21 Haziran 2021 Pazartesi

TABASBUS

 


İnsanın en büyük problemi yine insandır. Toplumların ileri doğru gitmesinin yegâne şansı insanların birbirlerine "insan gibi" davranmalarıdır. 

Bugünkü unutulmuş kelimemiz tam da bu konuyla alâkalı. Başta siyaset olmak üzere "yükselme yanılgısına" düşülen her alanda gördüğümüz durumun adı: Tabasbus. 

Yine Şemseddin Sami üstadın Kâmûs-ı Türkî'sine müracaat ediyoruz: 

"tabasbus: tebesbusât (basbasadan tefa'lül) alçakça yalvarma, temelluk: tabasbus etmek."

Sizlere tabasbus etmekten uzak,  tabasbus etmeyen insanlarla dolu bir yaşam dilerim... 

9 Haziran 2021 Çarşamba

PEMBE İNCİLİ KAFTAN (ÖMER SEYFETTİN)

Ömer Seyfettin


İlk kez Yeni Mecmua dergisinin 17. sayısında (1 Kasım 1917) yayımlanan Pembe İncili Kaftan, Türk hikâyeciliğinin mihenk taşlarındandır.

Devlet nedir? Yüksek karakter nedir? Vazife şuuru nedir? Devlet işleri nasıl halledilir? gibi soruların cevabını tek seferde veren Ömer Seyfettin, bu hikâyeyle, neden Türk hikâyeciliğinin kurucusu olarak anıldığını bir kez daha kanıtlıyor.

(Hikâyedeki Şah İsmail figürü 16. yüzyıl Osmanlı algısıdır. Bugün Şah İsmail’in de Yavuz kadar Türk olduğu hususunda kamuoyu hemfikirdir ve iki hükümdarı da benimsemektedir. Hikâyenin 16. asrın “diliyle” kaleme alınması bu noktada göz önünde bulundurulmalıdır.)

 

Büyük kubbeli serin divan, bugün daha sakin, daha gölgeliydi. Pencerelerinden süzülen mavi, mor, sincap rengi bahar aydınlığı, çinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu. Yüksek ipek şiltelere diz çökmüş yorgun vezirler, önlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar, uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan yaşlı sadrazamın sönük gözleri, çok uzak, çok karanlık şeyler düşünüyor gibi, var olmayan noktalara dalıyordu.

