21 Ekim 2023 Cumartesi

YAPMA BUNU ERCAN (ENGİN ARDIÇ)


Kâfirin “obituary” dediği ve ölünün arkasından yayınlanan soğukkanlı değerlendirmeler bizde hiçbir zaman yazılmadı. Biz ölülerimizi övmeyi severiz. Birisi ölmeyegörsün hemen ağzımızı temizler ve rahmetlinin ne kadar iyi bir insan olduğundan bahsetmeye başlarız. Kalemlerimizi yumuşak uçlu olacak şekilde tıraş eder, en munis kelimelerle ölüyü yolcularız.


Birazdan okuyacağınız yazı iki türe de uymuyor. Bir sefer soğukkanlı değil. İkincisi ölüyü övmüyor. Bu yazı yalnızca Türk literatüründe değil, dünya literatüründe de önemli bir yer işgal ediyor. Çünkü canlı bir yazar ölmüş bir adamın arkasından sansürsüzce yazıyor.


Sansürsüz konuşmak zordur ama sansürsüz yazmak imkansıza yakındır. Geçenlerde ölen Engin Ardıç bunu yapabilecek kuvvette bir yazardı. Ne yazık ki, yeteneğini layığıyla kullanmayı tercih etmedi.


Lafı fazla uzatmıyor, sözü, eskiden dost olduğu Ercan Arıklı’nın ölüm haberini aldığında içkili bir vaziyette aşağıdaki yazıyı kaleme alan Engin Ardıç’a bırakıyorum.


 

"Şimdi 'seksenli yıllardan kalma' bütün eski okurlarım çatlıyorlar değil mi, acaba Ercan Arıklı hakkında ne yazacağım?


Hayır, boşuna umutlanmayın, kötü bir şey yazmayacağım.


Çünkü şu anda iyi değilim. Are you allright? No, I'm not allright.


Emin Çölaşan'ın 'ezeli düşmanı', rahmetli ve çok çok da hatalı Yavuz Gökmen'e yapmış olduğu gibi yok saymayacağım tabii (olumsuz da olsa iki satırcık yazsaydı arkasından nasıl büyüyecekti okurunun gözünde, nasıl...)


Azıcık da içkiliyim, beni bağışlayınız, hayatımda belki de içkili yazdığım ve yazacağım ilk ve son yazıdır. Umarım cümlenin başını sonunu şaşırmam, önemli bir hata yapmam.


Ce soir, je bois, Serge Reggiani'nin dediği gibi... Ne mi demek, boşverin şimdi.


Üzgünüm de, ondan. Çok üzgünüm. Çok, çok üzgünüm. Ercan'ın ölüm haberini alınca, içtim.


Tarihin de saatin de pek farkında değilim şu anda, sanırım salı gecesidir, ama yazının yayınlanması 'itibarıyla' galiba cenaze gününü kaçırdık. Gerçi çelenk gönderdik ama yazı gecikince 'ofsayta' düştük, geç kaldık. Anında davranıp sayfa yıktıramadık. Yaşlanıyoruz, gazetecilik 'reflekslerimiz' zayıflıyorlar mıdır, nedir?


'Geç olsun da güç olmasın' derler ama bu gerçekten güç bir yazı. Otuz senedir yazı yazarım, hiç bu kadar zorlanmamıştım.


Hayır, 'onun hakkında ne yazayım şimdi' sıkıntısından değil.


Aslında onu severdim de, insanlara bunu anlatabilme, onları ikna edebilme zorluğundan. Çünkü inanmayacaklardır.


Şimdi onun bolca parasından uzun süre çöplenmiş bir sürü serseri, onunla yatmış ve iyi becerilmiş (o zamanlar Viagra miagra yoktu ama olmadık birtakım tehlikeli ilaçlar kullanırdı) bir sürü kaşarlı orospu ona övgüler düzeceklerdir. Haklarıdır. Vaktiyle onları 'her bakımdan' memnun etmişti.


