Rahmetli Yılmaz Öztuna, Atsız'ın en yakın dostlarındandı. Öztuna'nın kelimeleriyle "24.5 yıl" arkadaşlık ettiler. Bu dünyadaki dostlukları Atsız'ın ölümüyle son buldu.
Atsız öldüğü zaman, Öztuna Hayat Tarih Mecmuası'nı çıkarıyordu. Atsız'a dair -aşağıda okuyacağınız yazıyı- ilk defa bu dergide yayınladı. (Mart 1976, Sayı:3) Daha sonra aynı yazıyı Türk Tarihinden Portreler isimli kitabına da aldı. Adı geçen kitabın 319-329. sayfalarından aynen iktibas ediyorum:
"5-20 Aralık 1975 günlerinde, Japonya'da idim. Cumartesi gecesi Ankara'daki evime geldim. Gece yarısından sonra, birikmiş mektupları okumaya başladım. Bu arada Atsız'ın Aralık tarihli bir sahifelik mektubu vardı. Okudum ve buruşturup kâğıt sepetine attım (hiçbir mektubu saklamam). Eşim hiçbir şey söylemedi. Ertesi pazar sabahı, incelemek için, iki haftalık gazeteleri önüme yığınca, çok büyük tereddüt ve endişe ile, fevkalâde sarsılacağım bir şey söyleyeceğini bildirdi. Lâfı pek çok uzattıktan sonra Atsız'ın vefâtını söyledi. Haberi şöyle öğrenmiş:
Ortadoğu gazetesinin Ankara'daki muhterem mümessili Muammer Taylak Bey, telefonla "Nihâl Bey'in vefâtını" eşim Hatice'ye bildirmiş. Biz merhûmdan hep "Atsız" diye bahsettiğimiz için "Nihâl" kelimesini duyan Hatice, kim olduğunu kestirememiş, "ben zaten Atsız'ı ölümsüz gibi telâkki ederdim" dedi. galiba biraz kızan Muammer Bey, merhûmun çok yakınımız olduğunu sandığını söylemiş. "Atsız" kelimesini duyan Hatice, telefonda ağlamaya başlamış ve benim, merhûmun diğer yakın arkadaşı olan Tevetoğlu ile Uzak Şark'ta bulunduğumu bildirmiş. Hatice'den bu tafsilâtı alınca, hemen çöp sepetine kapaklanıp mektubunu çıkardım.
böylece, Atsız ile aramızdaki dostluğun maddî olan kısmı, Cenâb-ı Hakk'ın takdîri ile sona eriyordu. Tam 24.5 yıl, çeyrek asır süren bir gerçek ve nâdir tesadüf edilen dostluktu. Kendisiyle çeyrek asır önce tanışmamı anlatmak istiyorum:
1951 Haziranında, yazı geçirmek üzere Paris'ten İstanbul'a gelmiştim. 1949 Şubâtında Sâdeddin Arel'in meclisinden tanıdığım ve dost olduğum İsmail Hâmi Dânişmend'i de Bomonti'deki evinde ziyaret ettim. Demokrat Parti iktidarı, ilk yılını doldurmuştu. Millet neş'e ve ümit içindeydi. Atatürkçü bir parti idi. Yalnız Atatürk'ün ve daha önceki 2. Meşrutiyet'teki İttihad ve Terakki iktidarının milliyetçilik prensibi, son derece ihmâl edilmişti. Âdeta "hümanizma" maskesi altında kozmopolitik modası hüküm sürüyordu ki, 1938-50 rejimine uygun olsa bile, 1908-1938 rejimlerine aykırı idi. Bir çevre ve bu arada ben, Paris'te ilk yılımı geçirdikten sonra, endişede idik. Bu gidişin komplikasyonlar yapacağını düşünüyorduk ve ben, bundan emindim. O yıllarda mensûb olduğum yüksek istanbul sosyetesinde bu fikirlerimi söylediğim ve komünizmden bahsettiğim zaman, karşımda yalnız müstehzî kıvrılan dudaklar gördüm. Beni sevenler ise, Fransa'da gördüğüm komünizmden dehşet içinde kaldığımı, Türkiye için aynı şeyin bahis konusu olamayacağını, Türk milletinin hem koyu dindar, hem de tarihte en fazla Rus'la çekişmiş millet olduğunu, her ailede Ruslar'a karşı şehit düşmüş en az bir ferd bulunduğunu söyleyerek, tesellide bulundular. Fikrimi değiştirmedim. Yalnız Sâdeddin Arel fikrime ve endişelerime -bir ölçüde- katıldı. Fakat politikaya en küçük ilgi duymuyordu. İşte bunun üzerine Dânişmend'in evinde soluğu aldım.
