalarını izlemeye ve üzerine düşünmeye ayırdım. Bugün, hep birlikte, açılışını yaptığımız bu mecra işbu izlencenin bir görüntüsünden ibarettir. Fakat benim için çok kıymetlidir. 


İnsanlar zamanı "dün-bugün-yarın" diye tasnif ediyorlar. Bence zaman, bütündür. Bugün, içinde hem "yarını" barındırır hem de "dünü". Bir de "düşlerimiz" eklenince "düşünce" ortaya çıkar. Bu düşünceye eskiler "fikir" diyorlar. Fikirlerin çoğuluna da "efkâr". 

Efkârlı olmanın hiçbir zaman kötü bir şey olduğuna inanmadım. Bence insana yaşadığını hissettiren en güzel şeydir "efkâr"...

İşte bu "efkârımı" paylaşmaya davet vesilesiyle okuduğunuz yazıyı kaleme alıyorum. İcabet ederseniz, memnun edersiniz. 


Şimdi müsaadenizle "dükkanımızda" neler bulacağınızı kısaca tanıtmak istiyorum.


Evvela bloğun ismi, yani "herze gûyan-ı atîka", eski herzeler söyleyen demektir. Bendeniz, eski herzeler söylemeyi ve bu herzeleri nakş-ı ber âb eylemeyi (suya işlemek/suya yazı yazmak) pek severim. 


Blogda beş farklı kategori bulunuyor: Sayıklamalar, Kazganoğlu'yla Hikâye Saati, Solmayan Yapraklar, Unutulmuş Kelimeler, Sevdiğim Yazılar/Hikâyeler. 


Sayıklamalar; "efkârımın birikip, içime sığmadığı" zamanlarda kağıda dökülenlerden ibarettir. Yazması değil ama okuması keyiflidir. 

Kazganoğlu'yla Hikâye Saati; yazması keyifli olan okumasının da keyifli olmasını dilediğim meramını kendi başına anlatabilen bir kategori başlığıdır. 

Solmayan Yapraklar; başta Türk tarihi olmak üzere Dünya'da meydana gelmiş ve benim hoşuma giden bir kısmı kısa anılardan, bir kısmı yaşanmış olaylardan, bir kısmı da mühim hadiselerin birincil kaynaklarından derlenen "bilgi notlarıdır". Faydalı olacağını umarım. 

Unutulmuş Kelimeler; ne zamandır aklımda olan ve fakat bu bloğa kısmet olmuş bir mücadeledir. Türkçe'nin köksüzleşmesine kelime kanadından bir müdafaa girişimidir. Dilimizde bir dönem var olmuş, sonrasında unutulmuş kelimelerin (bizim kelimelerimizin) kısa tanıtımlarından ibarettir. 

Sevdiğim Yazılar/Hikâyeler ise; genellikle Türk muharrirleri tarafından yazılmış, bir şekilde beni meftun etmiş veyahut da etkilemiş yazıların toplandığı bir bölümdür. 


Kategoriler, şimdilik bundan ibarettir. Önümüzdeki süreçte belki eklemeler yapabilirim. Tabii bunun için iki şartın oluşması gerekir. Birincisi kıymetli okuyucunun bana ulaşmak zahmetine katlanarak fikirlerini iletmesi ve bir ikinci husus olarak blogger isimli "uygulamayı" bendenizin keşfetmesi... 


Çok bilmediğim bu mecrada sizleri ilk kez selâmlıyorum. Mutluyum. 


Sık sık görüşmek temennisiyle yazımı noktalıyorum. 


Ses deneme... 1-2... 


Sesim geliyor mu? 






3 Ocak 2021 Pazar

İNTİKÂD




Bugün "eleştiri" olarak tarif edilen kelimeyi Osmanlılar asırlarca "muâheze" sözcüğüyle karşıladı. Fakat 19.yy'ın sonlarına doğru artık muâheze terk ediliyordu. "Azarlama, kınama" gibi anlamlara gelen muâhezenin, Fransızca "critique" kelimesini karşılaması mümkün değildi. Dilde bir dönüşümün peşinde olan Servet-i Fünûncular "intikâd" kelimesini önerdiler. 


İntikâd, Arapça bir kelimedir. Özgün anlamı "kalıp parayı hakikisinden ayırmak"tır. 


Kâmûs-ı Türkî'de aynen şöyle tanımlanır:

"intikâd: ism-i müzekker, Arabî, cem', intikâdât. ("nakd"den masdar, ifti'âl) âsâr-ı edebiye ve fenniyenin bîtarafâne nazar-ı tetkîk ve muâyeneden geçirilmesiyle bi'l-muhâkeme beyân-ı mütâla'a edilmesi: intikâd edebiyâtın ilkidir. (bunun yerine "tenkîd" dahi kullanılıyorsa da, nakd maddesi tef'îl bâbından gelmediğinden ve intikâd dururken, diğer lügata ihtiyâç olmadığından, bu indî kelimenin icadını tecvîze hâcet yoktur. olsa olsa sülâsi-i mücerredden masdarı olan ve intikâdla zâten müterâdif bulunan "nikâd" kullanılabilir. "münâkade" ta'biri de karşılıklı olan muârazât-ı edebiye için yani Fransızca polémique denilen şey için pek münâsib bir lügattır. — intikâd Arabîdeki mana-yı aslî-i lügavîsiyle Türkçede kullanılmaz.) 


Servet-i Fünûncuların yanlış bularak kullanmadıkları "tenkid" kelimesi, intikâddan daha fazla revaç buldu. 


TDK ise tenkid sözcüğünün yerine "eleştiri"yi dolaşıma soktu. 


Bugün, çoğunlukla eleştiri ve bazen de tenkid kelimesine rast gelmekle beraber, epeydir bir "intikâd" görmüyoruz. 


Batı'yı "Batı" yapan, critique'in bu topraklarla da yeşermesi dileğiyle, önümüzdeki "kelimelerde" buluşmak umuduyla...