'Esas olarak' çok başarılı bir ansiklopediciydi. Fasikülcüydü. Onun için 'dergiciler kralı' diyeceklerdir. Gazinocular kralı Fahrettin, dergiciler kralı Ercan. Gazeteci diyeceklerdir. Gazete çıkarmaya her heves ettiğinde çuvalladı. Ama desinler, zarar yok.


'Kırantadan' adamdı, zengin, kültürlü, yakışıklı, geniş alınlı, sivri kafalı...


Öyle değil mi Hilmi? Yalan ya da yanlış mı söyledim?


Biz kavgalıydık. Dargındık, konuşmuyorduk. 1987'den beri hem de!


Bana büyük bir haksızlık etmiş, haksız yere beni işten kovmuştu (çünkü o patrondu ben de alt tarafı bir amele parçası), cebimde cıgara alacak param yoktu; üç ay, anamın pişirdiği çorbayla yaşadım (ilk eşimden yeni boşanmış, kendime yeni bir düzen de kuramamıştım).


Ama o bana bir kazık attı, ben de ona öyle bir yanıt verdim, öyle bir kazık soktum ki, ölünceye kadar çıkaramadı (çünkü o patrondu ama ben de 'eli kalem tutan' bir ameleydim!)... Öldükten sonra da çıkarabilmiş değil. O bana bir attı, ben ona misliyle, on attım. O bana borçlu değil, ben ona borçluyum yani.


'Avanesi', çevresine topladığı haybeci takımı bunu anlayamaz.


Anlamasın. Ercan Arıklı büyük bir adam değildi, kötü bir adam da değildi ama pek 'makbul' olduğu da söylenemez.


Bunda da belki mazurdu, çünkü ilk eşi aklını kaçırmış, iki çocuğuyla birlikte kendini ve evini de yakmış, Ercan o günden başlayarak 'insanoğlunu' defterinden silmiş, zengin ve yapayalnız bir 'misanthrope' olarak yaşamaya koyulmuştu. Artık hiçkimseye saygısı ve sevgisi yoktu. Ne dostuna, ne işçisine, ne erkeğe, ne kadına.


Adam seçmeyi bilmezdi. Yanlış yapmayı da kendine zevk edinmişti. Hem iş hayatında, hem özel hayatında. Çok battı, çok çıktı.


Belki de bu nedenle, yerlere düştüğü dönemde onu elinden tutup çamurdan çıkarmış olan 'üç nokta biraderine' ilk kazığı atan da o oldu. Eh, 'evrenin ulu mimarı' da onu 'dul kadının oğluna' attığı kazıktan dolayı kelek bir ölümle cezalandırdı işte, lüks arabası ve özel şoförü olmadan abdesthaneye gitmeyen adamı caddede karşıdan karşıya geçerken halk otobüsünün altında bırakarak...


Canım belki de Tanrı'nın sevgili kuluydu da, bir çırpıda, 'çekmeden' gitti. Ama alt tarafı altmış üç yaşındaydı yahu.


Merak da etmiyor değilim, acaba diğer kazıkçılık ortakları nasıl ölecekler? Acı çekerek mi? Hayır, onlar acı da çekmezler. O yetenekleri yoktur.


Hatırlıyor musun Ercan, beni haksız yere kovduğunda, bir yıl önce bana vermiş olduğun ve anamın ak sütü gibi helal ikramiyeyi (ki, beş yüz dolar gibi gülünç bir paraydı, ama o sıralar bana hiç de gülünç gelmiyordu ha!) nasıl kuruşuna kadar, taksit taksit geri almıştın? Ödeyene kadar göbeğim çatlamıştı.


Şimdi milyonlarca dolarını kefeninin ya da cesedinin neresine sokacaksın acaba? Gittiğin yerde nasıl harcayacaksın?


Ben sana hakkımı helal ettim Ercan, senin bende hakkın varsa, sen de onu helal et. Eder misin, etmez misin, bilemem.