Dânişmend, ne istediğimi, ne yapmak istediğimi sordu. İktidarın ikaz edilmesi icab ettiğini, bunun ferdî olamayacağını, nasıl bir taktikle yapılacağının müdâvele-i efkârdan sonra ortaya çıkacağını söyledim. Bu ikazın zor olduğunu, ikimiz de tarihçi olduğumuz için durumu görebildiğimizi, fakat herkesin neş'e sarhoşu olduğunu beyân etti, kimlerle görüşmek icab ettiğini sordu. Kafamda liste vardı. Bu listede iki kişi, Nihâl Atsız ve avukat İsmet Tümtürk müstesna yer tutuyordu. Atsız ne yazmışsa okumuştum ve bütün fikirlerine katılmamakla beraber, yazılarındaki karakter salâbetine hayrandım. Cenab Şehâbeddin'in oğlu olan İsmet Tümtürk'ün ise, çok kuvvetli makalelerini okumuştum ve Atsız'ın yakını olduğunu biliyordum. Merhûm Dânişmend güldü. Her ikisinin de gerçek milliyetçi ve gerçek değer olduklarını, fakat "mecnûn" olduklarını (böyle mübalâğalı tâbirleri vardı) iki yıl önce ikisi ile de münakaşa ettiklerini, o tarihten beri aralarının şeker-reng olduğunu söyledi. Isrâr ettim ve karakterini bildiğim için mübalâğalı kelime ve tavsiflerine aldırmadım. Isrârım üzerine ikisini de davet edeceğini ve benimle tanıştıracağını vaad etti. Vaadini hemen ifa etti. Birkaç gün ara ile Atsız'ı da, Tümtürk'ü de evine davet edip benimle tanıştırdı ve bütün yaz, gittikçe genişleyen toplantılarla geçti.
Atsız'la tanışmamız şöyle oldu; ben 21 yaşında idim. Atsız benden 25.5 yıl büyüktü. Dânişmend, bahse benim girmemi istemiş, davetin maksadını bile söylememişti. Atsız, adımı bile işitmemişti. O tarihten önce iki kitabımı da görmemişti. Bahse, tarihle girmek istedim. Şu an neyle meşgul olduğunu sordum. En çok 2. Mahmud'dan buyana Osmanoğulları'nın hânedan tarihleri için malzeme toplamakla meşgul olduğunu söyleyince, ben de, Osman Gazi'den buyana aynı mevzûda "yıllardan beri" malzeme topladığımı bildirdim. Yüzüme baktı ve çok sert bir ifade ile: "Jenealoji ile 10 yaşında mı meşgul olmaya başladınız?" dedi. Âşikâr ki, beni şarlatanın biri sanmıştı. Gençlik sâikasıyle çok sert cevap verdim: -beni kendisiyle akran görmediği için- bu cevabıma ehemmiyet bile vermedi. Dânişmend'e dönerek bir müddet hazırladığı kitapta 1. Abdülmecîd'in çocuklarına ait bahsi konuştu. Benim bu bahisten hiç anlamadığıma emindi. Söz sırası bana geldi. 1. Abdülmecîd'in şehzâde ve sultanlarını kronolojik sıra ile sayınca, Atsız'ın gözleri parladı. O anda beni sevdiğini çok iyi anladım ve bu sevgisini çeyrek asır içinde bir ân olsun kaybetmedim.
