28 Temmuz 2023 Cuma

YALANLA YAŞAMA (ALEKSANDR SOLJENİTSİN)


Yazarların kalemleri vardır. Sadece kalemleri… Bazısı naif bazısı sert bazısı ortayolcu…

Bazı kalemler yaşadıkları döneme notunu verirler. Bunlar için kalemin naif, sert veya ortayolcu olması önemli değildir. Önemli olan işleyebilmesidir. Hakikati delirmişçesine isteyenler de işte böylelerinin kalemleridir.

Dostoyevski’nin “Rus ruhunun” ve Tolstoy’un ahlaki mükemmelliyetçiliğinin varisi ve bütün dünyayı etkilemiş Rus edebiyatının 20. asırdaki kuvvetli temsilcisi olan Soljenitsin bu tarz kalemlerdendi. Kafayı hakikat diye kırdığında, Sovyet rejimi en kuvvetli pozlarını kesmekle meşguldü.

Amele diktatörlüğü olmak için yola çıkan SSCB, 1970’lerde bir istihbarat devletine dönüşmüştü. Kaba güç saygı görüyor, insanlar birbirini fişliyor ve sistem kapandıkça daha çok içine göçüyordu. Çöküşün tam ortasında duran Soljenitsin, bu cinnetin sebebini ustalıkla teşhis etmesini bilmişti: Yalan.

Bunu böylece tespit ettiğinde artık kalemini kaldırıp yalanın üzerine vurması sadece bir akrep-yelkovan meselesiydi. 12 Şubat 1974 günü vakit geldi. Aşağıda Sabri Gürses’in çevirisiyle okuyacağınız metin böylece ortaya çıktı.

Aradan geçen yarım asırda Sovyetler çöktü. Soljenitsin öldü. Fakat kelimeler hâlâ hayatta ve bize “yalanla yaşama” diyorlar.

  
“Bir zamanlar fısıltıyla söylenmeye bile cesaret edemiyorduk. Şimdi işte samizdat yazıyoruz, okuyoruz, ama Bilimsel Araştırma Enstitüsü’nün sigara odasında karşılaşınca, birbirimize içtenlikle yakınıyoruz: Neler yapıyorlar, bizi nereye sürüklüyorlar! Yurtta yoksulluk ve köhnelik bu kadar yaygınken, gereksiz bir kozmik böbürlenmeye kalkışıyorlar; uzaklardaki vahşi rejimleri destekliyorlar; iç savaşları tetikliyorlar; bu arada Mao Zedung’u da gereksizce beslediler (bizim cebimizden) – ve yine bizi gönderecekler onunla savaşmaya, biz de ucu bucağı belirsiz bir yolda gidecek miyiz? Üstelik kimi isterlerse yargılıyorlar ve sapasağlam insanları akıl hastanelerine kapatıyorlar – her şey “onlarda,” bizse güçsüzüz.

Artık dibe kadar vardılar, artık evrensel ruhsal ölüm hepimizin üzerine çöktü ve fiziksel olarak hem bizi, hem çocuklarımızı tutuşturup yakıyor – ama biz eskisi gibi hep korkakça gülüp dilsiz bir şekilde mırıldanıyoruz:

“Biz ne yapabiliriz ki? Güçsüzüz.”

O kadar umutsuzca insanlıktan çıkmış durumdayız ki, bugünkü şu gösterişsiz yemlik için bütün ilkelerden, ruhumuzdan, atalarımızın bütün çabalarından, bizden sonrakilerin bütün olanaklarından vazgeçiyoruz – sadece sefil varlığımızı bırakmıyoruz. Ne kararlılığımız kaldı, ne gururumuz, ne yürek ateşimiz. Hatta nükleer ölümden de korkmuyoruz, üçüncü dünya savaşından da korkmuyoruz (herhalde sığınaklara saklanırız!) – sadece uygar cesur adımlar atmaktan korkuyoruz! Utançtan kurtulmaya kalksak, tek başımıza adım atmaya kalksak – hemen o anda beyaz ekmeklerden, doğal gazdan, Moskova kayıtlarından mahrum kalırız.

Politik çevrelere girdiğimiz anda, bize rahat yaşama, ömür boyu iyi yaşama fırsatı belirir: çevre, sosyal koşullar, onlardan kaçamayız, varlık bilinci belirler, biz nasıl yapalım? Biz hiçbir şey yapamayız.

Oysa biz her şeyi yapabiliriz! – ama kendimizi teselli etmek için kendi kendimize yalan söylüyoruz. Hiçbir şekilde “onlar” suçlu değil – biz kendimiz, sadece biz suçluyuz!

Karşı çıkarlar: ama zaten, gerçekten, bir yol bulamazsın! Bizim ağzımızı tıkamışlar, biz duymuyoruz, sormuyoruz. Nasıl onların bizi duyması sağlanır?