Ama bana çok önemli bir şey öğrettin giderayak, daha doğrusu hatırlattın: Cenab-ı Allah'ın sopasını, ya da 'ilahi kompüteri', ya da 'pusuda bekleyen tanrısal cezayı'.


Bana, yıllar yıllar önce, 'yoksa beni sevmüyür müsün' diye sormuştun hani, aslında seni 'seviyürdüm' (belki de bunun için seni bağışlamadım) ama gel de bunu üçüncü şahıslara anlat bakalım...


Ercan Arıklı hiç beklenmedik bir gün, öldü. Allah taksiratını affetsin, Allah gani gani rahmet eylesin. Keşke daha iyi bir insan olsaydı, keşke... En çok ben sevinirdim. Vallahi ve billahi. Günün birinde ben de yanına gideceğim, kavgamıza kaldığımız yerden orada tatlı tatlı devam ederiz.


Canım belki de sarılır öpüşürüz, özlemişizdir birbirimizi, kimbilir?"

 

 

 


28 Temmuz 2023 Cuma

YALANLA YAŞAMA (ALEKSANDR SOLJENİTSİN)


Yazarların kalemleri vardır. Sadece kalemleri… Bazısı naif bazısı sert bazısı ortayolcu…

Bazı kalemler yaşadıkları döneme notunu verirler. Bunlar için kalemin naif, sert veya ortayolcu olması önemli değildir. Önemli olan işleyebilmesidir. Hakikati delirmişçesine isteyenler de işte böylelerinin kalemleridir.

Dostoyevski’nin “Rus ruhunun” ve Tolstoy’un ahlaki mükemmelliyetçiliğinin varisi ve bütün dünyayı etkilemiş Rus edebiyatının 20. asırdaki kuvvetli temsilcisi olan Soljenitsin bu tarz kalemlerdendi. Kafayı hakikat diye kırdığında, Sovyet rejimi en kuvvetli pozlarını kesmekle meşguldü.

Amele diktatörlüğü olmak için yola çıkan SSCB, 1970’lerde bir istihbarat devletine dönüşmüştü. Kaba güç saygı görüyor, insanlar birbirini fişliyor ve sistem kapandıkça daha çok içine göçüyordu. Çöküşün tam ortasında duran Soljenitsin, bu cinnetin sebebini ustalıkla teşhis etmesini bilmişti: Yalan.

Bunu böylece tespit ettiğinde artık kalemini kaldırıp yalanın üzerine vurması sadece bir akrep-yelkovan meselesiydi. 12 Şubat 1974 günü vakit geldi. Aşağıda Sabri Gürses’in çevirisiyle okuyacağınız metin böylece ortaya çıktı.

Aradan geçen yarım asırda Sovyetler çöktü. Soljenitsin öldü. Fakat kelimeler hâlâ hayatta ve bize “yalanla yaşama” diyorlar.

  
“Bir zamanlar fısıltıyla söylenmeye bile cesaret edemiyorduk. Şimdi işte samizdat yazıyoruz, okuyoruz, ama Bilimsel Araştırma Enstitüsü’nün sigara odasında karşılaşınca, birbirimize içtenlikle yakınıyoruz: Neler yapıyorlar, bizi nereye sürüklüyorlar! Yurtta yoksulluk ve köhnelik bu kadar yaygınken, gereksiz bir kozmik böbürlenmeye kalkışıyorlar; uzaklardaki vahşi rejimleri destekliyorlar; iç savaşları tetikliyorlar; bu arada Mao Zedung’u da gereksizce beslediler (bizim cebimizden) – ve yine bizi gönderecekler onunla savaşmaya, biz de ucu bucağı belirsiz bir yolda gidecek miyiz? Üstelik kimi isterlerse yargılıyorlar ve sapasağlam insanları akıl hastanelerine kapatıyorlar – her şey “onlarda,” bizse güçsüzüz.

Artık dibe kadar vardılar, artık evrensel ruhsal ölüm hepimizin üzerine çöktü ve fiziksel olarak hem bizi, hem çocuklarımızı tutuşturup yakıyor – ama biz eskisi gibi hep korkakça gülüp dilsiz bir şekilde mırıldanıyoruz:

“Biz ne yapabiliriz ki? Güçsüzüz.”