1951 yazındaki temaslarımızın sonu ne oldu? Bunu anlatmanın yeri bir tarih dergisi değil, bir siyâsî gazetedir. Fakat netice şöyle idi. Epey insanı biraraya getirdik. Bir gazete çıkarılmasına karar verildi. Lâzım gelen parayı sağlayacak sermayedarları avukat Seniyyeddin Başak temsil ediyordu. Her şey kararlaştırıldığı bir gün, nihâî toplantımızda İsmet Tümtürk, Seniyyeddin Bey'e açıkça hakaret etti ve bütün çalışmalarımı mahvetti. Niçin böyle davrandığını, terbiyesiz ve akılsız olmadığını bildiğimi, bunu kasden yaptığını sordum ve söyledim. Kasden yaptığını, zira gazetenin sermayedarları bakımından, milliyetçilikten çok dindarlığa mütemayil olacağını, sonunda bundan benim de memnun kalmayacağımı beyân etti. Aylarca çalışarak meydana getirdiğim bir teşebbüsün, aramızda müzakere edilmeksizin birkaç cümle ile bozulması, hayatıma tesir eden büyük hâdiselerden biridir. Atsız da toplantılara katılan bir kısım zevattan hoşlanmıyordu. Fakat bana sevgisi ve itimadından işi bozacak tek kelime telaffuz etmemişti. Bundan sonra bu kabîl hiçbir harekete geçmedim. Hiçbir teşekküle katılmadım. Şahsî dostluklarımı muhafaza ettim. Fakat Atsız'ın kurduğu cemiyetlere bile üye olmadım. Bugüne kadar, Türkiye'de büyük eserlerin münferid çalışmaların neticesi olacağı hakkındaki fikrimi değiştirmedim. Şuna kaniim; bir Türk çok şeydir, iki Türk az şeydir, üç Türk daha çok kavga eder. Bir Alman hiçe çok yakındır, iki Alman az şeydir, üç Alman çok şeydir. Atsız'ın o zamanki cemiyetlerini 1960'dan önce mevcut malî imkânlarımla destekledim, fakat toplantılarına gitmedim. Kim bilir, belki o kuruluşlara girseydim, Atsız'la mevcut çeyrek asırlık lekesiz dostluğumuz belki yara alırdı.
Atsız'la bütün meselelerde mutâbık olduğumuzu sanmışlardır, pek çok yanlıştır. Ayrıldığımız meseleler bir hayli idi. Ama gerek o, gerek ben, çeyrek asırdan buyana bazı fikirlerimizi küçük veya büyük ölçüde değiştirmişizdir, bunun farkında olanlar azdır. Birkaçından bahsetmek isterim:
1951'de ben, Atsız ve Dânişmend, iktisâdî bahislerde dehşetli özel sektörcü, âdetâ Victoria Çağı liberalleri idik. Atsız bu bahiste arkadaşlarından ayrılıyordu. O yıl Dânişmend'in evine getirip bizimle tanıştırdığı Isparta milletvekili olan talebesi Said Bilgiç, bizim bu fikirlerimiz karşısında dehşete kapılmış ve birçok sektörde devletçi olmanın lüzumunu söylemişti. Çeyrek asırdan buyana, özel sektör mensuplarının çılgınlıklarını ve egoistliklerini göre göre ayıldık. Ben, bu sektöre mensup bir babanın oğlu idim ve babam, devletçiliğin amansız düşmanı idi. İktisâttan hayatımın hiçbir devresinde anlamadım. Bu tesirle liberal fikirli olduğumu sanıyorum. Bugün batı özel sektörünü beğenmekte devam ediyorum ve Türk özel sektörüne hiçbir sempatim olmadığını açıkça söyleyebiliyorum. Atsız da -benim derecemde olmamakla beraber- aynı fikrî gelişmeyi gösterdi. Türk özel sektörünün, akılsız politikası ile, böyle kaç samimî taraftarını karşısına aldığını, ancak komünisti ve kozmopoliti himaye ettiğini anlatmak, bahsimin dışındadır.