– Yürekli bir adam gerekli, paşalar… dedi. Biz onun sırmalara, altınlara, elmaslara boğarak gönderdiği elçisine padişahımızın elini öptürmedik, ancak dizini öpmesine izin verdik. Kuşkusuz o da karşılıkta bulunmaya kalkacak.
– Kuşkusuz.
– Hiç kuşkusuz.
– Mutlaka.
Kubbealtı vezirlerinin tamamıyla kendi görüşünü paylaştıklarını anlayan sadrazam düşündüğünü daha açık söyledi:
– O halde bizden elçi gidecek adamın çok yürekli olması gerek! Öyle bir adam ki, ölümden korkmasın. Devletinin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusuyla, uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin…
– Evet!
– Hay hay.
– Çok doğru…
Sadrazam sakalından çektiği elini dizine dayadı. Doğruldu. Başını kaldırdı. Parlak tuğları ürperen vezirlere ayrı ayrı baktı:
– Haydi öyleyse… Yürekli bir adam bulun! dedi… Hoca takımından, Enderundan, divandan benim aklıma böyle gözü pek bir adam gelmiyor. Siz düşünün bakalım…
– …
– …
– …
Sofu, barışsever, sessiz padişahın koca devletine, sessiz küçük bir beyin olan divan düşünmeye başladı.
Bu elçi, yedi yıl sonra takdirin “Yavuz!” namındaki yaman sillesiyle her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda gören İsmail Safavi’ye gönderilecekti. Şehzadeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan çok, kitapla geçiren bilge Bayezid’in yaradılışı son derece uysaldı. Yalnız şiiri, bilgeliği, tasavvufu sever; savaştan, mücadeleden nefret ederdi. Vezirler, sevgili padişahlarının rahatını bozmamayı en büyük görevleri sanırlardı… Bununla birlikte sınırlarda yine kavganın önü alınamıyordu. Bosna, Eflak, Karaman, Belgrat, Transilvanya, Hırvatistan, Venedik seferleri birbirini izliyor; Modon, Koron, Zonkiyo, Santamavro ele geçiriliyordu. Sanki İstanbul fatihinin kararlılığıyla dehası -tahta geçer geçmez, babasının heykelini, “Gölgesi yere düşüyor” diye kırdırıp savaşa girmeye kalkan- halefinin zamanında da sönmüyor; sönmez bir alev, bir ruh gibi yaşıyordu. Rahat istendikçe dert çıkıyordu. Hele Doğu… Kan içinde, ateş, kıyım içinde kıvranıyordu. Yıkılan, sönen Akkoyunlu hanedanının yıkıntıları üstünde Şah İsmail serserisi saltanat kurmuştu. Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan, babasıyla büyükbabası Cüneyd’in öcünü aldığı için delice bir gurura kapılan bu kudurmuş şah, akla gelmedik canavarlıklarla sağına soluna saldırıyordu. Kendine sığınanları bile, çağırdığı şölende, yemekmiş gibi kaynattırdığı büyük kazanlara atıp söğüş yapan, yendiği Özbek padişahının kafatasıyla şarap içen bir acımasız şah, dünyada gerçekten eşi görülmemiş bir kıyıcıydı. Bayezit divanının çelebi, sessiz, temiz huylu, dinine bağlı vezirleri onun işkencelerini hatırlamaya dayanamazlardı. Bu kıyıcı, bir gün mutlaka bizim sınırımıza da saldıracak, Doğu illerini ele geçirmeye kalkacaktı. Bunu herkes biliyordu. Geçen yıl Zülkadriye egemeni Alaüddevle’den nikahla kızını istemişti. Alaüddevle kızını vermedi, İsmail uğradığı bu aşağılamaya öfkelendi; öç için padişahın toprağından geçti. Savunmasız Zülkadriye topraklarına girdi. Diyarbekir, Harput kalelerini aldı. Sarp bir dağa kaçan Alaüddevle’nin oğlu ile iki torunu eline tutsak düştü. Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi. Böyle korkunç bir şey Doğu’da yeni duyuluyordu. Savaş istemeyen padişah, Ankara’ya, Yahya Paşa kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapmadı. Bu şah, kıyıcı olduğu kadar da kurnazdı… Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor, birbiri arkasına elçiler gönderiyordu. O zamanlar Trabzon valisi olan Şehzade Yavuz, babası gibi dayanamamış, Tebriz sınırını geçmiş, Bayburt’a, Erzincan’a kadar her yeri yağmalamış, hatta Şah’ın kardeşi İbrahim’i tutsak etmişti. İsmail’in elçisi şimdi bu saldırıdan da yakınıyor, Osmanlı toprağına son akınlarının padişahın devletine karşı değil, sırf Alaüddevle’ye karşı olduğunu tekrarlıyordu. İşte divanda bu kurnaz, bu kıyıcı, acımasız türediye gönderilecek uygun bir elçi bulunamıyordu; çünkü kendini Osmanlı Hakanı’yla bir tutan, hatta bütün Doğu’da egemenlik kuran bu serseri, karşısında devleti temsil edecek adama kuşkusuz birçok densizlik yapacak; densizliklerine karşılıkta bulunanı ola ki kazığa vuracak, derisini yüzecek, akla gelmedik korkunç bir işkenceyle öldürecekti. Sadrazamın sağındaki, deminden beri bir mezar taşı gibi kımıltısız duran kırmızı tuğlu kavuk, yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü:
– Ben, tam bu elçiliğe uygun bir adam biliyorum, dedi, babası benim yoldaşımdı. Ama devlet memurluğunu kabul etmez.
– Kim?
– Muhsin Çelebi.
Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu:
– Burada mı oturuyor?
– Evet.
– Ne iş yapıyor?
– Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle ahbaplık etmez. Büyük mevkiler istemez.
– Niye?
– Bilmem ama, belki “düşüşü var” diye.
– Tuhaf…
– Ama çok yüreklidir. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok kez savaşmıştır. Yüzünde kılıç yaraları vardır.
– Bize elçi olmaz mı?
– Bilmem.
– Bir kere kendisini görsek…
– Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi?
– Nasıl gelmez?
– Gelmez işte… Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir.
– Devletini sevmez mi?
– Sever sanırım.
– O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.
– Tecrübe ediniz efendim….
Sadrazam, o akşam kâhyasını Muhsin Çelebinin Üsküdar’daki evine gönderdi. Devlet, millet hakkında bir iş için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka gelmesi gerektiğini yazmıştı.
Sabah namazından sonra sarayının selamlığında, Hint kumaşından ağır perdeli küçük loş bir odada kâtibinin bıraktığı kâğıtları okurken, sadrazama, Muhsin Çelebinin geldiğini bildirdiler.
– Getirin buraya…. dedi.
İki dakika geçmeden odanın sedef kakmalı, ceviz kapısından palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. İnce siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Bütün kullarının etek öpmesine, secdesine alışan sadrazam, bir an eteğine kapanılmasını bekledi. Oturduğu mor çuha kaplı sedirin hep öpülen ağır sırma saçağındaki yumağı, altından, içi boş küçük bir kafa gibi şaşkın duruyordu. Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm dururlardı. Muhsin Çelebi çok doğal bir sesle sordu:
– Beni istemişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?
– Şey…
– Buyurunuz efendim.
– Buyur oğlum, şöyle otur da…
Muhsin çelebi, çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden çok rahat bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturdu. Sadrazam hâlâ ellerinde tuttuğu kıvrık kâğıtlara bakarak içinden, “Ne biçim adam? Acaba deli mi?” diyordu. Ama hayır… Bu çelebi, çok akıllı bir insandı! Yiğide, alçağa gerek duymayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandırayla büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah demezdi. Yoksula, zayıflara, gariplere bakar, sofrasından konuk eksik olmazdı. Dinine bağlıydı. Ama tutucu değildi. Din, millet, padişah aşkını ta yüreğinde duyanlardandı. Devletin büyüklüğünü, kutsallığını anlardı. Tek ülküsü, “Tanrı’dan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak”tı… Bilgisi, olgunluğu, herkesçe biliniyordu. İbni Kemal ondan söz ederken, “Beni okutur!” derdi. Şairdi. Ama ömründe daha bir tek kaside yazmamıştı. Hatta böyle övgüleri okumazdı bile… Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan yükselme yollarından daha hiçbirine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurlu yolların sonunda, hep “kirli bir etek mihrabı” bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun gözünde çok yüksek, çok büyüktü. İnsan yeryüzünün üzerinde, Tanrı’nın bir çeşit temsilcisiydi. Tanrı insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan, her varlığın üstündeydi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanma pek yakışırdı ama insan… Muhsin Çelebi her türlü aşağılanmayı sindirerek yüksek mevki tepelerine iki büklüm tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kölelerden, güçsüzler gibi yerlerde sürünen pis kölelerden tiksinirdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçar olmuştu. Yalnız savaş zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için ortaya çıkardı. Huzurda serbest, içinden geldiği gibi oturuşu sadrazamı çok şaşırttı. Ama kızdırmadı:
– Tebriz’e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin oğlum?
– Ben mi?
– Evet
– Ne ilgisi var?
– Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da…
– Ben şimdiye kadar devlet memurluğuna girmedim.
– Niçin girmedin?
Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu, Gülümsedi.
– Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi. Oysa zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek, hatta ayak öpüp, bin türlü yaltaklanmayla, ikiyüzlülükle, dalkavuklukla çıktıklarından, çevrelerine hep bu aşağılayıcı geçmişlerinin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimeleri, korudukları, hep alçak ikiyüzlüler, ahlâksız dalkavuklar, namussuz maskaralardır. Yiğit, doğru, kendisine saygılı, özgür vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen kin bağlarlar, yıkmaya çalışırlar. Gedik Ahmet Paşa niçin hançerlendi, Paşam?