Onları inandırmak olanaksız.

Onları yeniden seçmemek doğal olurdu! – ama yeniden seçim yok bizim ülkemizde.

Batıda insanlar grevleri, protesto yürüyüşlerini biliyor, ama biz aşırı eziğiz, bizim için bu korkunç bir şey: birdenbire işi nasıl bırakırsın, birdenbire nasıl çıkarsın sokağa?

Acılı Rus tarihinin son asrından sonra gelen bütün o diğer talihsiz yollar, artık bize göre değil, ve aslında gerekli de değil! Şimdi, bütün baltalarımız işini gördükten, bütün ekilenler büyüdükten sonra, kendinden emin o gençlerin, terörle, kanlı ayaklanmayla ve iç savaşla ülkeyi adil ve mutlu kılmaya çalışan gençlerin nasıl yanıldığını, nasıl yanlış yaptığını görüyoruz. Hayır, teşekkürler, aydınlanmanın papazları! Artık biliyoruz, yöntemlerin rezilliğinin sonuçların rezilliğini artırdığını biliyoruz. Ellerimiz artık temiz kalsın!

Ama çember – tamamlandı mı? Ve bir çıkış yok mu gerçekten? Bize de sadece bir şey yapmadan beklemek mi kaldı: birden kendi kendine bir şeyler mi olacak?..

Ama o hiçbir zaman kendi kendine kalkıp gitmez, eğer biz hepimiz her gün onu kabul eder, över ve güçlendirirsek, eğer onun en hassas noktasından yakalamazsak onu.

Yani yalandan.

İnsanın huzurlu yaşamına şiddet girdiği zaman, insanın yüzü kendine güvenle gerilir, bayrak gibi sallanır ve bağırır: “Ben Şiddetim! Dağıtırım, kırarım – ezerim!” Ama şiddet hızla yaşlanır, birkaç yıl sonra artık kendine inanmaz olur, ve kendini toplamak, doğru dürüst görünmek için hemen yanına müttefiki Yalanı çağırır. Çünkü: şiddet yalan dışında hiçbir şeyle örtünemez, yalansa sadece şiddetle ayakta durur. Ve şiddet ne her gün, ne de her omuza koymaz ağır pençesini: bizden sadece yalana boyun eğmemizi, her gün yalanı kabullenmemizi ister – ve sadakat budur işte.

Ve burada yatar kurtuluşumuzu sağlayacak olan o göz ardı ettiğimiz, en yalın, en sağlam anahtar: kişi olarak yalana katılmamak! Bırak yalan her şeyin üstünü örtsün, bırak yalan her şeye hakim olsun, ama küçücük bir şeyi olsun reddedelim: yalan benim aracılığımla hakim olmasın!

Ve bu – bizim çaresizlik çemberimizdeki küçücük bir yarıktır! Bizim için çok kolaydır ve yalan için en yıkıcı yarıktır. Çünkü insanlar yalandan uzak durdukları zaman, o öylece var olamaz hale gelir. Salgın gibidir o, sadece insandan insana geçer.

Bir çağrı yapmıyoruz, sokaklara çıkacak ve seslice doğruyu, ne düşündüğümüzü haykıracak kadar olgunlaşmadık daha – gerek yok, korkunç bir şey bu. Ama en azından düşünmediğimiz şeyi söylemekten kaçınalım!

İşte bu bizim yolumuz, en kolay ve bizim besili organik korkaklığımıza rağmen yapabileceğimiz bir şey, Gandi’nin (adını anmaya korktuğumuz) sivil itaatsizliğinden bile çok daha kolay.

Bizim yolumuz: yalanı bilinçli olarak hiçbir şekilde desteklememek! Yalanın sınırını kavramak (bu sınır herkes için farklı görünür) ve bu kangrenli sınırdan uzak durmak! İdeolojinin ölü kemikleriyle derisini bir araya getirmemek, çürümüş bezleri birbirine dikmemek – ve yalanın ne kadar hızla ve çaresizce dağıldığını görünce şaşakalacağız, ve çıplak kalan şey dünyaya çıplak görünecek.