Atsız'ın hiçbir zaman iştirak etmediğim ve Türk toplumu için zararlı olduğuna inandığım bir fikri, Kur'an'ın ve ezânın Türkçe okunması icab ettiği hakkındaki düşünceleridir. Şüphesiz Gökalp'ten gelen fikirlerdir.
Atsız, 1945 öncesinde hiç şüphesiz Türk ırkçısı idi. Bu yönü, en çok hücum edilen tarafı olmuştur. Ben hiçbir zaman kan ırkçısı olmadım. Ama ben, Atsız'ın devrinde yaşamadım, bir nesil sonrasına mensubum. Atsız'ı ırkçılığa sürükleyen, Türkiye'deki azınlıkların ırkçılığı olmuştur. Ona ve arkadaşlarına "kafatasçı" denmesi de doğru değildir. Türkiye'de kafatası ölçtüren ve ırkî neticeler çıkartan tek şahıs Atatürk'tür. 1945'ten sonraki dünya konjonktürü, Atsız'ı kan ırkçılığından bir nisbette çekerek kültür milliyetçiliğine yaklaştırmış ve inandırmıştır. Bu hususta benim devamlı tesirlerimin de müessir olduğunu düşünüyorum. zira hiçbir konuşmamızda onun kan ırkçılığına hakaret etmedim, sadece Türk kanına duyduğu sevgiyi saygıyla karşılayıp Osmanlı cihan devletinin terkîbinden, Türk toplumunun oluşmasından bahsettim. Yıllarca süren bu konuşmalarımızın yumuşak dozu, sanıyorum ki onun kültür milliyetçiliğine, Türk kültürünü benimseyen ve seven herkesin gerçek Türk olduğuna pek çok inandırmıştır. Osmanlı tarih ve kültürünü fevkalâde iyi bilmesi, bu noktaya gelmesine ve anlaşmamıza sebep olmuştur. Osmanlı tarih ve kültürünü az bilseydi, iyi tanımasaydı, bu mümkün değildi. Daha da ileri gittim: kendisine bir Giresun Belediye Reisi Yorgi Paşa'yı anlattım. Yarım saat anlattım. "Bu adam şimdi tarih bakımından Yunanlı sayılır mı?" diye sordum. "Haklısınız, Osmanlı ve Hıristiyan Türk sayılır" dedi. Ama onun ırkçılığına bu üslûpla değil, vahşîce saldıranlar, lâyık oldukları çok sert cevaplar almışlardır. Bana "Yılmaz Beğ" der ve "Siz" diye hitâb ederdi. Bütün samimiyetimize rağmen "Yılmaz" ve "Sen" diye hitâb etmek istemeyen bir kuşağın âdâb-ı muâşeret kaideleri içindeydi. Ben ve eşim kendisine "Atsız" ve "Siz" diye hitâb ederdik. Atsız'lığı Nihâl Bey'liğinden o derecede büyük, eşsiz ve sevimli idi ki…
Atsız'ın anlaşılamaması ve ısrarlı şekilde bir köşede bırakılmak istenmesi, son devir Türkiye tarihinin en zararlı hâdiselerinden biri ve sonraki komünist gelişmelerin sebeplerindendir. Bu fikrimi asla değiştirmem ve altını çizerek tekrar ediyorum. Atsız'ın "her devrin menkûbu" olması hâdisesinin fecî gelişmesinin ana çizgileri şöyledir:
Atsız, Askerî Tıbbiye'den tard edilmiş ve geç yaşında Edebiyat Fakültesi'ni bitirmiş, Köprülü'nün asistanı olarak İstanbul Üniversitesi'ne intisâb etmiştir. Hocası ve dostu, Zeki Velidî Togan'a yapılan muameleyi şiddetle protesto etmiş, profesörü Köprülü ürkerek kendisini üniversite hocalığından çıkarmıştır. Zeki Velidî sonradan Atsız'a hiçbir vefâ duygusu göstermemiştir (benim de başıma aynı şey pek çok defa geldi). Atsız'ın üniversiteden uzaklaştırılması, hem onun ilmî kariyeri, hem de fikirlerini rahat bir ortamda yapamaması bakımından, son derece zararlı olmuştur. Atatürk, bu hadiseye ehemmiyet bile vermemiş, Atsız'ın bundan sonraki yıllarda yazdıklarını okumuş, beğenmiş, kendisiyle tanışmak istemiştir. Köprülü, Atsız'ın kendisinden intikam alabileceği gibi bir vehme kapıldığı için, Atatürk'e, Atsız'ın, meclisine giremeyecek derecede sert tabiatlı bir genç olduğunu söyleyip vazgeçirmiştir. Atatürk, istidatlardan hoşlanan bir tabiata sahipti ve kimseden ürkmeyecek derecede yüksek bir maddî ve manevî dereceye yükselmişti. Atsız'la arasında hiçbir şey geçmemişti. Kendisiyle vaktiyle epey mücadele eden İsmail Hâmi Dânişmend'i bile affetmişti, İstanbul Üniversitesi'nde bir kürsü vermek istiyordu. Buna da Köprülü engel olmuştur ki, her iki şahsın da köklü ilminden çekindiği düşünülebilir. Dânişmend'in de üniversiteye girememesi, Türk ilmi için çok zararlı olmuştur.
Atsız'ın Atatürk'ün çevresine girememesi, o çevreden ve Atatürk'ten fikirler alamaması, fikirlerini yayamaması, fevkalâde zararlı olmuştur. Atatürk, heyecanlı milliyetçilere âşıktı. Zira kendisi de öyleydi. O da Ziyâ Gökalp ekolünden geliyordu. Atatürk tarafından meşrûlaştırılan ve üniversitedeki hayatı iâde edilen bir Atsız, "her devrin menkûbu" olmaz ve fikirlerini meydan muharebesi verip sertleştirmeye mecbur kalmaksızın yayar, Türk gençleri için komünizme karşı siper-i sâika olurdu.
Atsız, İnönü'nün ve onun Halk Partisi'nin en cezrî muhalifi, tamamen düşmanı idi. Bu felsefeyle iktidara gelen Demokrat Parti'nin ona ilgi göstermemesi, hele öğretmenlikten alıp kütüphane memuru yapması, Demokrat Parti'yi felâkete götüren yanlış tutumlardan biridir. Demokrat Parti'nin Atsız'dan çekinecek hiçbir şeyi yoktu. Onu milletvekili yapsaydı, çok faydalanırdı. fikir adamı olmayan partiler, silinip gitmeye mahkûmdur. Fakat Demokrat Parti üzerindeki kozmopolit tesirler şiddetli ve büyüktü. Bu çevreler, Parti'ye, iktisadî kalkınma ile bir asır iktidar kalabileceğini telkin ederlerken, Türk'e dost olmayan çevreler, okula, üniversiteye ve diğer muhitlere hâkim olmaya başlıyorlar, iktisadî kalkınmaya en küçük ehemmiyet vermiyorlardı.
Atsız, şâirlikten gelen ekseri yazarlar gibi, Türkçe'yi çok iyi kullananlardandı. Yalın, çok güzel ve açık bir dili vardı. Yüzlerce fevkalâde güzel fikir makalesi yazmıştır. Yazılarındaki şiddet dozu, onu tanımayanları ürkütmüş, düşmanlarını korkutmuş fakat aynı zamanda büyük bir hayran kitlesi kazandırmıştır. Aslında mütevazı, mahcup, merdümgirîz (misanthrope) idi. Gerçekten terbiyeli, samimî, nazik bir insandı. Zâten, yazılarında son derecede şiddetli olanların ekserisinin böyle olduğunu tecrübeyle, onlarla tanışarak anlamışımdır.