Sadrazam yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kâğıdı buruşturdu. Öfkelenmiyordu. Ama öfkelendiği zamanlarda olduğu gibi, yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil, hatta daha beylerbeyiyken bile karşısında akranlarından kimse ona böyle açıkça söz söyleyememişti. Yine “Acaba deli mi?” diye düşündü. Deli değilse… bu ne küstahlıktı? Bu derece küstahlık, nizam-ı aleme karşı çıkmak değil miydi? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden: “Şunun başını vurdursam…” dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitti: “İşte sen de yaltaklanma, ikiyüzlülük, dalkavukluk yollarından yükselenler gibi, dürüstçe bir sözü çekemiyorsun! Sen de karşında yiğit bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, hor görülmenin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!” Süzülmüş gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kâğıdı yanına koydu. Yine Muhsin Çelebi’ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı… al yanakları… yeni tıraşlı beyaz, kalın boynu… biraz büyücek, eğri burnu… ince sarığı… tıpkı Şehname sayfalarında görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet, bu alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. İnsaflı sadrazam, vicdanının ruhunda yankılanan sesini, gururunun karanlığıyla boğmadı. “Tam bizim aradığımız adam işte…” dedi. Bu kadar korkusuz bir adam, devletine, mikletine yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi. Kavuğu hafifçe salladı:
– Seni Tebriz’e elçi göndereceğiz.
Muhsin Çelebi sordu:
– Katınızda bu kadar nişancılar, kâtipler, hocalar var. Niçin onlardan birini seçmiyorsunuz?
– Sen Şah İsmail denen kötü ruhlu adamın kim olduğunu biliyor musun?
– Biliyorum.
– Devletini seviyor musun?
– Seviyorum.
Yüce sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:
– Pekala öyleyse… dedi, bu kötü ruhlu adam “elçiye zeval yok” kuralını kabul etmez. Bizimle boy ölçüşme davasındadır. Er meydanında bize yapamadıklarını, bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. Ola ki işkenceyle idam eder. Çünkü Tanrı’dan korkusu yoktur. Oysa elçimize yapılacak hakaret devletimize yapılmış demektir. Bize öyle bir adam gerekli ki, hakaret görünce başından korkmasın… Bu hakareti aynen o kötü ruhlu adama iade etsin… Devletini seversen, sen bu fedakârlığı kabul edeceksin!
Muhsin Çelebi hiç düşünmedi:
– Ettim efendim, ama bir koşulum var… dedi.
– Nedir?
– Madem ki bu bir fedakârlıktır, ücretle olmaz. Karşılıksız olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, gerçekte kişisel bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, makam, ücret filan istemem… Karşılık beklemeden bu hizmeti görürüm. Koşulum budur!
– Ama oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi çok ağır giyinmişti. Atları, hizmetkârları kusursuzdu. Bizim elçimizin atları, hizmetkârları, giysileri daha gösterişli, daha ağır olmalı… Bunlar için mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz.
Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı:
– Hayır, dedi, hazineden bir pul almam. Gerekli göz alıcı muhteşem takımlı atları, süslü hizmetkârları ben kendi paramla düzeceğim. Hatta…
Sadrazam gözlerini açtı.
– … Hatta sırtıma Şah İsmail’in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.
– Ne giyeceksin?
– Sırmakeş Toroğlu’ndaki, kumaşı Hint’ten, harcı Venedik’ten gelme, “Pembe İncili Kaftan”ı alacağım.
– Ne… O kadar parayı nereden bulacaksın, oğlum?
Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay önce tamamlanan, üzeri ender bulunur pembe incelerle işlemeli bu kaftanın ününü İstanbul’da duymayan yoktu. Vezirler, elçiler, padişaha armağan etmek için Toroğlu’na başvurdukça, o fiyatını artırıyordu. Muhsin Çelebi bu ünlü kaftanı nasıl alacağını anlattı:
– Çiftliğimle mandıramı ve evimi rehine vereceğim. Tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım, iki bin altını atlarla hizmetkârlara harcayacağım. Geriye kalan sekiz bin altınla da bu kaftanı alacağım.
Sadrazam bu davranışı uygun bulmadı:
– Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz. Yalnız bir gösteriş aracıdır. Mallarını elinden çıkaracaksın. Yoksul düşeceksin.
– Hayır, sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yadigâr bıraktığı mandıram devlete feda olsun… Devletten hep alınmaz ya… Biraz da verilir!
Muhsin Çelebi’yle konuştukça sadrazamın şaşkınlığı artıyordu. Yüreği rahatladı. İşte küstah, türedi bir hükümdara haddini bildirmek için gönderilecek uygun bir adam bulunmuştu. Gülüyor, ağır ağır kavuğunu sallıyordu. Divanın nazik, korkak, hesapçı çelebileri canlarıyla mallarını çok severlerdi. Bunlardan biri elçi gönderilse, devletinin onurundan çok alacağı bağışı düşünerek, kendisine yapılan her hakareti kabul edecekti. Sadrazam, Muhsin Çelebi’yi yemeğe alıkoymak istedi. Başaramadı, giderek onu ta sofaya kadar uğurladı.
… Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkânlarını, bahçesini, bostanını rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını düzdü. Bunların hepsi gerçekten eşi görülmedik derecede göz alıcıydı. Dönüşte yedi bin altına iade etmek koşuluyla Toroğlu’ndan ünlü Pembe İncili Kaftanı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra padişahın mektubunu koynuna koyarak yola düzüldü. Konak konak ilerledikçe bu yeni elçinin gösterişi, zenginliği, hele incili kaftanının ünü bütün Anadolu’dan geçerek Şah İsmail’in ülkesine ulaşıyordu. Muhsin Çelebi bir gün Tebriz Kalesi’ne büyük bir gösterişle girdi. Bu küçük başkentin, süse, zenginliğe, renge, süs eşyasına tutkun halkı, İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdı. Kent, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Şah İsmail, “Pembe İnci”yi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı içinden derin bir kin duydu. Onu hakareti altında ezmeye karar verdi. Huzuruna kabul etmezden önce tahtının arkasına cellatları hazırlattı. Tahtının önündeki ipekli kumaştan şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda savaşçıları duruyorlardı.
Muhsin Çelebi, geniş somadaki kemerli açık kapıdan rahat adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her zamanki gibi yukarda, göğsü her zamanki gibi ilerideydi. Koynundan çıkardığı padişah mektubunu öptü. Başına koydu. Sonra altın tahtın üstüne -allı, yeşilli, mavili, morlu ipek yığınlarına sarılmış, sarmalarla, tuğlarla, sancaklarla çevrelenmiş- garip bir yırtıcı kuş sessizliğiyle tünemiş Şah’a uzattı. Ayağı öpülmeyen Şah kızgınlığından sapsarı kesildi. Gözlerinin beyazları kayboldu. Mektubu aldı. Muhsin Çelebi, tahtın önünden çekilince şöyle bir çevresine baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden, “Beni zorla ayakta, saygı duruşunda tutmak istiyorlar galiba…” dedi. Bir an düşündü. Bu harekete nasıl karşılık vermeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili kaftanını çıkardı. Tahtın önüne yere serdi. Şah İsmail, vezirleri kumandanları aptallaşmışlar, şaşkınlık içinde bakıyorlardı. Sonra bu değerli kaftanın üzerine bağdaş kurdu. Dev, ejderha resimleri işlenmiş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri çınlatan gür sesiyle:
– Mektubunu verdiğim büyük padişahım Oğuz Kara Han soyundandır! diye haykırdı. Dünya yaratıldığından beri onun atalarından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Ataları doğuştan beri hükümdar olan bir padişahın elçisi, hiçbir yabancı padişah karşısında divan durmaz. Çünkü dünyada kendi padişahı kadar soylu bir padişah yoktur… Çünkü…
Muhsin Çelebi Türkçe olarak bağırdıkça; Türkçe bilmeyen şah kızıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı mektup tir tir titriyordu… Tahtının arkasındaki cellatlar kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı. Danışmanlar, vezirler, cellatlar, savaşçılar hükümdarlarının sabrına, buna dayanmasına şaşıyorlardı. Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi sözünü bitirince izin filan istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail taş kesilmişti. Çaldıran’da kırılacak olan gururu, bugün bu tek Türk’ün ateş bakışları altında erimişti. Muhsin Çelebi dışarı çıkarken, kendi gibi şaşkınlıktan donan nedimelerine:
– Şunun kaftanını veriniz! dedi.
Savaşçılardan biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk elçisine yetişti:
– Buyurun, kaftanınızı unuttunuz.
Muhsin Çelebi durdu. Güldü. Çıktığı kapıya doğru dönerek şahın işiteceği yüksek bir sesle:
– Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok… Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz… Bunu bilmiyor musunuz? dedi.
Geçtiği yollardan gece gündüz dörtnala döndü. Üsküdar’a girdiği zaman, Muhsin Çelebi’nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hizmetkârlarına dedi ki:
– Evlatlarım! Bindiğiniz atları, hâşâları, takımları, üstünüzdeki giysileri, belinizdeki değerli taşlarla süslü hançerlerinizi size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helal ediyor musunuz?
– Ediyoruz… Ediyoruz…
– Anamızın ak sütü gibi.
Karşılığını alınca onları başından savdı. Derin bir soluk aldı. Evine uğramadan, deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı. Sadrazamın konağına gitti. Mektubu şaha verdiğini, hiçbir hakarete uğramadığını, şahın iznini bile almaksızın habersizce kalkıp İstanbul’a döndüğünü söyledi. Zaten sadrazam, onun görevini hakkıyla yerine getireceğine son derece güveniyordu. Yollar, derebeyleri, aşiretlerle ilgili bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp çekileceği zaman:
– Ben satın almak istiyorum oğlum, kaftanın burada mı? dedi.
– Hayır, getirmedim.
– Acemistan’da mı sattın?
– Hayır, satmadım.
– Çaldırdın mı?
– Hayır.
– Ya ne yaptın?
Sadrazam üsteledi, tekrar tekrar sordu. Kaftanın ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Muhsin Çelebi yaptığıyla övünecek kadar küçük ruhlu değildi. O akşam Üsküdar’a döndü. Ertesi gün yedi bin altını geri almak için kendisini bulan sırmakeş Toroğlu’na da, kaftanı ne yaptığını söylemedi. Meraklı İstanbul’da hiç kimse, ünlü “Pembe İncili Kaftan”ın “Nasıl, nerede, niçin” bırakıldığını öğrenemedi. Tebriz Sarayı’ndaki serüven, tarihin karanlığına karıştı, sır oldu. Ama eski zengin Muhsin Çelebi, bu kaftan için girdiği borçları verip, çiftliğini, mandırasını, iratlarını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigâr kalan atıyla değerli taşlarla süslü takımını satıp, Kuzguncuk’ta minimini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti. Çoluğunun çocuğunun ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar Pazarı’nda sebze sattı. Pek yoksul, pek acı, pek yoksun bir hayat geçirdi. Ama yine de ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakârlık üzerine gevezelikler yaparak, boşu boşuna övündü…