Yani, korkaklığımıza rağmen herkes bir seçim yapmalı: yalanın bilinçli hizmetçisi olarak mı kalacak (herhalde, insan bir eğilimi olduğu için değil, ailesine bakmak, çocuklarını yalan ruhuyla eğitmek için yapar bunu!), yoksa çocuklarının ve çağdaşlarının saygısını hak eden onurlu bir insan gibi silkinmenin vakti geldi mi? Ve o günden sonra da:

– artık hiçbir şekilde, sana göre doğruyu çarpıtan tek bir satır bile yazmayacak, imzalamayacak, yayınlamayacaksın;

– böyle bir ifadeyi ne özel sohbette, ne kalabalıkta ne kendiliğinden, ne istek üzerine, ne ajitatör olarak, ne öğretmen, eğitmen olarak, ne de tiyatro oyuncusu olarak söylemeyeceksin;

– resim, heykel, fotoğraf, teknoloji, müzik yoluyla tek bir yalan düşünce, gerçeğin tek bir çarpıtmasını bile tasvir etmeyecek, canlandırmayacak, aktarmayacaksın;

– ne sözlü olarak, ne yazılı olarak kendi kendini tatmin için, güvence için, çalışmanın başarı kazanması için “yöneticilerden” tek bir alıntı yapmayacaksın, eğer alıntılanan düşünceyi tam olarak paylaşmıyorsan ya da aktardığın yere kesin bir şekilde uymuyorsa;

– içtenlikle kabul etmediğin bir öneri için kabul oyu vermeyeceksin; ne açık bir şekilde, ne de gizli bir şekilde yetersiz ya da kuşku verici bulduğun birine destek olmayacaksın;

– bir sorunun zorunlu, çarpık tartışılmasının yapıldığı toplantılara sürüklenmeyeceksin;

– konuşmacının bir yalanını, ideolojik bir saçmalığını ya da arsızca propagandasını duyar duymaz toplantıyı, oturumu, dersliği, gösteriyi, sinemayı terk edeceksin;

– bilginin çarpıtıldığı, temel gerçeklerin gizlendiği bir dergi ya da gazeteyi almayacak, ona abone olmayacaksın.

Tahmin edileceği gibi, yalandan uzak durmanın olası ve olası olmayan bütün yollarını saymadık. Ama kendisini temizlemeye başlayan biri, temizlenmiş bir bakışla başka örnekleri de kolayca ayırt edebilir.

Evet, ilk anlarda bu eşit bir şekilde olmaz. Birileri bazen işlerinden olabilir. Doğruya göre yaşamak isteyen gençler için, gencecik yaşamları daha en baştan karmakarışık olacaktır: sonuçta onlara verilen yalanla dolu derslerin arasından yalanı ayıklamaları gerekir. Ama onurlu olmak isteyen biri için, burada bir boşluğa yer yoktur: her birimizin her günü en güvenli teknik bilimlerde bile yukarıda anılan seçeneklerden birine kanma olasılığıyla geçer – ya doğrunun yanında duracaksın ya yalanın; ya ruhsal bağımsızlığın yanında olacaksın ya ruhsal uşaklığın. Ve kendi ruhunu koruma cesaretini bile gösteremeyen biri, dimdik bakışlarıyla övünmeye kalkışmasın, akademisyen ya da halk sanatçısı olduğu için, önemli biri ya da general olduğu için böbürlenmeye kalkışmasın – kendi kendine şöyle desin yeter: ben öküzüm ve korkağım, iyi, sıcak yer olsun yeter bana.

Bu yol bile, bütün direniş yolları içinde en ılımlısı olan bu yol bile, bizim gibi gecikmişler için kolay olmayacaktır. Ama kendini kurban etmekten, hatta açlıktan bile daha kolaydır: alevler gövdeni sarmayacak, gözlerin ateşten erimeyecek; ve ailen için temiz suyla birlikte kara ekmeği hep bulursun.

Bize bağlanmış, bizim tarafımızdan aldatılmış Avrupa’nın o yüce halkı, Çekoslovaklar, gerçekten de onlar bize göstermediler mi savunmasız bir göğsün eğer içinde değerli bir kalp varsa, tanklara bile karşı koyabileceğini?

Bu kolay bir yol olmayacak – ama mümkün olanların en kolayı. Bu seçim beden için kolay değil – ama ruh için tek seçim bu. Kolay olmayan bir yol, fakat aramızda böyle insanlar var, onlarcası var, yıllardır bütün bu söylenenlere dikkat ederek doğruya göre yaşıyorlar.

Kısacası: bu yola ilk giren olmayın, ama birleşin! Bu yol bize ne kadar dostça ve yoğun görünürse, ona katılmak o kadar kolay, o kadar rahat olur! Binlerce olursak kimseye bir şey yapamazlar. On binlerce olursak, biz bile tanıyamayız ülkemizi!

Eğer ürküyorsak, birinin bizi nefessiz bıraktığından yakınmayı keselim – biz kendi kendimizi nefessiz bırakıyoruz! Biraz daha boyun eğelim, bekleyelim, biyolog kardeşlerimiz düşüncelerimizin okunduğu ve genlerimizin değiştirildiği günleri getirecek zaten yakında.

Eğer bundan bile ürküyorsak, o zaman biz beş para etmeyiz, umutsuz vakalarız ve Puşkin’in şu horgörüsü bize yazılmış demektir:

“Ne yapsın sürüler özgürlüğü?
Onların mirası soydan soya
Püsküllü boyunduruk ve kamçı.”