Bu kadar büyük, hayatımda nâdir gördüğüm bir yüksek ahlâkta, kıskançlık ve hased gibi her on insanın dokuzunda bulunan nakıysalardan tamamen uzak, müstesna yaradılışlı bir adamın hayatta çektiği ızdıraplar ve hak ettiği bütün nimetlerden uzak tutulması, hayatımın en büyük üzüntülerinden biri olmuştur. O derecede üzülmüşümdür ki, karakterim Atsız'ınkine çok benzediği için onun bazı hareketlerini yapmamaya, o kadar sert olmamaya çok dikkat etmişimdir. Hayatımda çok az kahraman tanıdım. Yarım düzine insan bile sayamam. Bence Atsız, kahramanlığın gerçek numunesi idi. Efsane çağlarından arta kalan gerçek bir şövalye, bir alp idi. Medenî cesaret dozu çok yüksekti.
Tesirinin bugünki bir kısım neslin üzerinde hiçbir zaman silinemez izler bırakması, yalnız yazılarından dolayı değildir. Karakterinin eşsiz salâbeti, diğer bir sebeptir. Çok az fikir adamı nesillere bu derecede tesir edebilmiştir. Bu tesirler, rasyonel ve millî menfaatlere uygun şekilde kanalize edilemediyse, bunun suçlusu, hiçbir şekilde Atsız değildir. Onun fikirlerinin hiç olmazsa bir iki asır devam edeceğini ve ana hatlarının ölümsüz olduğunu sanıyorum. Milliyet duygusunun son zerresi imhâ edilmedikçe, Atsız'ın Türk milliyetçiliğindeki tesirli ve hayırlı fikirleri yaşayacaktır.
Kendisinden Mete'ye ait bir biyografi istemiştim. Bu biyografi, ihtimal son yazısıdır ve Hayat Tarih Mecmuası okuyucularına sunuyorum. Bu yazı ile beraber gönderdiği mektubun fotoğrafını da yayınlıyorum (siyâsî mahiyette iki cümleyi kapattım). Bunun da son mektubu olması muhtemeldir. Atsız'la çeyrek asır, ayda birkaç defa mektuplaştık. 1957'ye kadar benim Paris'te yaşamam bu âdete yol açmıştı. Ben, el yazım tamamen okunmaz olduğu için, her şeyimi daktilo ile yazarım. Atsız da bana daktilo ile, bazen Latin, bazen Arap harfi ile el yazısı yazardı. Son mektubu Latin harfleri ve el yazısı iledir. Mektup saklamak âdetinde olsaydım, bana yazdığı mektuplarının sayısı bini aşmış olacaktı. Birkaçını sakladığımı sanıyorum; sonuncusunu da saklayacağım. Son zamanlarda lüzumlu lüzumsuz kendisine Ankara'dan telefon açıp hasretimi gidermeye çalışıyordum. Fakat kardeşi Nejdet Sançar'ın ölümü onu yıkmıştı. Son yılda pek musır ve aylar süren ısrarlarım üzerine yanında trinitrin taşıyacağını söz vermişti. Son derece nüktedan, güler yüzlü, mizaha mâildi. Mektupları ve konuşmaları bu karakterdedir.