3 Haziran 2021 Perşembe

GÜNEY AZERBAYCAN’DAN BİR TÜRKÇE AŞIĞI: CEVAD HEYET



Cevad Heyet, 24 Mayıs 1925’te Tebriz’de doğdu. İran, Türkiye ve Fransa’da tıp eğitimi aldı. İran’da, açık kalp ameliyatı başta olmak üzere birçok cerrahi ilke imza attı. Çalışmaları hem İran hem de uluslararası alanda daima takdirle karşılandı.

Cevad Heyet’i bizim gündem maddemiz yapan, bugün bizimle yaşatan tıp alanında yaptığı bu müthiş hizmetler değil. Cevad Heyet’i tanımamıza, sevmemize vesile olan onun derin Türklük ve Türkçe sevgisi. Tabii bu uğurda yaptığı çalışmalar, kaleme aldığı kitaplar ve Varlık Dergisi.

Varlık Dergisi ve Türkçe çalışmalarından önce Heyet’in 1943’te İran’da başladığı tıp eğitimini tamamlamak üzere Türkiye’ye geldiğini belirtmeliyim. Sadece tıp eğitimi için mi geliyordu? Hayır. Babası Mirza Ali Heyet’in öğüdünü tutmak da amaçları arasındaydı. Bu öğüt şuydu: “Oğlum, ben seni Bakü’ye göndermek isterdim, fakat aramızda demir perde var. Ben seni İstanbul’a gönderiyorum ki tıbbın yanı sıra dilimizi, edebiyatımızı ve tarihimizi de öğrenesin”.

Nitekim Cevad Heyet bunları en iyi hocalardan ezber edecekti. Babasının arkadaşı Fuad Köprülü’den Türk edebiyatının tarihini, Zeki Velidi Togan’dan Türk tarihinin inceliklerini öğrendi. O dönemin genç Türkçülerinden Muharrem Ergin’le arkadaşlık kurdu.

Bu süreci şöyle anlatıyordu: “İstanbul’da tıp öğrencisi iken Türk edebiyatı ve tarihi ile ilgilendim. Türk öğrencileri tarihlerini ve millî edebiyyatlarını çok iyi biliyorlardı. Bu, bende gıpta hissi oyandırdı. Ve tarihi ve edebiyat tarihlerini okumaya başladım.

Türkiye’de eğitimini bitirdi ve göreve başladı. Çok geçmeden uzmanlık öğrenimi için Fransa’ya geçti. 1952’de de İran’a döndü.

1979’a dek cerrahi tıp alanında birçok “ilkleri” başardı. Fakat aklının ve kalbinin bir kenarında daima Türklük ve Türkçe aşkı yatıyordu.

Bu alanda çalışmak için aradığı fırsatı 1979’da bulacaktır.

Kendisinden dinleyelim: “1979 İslam devriminden sonra ana dilimizde kitap ve basın yayıncılığı serbest olduğu için “Varlık” dergisini yayınlamak şerefi bana nasip oldu. Elbette, biz bu işi yazarlar heyetimizi oluşturan birkaç kalemdaşımızla yaptık”.