Kendisiyle son tanışanlardan biri Tekin Erer'dir. Birkaç yıl önce Ankara'daki evimde karşılaşmışlardı. Tekin'e şimdiye kadar niye tanışmadığını sordum. Hayrânı olduğunu, fakat tanışmaktan ürktüğünü, bu kadar nazik ve nüktedan, neş'eli bir adam olduğunu hatırına bile getirmediğini, çok sert tabiatlı olduğunu sandığını söylemişti. Atsız da birkaç mektubunda Tekin Erer'i bana övmüştür. Tekin, Atsız'ın evine son gidişinde Atsız, bir saat kadar Türk milletinin karakterini anlatan bir konuşma yapmış. Tekin, bu derece vukuflu bir konuşmayı hayatında çok az dinlediğini bana söylemişti. Ama ben, Atsız'ın böyle vukuflu, çok büyük bilginlere ve çok derin mütefekkirlere has tahlil konuşmalarına çeyrek asırdır alışıktım. Tesadüfe bakınız ki, Tekin Erer de, Dr. Fethi Tevetoğlu ve benimle beraber Uzak Doğu'daydı. Babasının çok sevdiği Atsız'ın cenazesine katılamayacağını düşünen Erer'in büyük oğlu, sessizce, kimse kendisini tanımaksızın cenazeye katılmış. Bunu duyduğum zaman çok mütehassis oldum. Aferin Fevzi'ye.
Atsız, büyük bir dil ve tarih bilgini idi. Hem dilci, hem tarihçi olanlar nadirdir ve böyleleri, tarihte çok başarılı olurlar. Atsız iyi Farsça, orta derecede Fransızca bilir, Arapça ve Almanca'yı okuyup anlardı. Türkçe'yi, tarihî ve yaşayan lehçeleri ile en iyi bilenlerden biri idi. Osmanlıca'ya ve Osmanlı şiir ve edebiyatına vukufu tamdı. Türklerin son bin yılda meydana getirdikleri on bin kitabı ya okumuş, ya incelemişti. Bu vasıfta bir bilgin son devirlerde az gelmiştir.
1958'e kadar olan biyografisini çok tafsilâtlı kaleme almıştım ki bu yazım henüz basılmamıştır. Sâdeddin Arel'den başkasının hayatında biyografisini yazdığımı da hatırlamam. Mektuplarında daima siyâsî ve şahsî nükteler dolup taşardı. Arûz ile yazdığı hiciv mısrâ, beyit ve kıt’aları, -bu mektuplarda kalmış ve ayrıca bir yere kaydedilmemişse- yırtılıp atılmıştır. Vatanı için onun derecesinde üzülüp kahrolabilen mizaçta bir insana rastlamadım.
İhtisas sahaları son derece geniş olmakla da, diğer tarihçilerimizden ayrılıyordu. Orta Asya Türk Tarihi kadar, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinin de büyük mütehassısı idi. Bilgisi nispetinde büyük kompozisyon eserleri olmaması, hayatının dağınıklığı sebebiyledir. Baş makalelerinin mutlaka toplanması lâzımdır. Tarihe ait eserlerini yayınlamak, Kültür Bakanlığı'nın en tabiî görevidir. Son zamanlarda Eski Türk Tarihi'ne ait bir kitap üzerinde çalışıyordu ve hemen hemen bitirmişti. Başlangıçtan 6. asra kadar gelen Eski Türk Tarihi Üzerinde Toplamaları'nın son 40 yılda topladığı malzeme ile genişletilip düzenlenmiş şekliydi. 2. Mahmud'dan buyana Osmanoğulları'nın tarihi, diğer büyük bir eseridir ve hiçbir kısmı yayınlanmamıştır. Ayrıca bir şâir ve romancı idi. Siyâsî tarih kadar edebiyat tarihini bilmesi, jenealoji mütehassısı ve dilci olması, eserlerinin değerini çok arttırmıştır. Bu tipte bir tarihçi artık yetişmemektedir.
Kendisine doyamadan gitti. Hayatta nâdir insana karşı bu derece gerçek saygı ve derin sevgi duymuşumdur.
Adını herkesin duyduğu, gerçek şahsiyetini az kişinin bildiği Atsız kimdi?
Bu sorunun cevabını sanıyorum en doğru cevaplandırabileceklerden biri benim. 1951 Haziran'nından itibaren en yakın arkadaşı idim. Hayatının sonuna kadar bu dostluğumuz bozulmadı. Daha açık söyleyeyim: Atsız'ın kavga etmediği tek arkadaşı benim. Zira Atsız, tipik bir kavga adamı idi. Benimle kavga etmedi. Zira dostluğumuz şahsî idi. Onun dernek faaliyetlerinden hiçbirine katılmadım.
Gerçi fikirlerimiz çok yakındı. Fakat ben dernek çalışmalarına hiçbir zaman ilgi gösterememişimdir. Yazı yazmasını severim.
Atsız, 12 Ocak 1905'te İstanbul’da doğdu. 11 Aralık 1975'de 70 yaşında İstanbul'da öldü. Karadenizli bir deniz binbaşısının oğludur.
Atsız'ın Türk fikir hayatındaki rolü, Türk milliyetçiliğinin günümüze kadar gelmesindeki hizmetidir. Atsız olmasa idi, Ziya Gökalp'in nefesinin yetişmeyeceği, bir yerde tükeneceği fikrindeyim.
Şüphesiz Atsız, Gökalp'ten çok âlimdi. Türk tarihini, kültürünü, edebiyatını ondan çok daha iyi biliyordu. Gerçi Osmanlı'yı tam mânâsıyla değerlendirememek kapital hatasında, Gökalp ile aynı çizgiye düştü. Fakat fikir adamlarını, yaşadıkları döneme göre değerlendirmek gerekir.
Atsız, 1930'larda bir Türk ırkçısı idi. O devirde geçerli bir fikir akımı idi. Bizde de binlerce iskeletin kafatasları ölçtürüldü. Türkiye'deki yabancı ırkçılığı, bu kişilerin öz yurdumuzda Türk milliyetçiliğini yasaklamak için gösterdikleri sinsi gayret, Atsız'ı bu yola sürükledi.
Ama 1950'lerin Atsız'ı, tıpkı üç ayrı Gökalp olması gibi, fikirlerini tadil etmişti. Osmanlı kültürüne yaklaşmış, Osmanlı'yı anlamış, gerçek milliyetçiliğin ırkla hiçbir ilgisi olmadığı, kültür milliyetçiliği olduğunu kabûl etmişti. Bu kabûl edişte, onun Osmanlı tarihini ve medeniyetini çok iyi bilmesi yardımcısı oldu.
Ama Atsız her devrin menkûbu durumunu muhafaza etti. Çok hata edildi. Milliyetçilik, bugün anladığımız mânâda, modern bir akımdır. Türkiye'deki geçmişi de 130 yıldan ibarettir. En büyük, en ateşli Türk milliyetçisi Atatürk'tür. Gökalp bile Atatürk'ten geride kalır. Atatürk, genç Atsız'a ilgi gösterdi. Fakat çevre, bu genç adamın Atatürk'le tanışmasını engelledi.
Sonra İnönü'nün 1944'te 19 Mayıs Nutku faciası gelir. Türk milliyetçiliğini zararlı bir akım olarak ilân etti. Bir nesil, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesine temelden aykırı olan bu fikirle yetiştirildi. Her siyâsî iktidar, Atsız'a ilgi göstermekten korktu.
Espri, nükte, mizah adamı, güler yüzlü, nazik bir mizaçta olan Atsız, tanımayanlarca öcü gibi görüldü. Birçok esprisi gerçek sayıldı. Oradan oraya sürüklendi. Mahkemelere düşürüldü. Bugünün ilim adamları için çok şaşırtıcı genişlikteki bilgi ve ihtisasına lâyık eserler veremedi. Ama Türkçe'yi en iyi kullananlardan biriydi. Edebî eserleri hâlâ en çok okunan kitaplardandır.
Hayatımda tanıdığım en dürüst, yüksek ahlâklı, asla yalan söylemez birkaç kişiden biriydi. Tanıdığım en büyük idealistti. Hiçbir maddî menfaatle ilgisi yoktu. Ruhunun, Tanrı Dağları'nın karlı doruklarına eriştiğini ve bütün Türk illerinin istiklâline kadar, Lena ile Tuna arasında dolaşacağını biliyorum."