1920’lerde Farsların (Pehlevi Hanedanı) yönetimine geçen İran’da Türkler baskı altında tutuluyorlardı. Fiziki baskıların yanında iki nokta vardı ki, bunlar en sarsıcı olanlarıydı. Bunları Fars entelektüelleri yazıyorlardı. İran Türklerine “Siz Türk değilsiniz. Azeri isimli ve İran kökenli bir millettensiniz. Sizi Türkleştiren Moğollardır.” diyorlardı. Bu İran Türklüğünü yok saymaktı. Buna bağlı ikinci işkence ise şuydu: “Türkçe bir dil ve hatta bir lehçe bile değildir. Farsçayla mukayese edilemez.” İşte bu ikincisinin yüzünden Türkçe eğitim yasaklandı. Türkçe İran sınırları içerisinde yazı dili olmaktan çıkartıldı.

1979’a kadar baskılar sürdü. İslam İnkılabıyla havada bir yumuşama emaresi görüldü. Cevad Heyet arkadaşlarını toplayarak Varlık Dergisi'ni çıkarmaya ve İran Türk’ünün ve nefis Türkçenin varlığını Farslara kabul ettirmeye soyundu. Derginin ismi tek kelimeydi ama manası Güney Azerbaycan Türklüğü için derindi.

Güney Azerbaycan bir Türk yurduydu. İran’ın her tarafında Türkler vardı. Türkçe vardı. Türkçe Farsça kadar güçlü bir dil olarak vardı. Varlık, işte bu “varlığı” temsil ediyordu.

Cevad Heyet’in Varlık’taki daha ilk yazısının başlığı bile gelecekte bu dergiye verilen kıymetin boşuna olmadığını gösterir cinstendi: "Azerî Türklerinin Tarihine Bir Bakış".

Varlık’ta kimler yazıyordu? Kimler yazmıyordu ki? Derginin çıkarılması ve yayınlaması sürecinde Cevad Heyet’le beraber daima anılması gereken Dr. Hamid Nutki, Heyet’in tabiriyle “20. Asrın Hafız’ı” büyük şair Şehriyar, heybetli şair ve yazar Habip Sahir farklı zamanlarda bu dergide yazan büyük isimler arasındaydı.

Varlık aynı zamanda bir okuldu - öncü bir okul. 1979’dan bugüne dek İran’da yayınlanan tüm Türkçe neşriyatın öncüsüydü. Arkadan gelenler Heyet’e saygılarını sunarak kendi çalışmalarına yöneldiler. Varlık kendi okurlarını ve yazarlarını yetiştirdi. Bu bakımdan dünya tarihinde istisnai değerde bir dergi oldu.

Fakat Cevad Heyet yalnızca bir dergi çıkarmakla ilgilenmiyordu. Çok yönlü bir zekâya, yorulmaz bir çalışma azmine ve derin bir Türklük şuuruna sahipti. Farsların Türklük ve bilhassa Türkçe üzerinden yaptıkları saldırılara cevap vermeliydi.

Türk tarihi üzerine makaleler ve kitaplar yazdı. Bunlar yalnızca Güney Azerbaycan’da değil tüm Türk Dünyası'nda ses getiren eserler oldu.

Edebiyatla ilgili çalışmalar da yaptı. Buradaki maksadı biraz daha farklıydı. "Azerbaycan Edebiyatına Bir Bakış" kitabının girişinde amacını şöyle açıklıyordu: "…eserin mükemmel veya yeterli olması bahis konusu değildir. Amaç ediblerle ilgili halka daha detaylı bilgi vermek ve edebiyatımız hakkında bir fikir söylemektir."

Kuzey ve Güney Azerbaycan edebiyatlarının bir bütün olduğunu savunuyor, bizim edebiyatımızı da bunların kardeşi ilan ediyordu. Bu görüşün Fars entelektüelini ne kadar şaşırttığını söylemeye gerek yok.

Şeyh Renkli Şirazî, Gazi Abdullah Han, Tebrizli Kelbalı, Şah Abbas Sânî, Tarzı Afşar, Derûnî, Matemî, Mustafa Kulu Han gibi o zamana dek pek bilinmeyen eski Türk şairlerini mezarından çıkardı. Derin bir Türklük açlığı çeken Güney Azerbaycan Türklerinin önüne getirdi. Güney Azerbaycan münevverleri bunları kana kana içtiler.

Esas çalışma alanı ise dil üzerineydi. Yine Cevad Heyet’ten dinleyelim: "Biz Arap kökenli alfabe ile yazdığımız için eski alfabemizde bazı değişiklikler yapıp onu fonetikleştirmeye çalıştık. Bunun için rahmetli üstat Dr. Nutki’nin birkaç emektaşımızla birlikte önerdiği ve Varlık’ta 22 yıldan beri kullandığımız yarı fonetik alfabeyi Ortografi seminerleriyle tekmilleştirmeye çalıştık ve bu imla basınımız ve yazarlarımızın çoğu tarafından kabul edilmiştir. Bugün bizim yazı dilimiz yabancı (Rus sözleri Kuzeyde ve Arap-Fars sözleri Güneyde) sözler istisna edilirse Kuzey Azerbaycan’da kullanılan yazı dili ile yaklaşık aynıdır. Çünkü Azerbaycan’ın ta eskiden beri tek bir yazı dili olmuştur ve günümüzdeki farklar da başka dillerden alınan yabancı sözlerden ve Güneyde Pehlevilerin getirdiği yasaklardan kaynaklanmaktadır.

Evet, Cevad Heyet ve arkadaşları Güney Azerbaycan’a yeniden Türkçe yazdırmanın ötesine geçerek bir de bunu Kuzey Azerbaycan’la uyumlu hale getirmenin planını yapıyor ve başarıyorlardı.

Kuzey Azerbaycan - Güney Azerbaycan ayrılığını şöyle yorumluyordu: "Biz bir elin çocukları olduğumuz halde tarihin yarattığı faciadan sonra 150 yıldır ülkelerimiz ayrıldığı için taleyimiz ve sorunlarımız da ayrı olmuştur. Halen yirminci yüzyılda, yani insanlar uzaya ve aya giden yüzyılda aramıza aşılmaz sınırlar da çekilmiştir."

Aşılmaz sınırları Türkçe ile aşmak isteyen Güney Azerbaycan’lı münevverlerin önde gideniydi Heyet. Başardılar.

Bu başarılar neticesinde Cevad Heyet Türk Dünyası tarafından “aksakallı” olarak kabul gördü.

Boşuna aksakallı olunmuyordu. Nitekim Cevad Heyet’in Azerbaycan-Ermenistan meselesiyle ilgili Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e yazdığı mektuptan alıntıladığım şu bölüm aslında bu yazının ruhunu özetlemeye yeter:

"Sayın Başkan, lütfen beni affedin. Bu satırları, gözyaşlarımı tutamadan yazıyorum ve bu anda Allah Taâlâ’dan halkımıza kurtuluş, yoksa kendime ölüm istiyorum.

Biz tarihte, izzet ve şerefle yaşadık ve sırası geldikçe, ölümü zillete tercih ettik; ona göre de ben bu günlerimizi halkımız için yaşamak saymıyorum.

Bu gün, benim elimdeki kağıt-kalem ve kuru nefesimden başka bir şeyim yoktur; onları da mazlum halkımın yolunda seve seve vermeğe razıyım; fakat biliyorum ki, halkımın bugün için kalemden çok süngüye ihtiyacı vardır. Altın Kalem sahibi Atsız, Mussolini’ye hitaben yazdığı

“Kalem, fırça nedir, birer oyuncak
Şaheserler, süngülerle yazılır ancak”

şiirini sanki bizim bugünümüz için söylemiştir.

Durum böyleyken, ister istemez şu sorular karşısında kalıyorum. Acaba bugün bizde bir Selahaddin Eyyubî yok mu? Biz, Selçukluların evlâtları değil miyiz?"

Aksakallı Heyet 12 Ağustos 2014’te bu dünyadaki vazifesini bitirdi. Fakat ruhu bizimledir. Tanrı’dan “halkına kurtuluş” eğer bu mümkün değilse “kendisine ölüm” isteyen bu adamın ruhunun bizimle olması eşyanın tabiatı gereğidir.

Bizlerin düşü, düşünüşü de -Heyet’ten aldığımız ilhamla- Türk olan, Türkçe konuşan Güney Azerbaycan’ın üzerindedir.

Tebriz-Bakü-Ankara / Biz Hara Farslar Hara!

(Yazıda faydalandığım kaynaklar şu şekildedir: Türk Dilinin Lehçelerinin Tarihi Seyri (kitap, Cevad Heyet), Azerbaycan’ın Türkleşmesi ve Azerbaycan Türkçesinin Teşekkülü (makale, Cevad Heyet), İran Türklerinin Manevi Varlığını “VARLIK”ında Yaşatan Cevat Heyet (makale, Pervane Memmedli), Türkolojinin Güney Azerbaycan’daki Önemli Temsilcisi Dr. Cevad Heyet ve Eserleri (makale, Dr. Murat Küçük) ve Yavuz Akpınar tarafından kaleme alınan İslam Ansiklopedisi’nin Cevad Heyet maddesi.)