O kadar umutsuzca insanlıktan çıkmış durumdayız ki, bugünkü şu gösterişsiz yemlik için bütün ilkelerden, ruhumuzdan, atalarımızın bütün çabalarından, bizden sonrakilerin bütün olanaklarından vazgeçiyoruz – sadece sefil varlığımızı bırakmıyoruz. Ne kararlılığımız kaldı, ne gururumuz, ne yürek ateşimiz. Hatta nükleer ölümden de korkmuyoruz, üçüncü dünya savaşından da korkmuyoruz (herhalde sığınaklara saklanırız!) – sadece uygar cesur adımlar atmaktan korkuyoruz! Utançtan kurtulmaya kalksak, tek başımıza adım atmaya kalksak – hemen o anda beyaz ekmeklerden, doğal gazdan, Moskova kayıtlarından mahrum kalırız.

Politik çevrelere girdiğimiz anda, bize rahat yaşama, ömür boyu iyi yaşama fırsatı belirir: çevre, sosyal koşullar, onlardan kaçamayız, varlık bilinci belirler, biz nasıl yapalım? Biz hiçbir şey yapamayız.

Oysa biz her şeyi yapabiliriz! – ama kendimizi teselli etmek için kendi kendimize yalan söylüyoruz. Hiçbir şekilde “onlar” suçlu değil – biz kendimiz, sadece biz suçluyuz!

Karşı çıkarlar: ama zaten, gerçekten, bir yol bulamazsın! Bizim ağzımızı tıkamışlar, biz duymuyoruz, sormuyoruz. Nasıl onların bizi duyması sağlanır?

Onları inandırmak olanaksız.

Onları yeniden seçmemek doğal olurdu! – ama yeniden seçim yok bizim ülkemizde.

Batıda insanlar grevleri, protesto yürüyüşlerini biliyor, ama biz aşırı eziğiz, bizim için bu korkunç bir şey: birdenbire işi nasıl bırakırsın, birdenbire nasıl çıkarsın sokağa?

Acılı Rus tarihinin son asrından sonra gelen bütün o diğer talihsiz yollar, artık bize göre değil, ve aslında gerekli de değil! Şimdi, bütün baltalarımız işini gördükten, bütün ekilenler büyüdükten sonra, kendinden emin o gençlerin, terörle, kanlı ayaklanmayla ve iç savaşla ülkeyi adil ve mutlu kılmaya çalışan gençlerin nasıl yanıldığını, nasıl yanlış yaptığını görüyoruz. Hayır, teşekkürler, aydınlanmanın papazları! Artık biliyoruz, yöntemlerin rezilliğinin sonuçların rezilliğini artırdığını biliyoruz. Ellerimiz artık temiz kalsın!

Ama çember – tamamlandı mı? Ve bir çıkış yok mu gerçekten? Bize de sadece bir şey yapmadan beklemek mi kaldı: birden kendi kendine bir şeyler mi olacak?..

Ama o hiçbir zaman kendi kendine kalkıp gitmez, eğer biz hepimiz her gün onu kabul eder, över ve güçlendirirsek, eğer onun en hassas noktasından yakalamazsak onu.

Yani yalandan.

İnsanın huzurlu yaşamına şiddet girdiği zaman, insanın yüzü kendine güvenle gerilir, bayrak gibi sallanır ve bağırır: “Ben Şiddetim! Dağıtırım, kırarım – ezerim!” Ama şiddet hızla yaşlanır, birkaç yıl sonra artık kendine inanmaz olur, ve kendini toplamak, doğru dürüst görünmek için hemen yanına müttefiki Yalanı çağırır. Çünkü: şiddet yalan dışında hiçbir şeyle örtünemez, yalansa sadece şiddetle ayakta durur. Ve şiddet ne her gün, ne de her omuza koymaz ağır pençesini: bizden sadece yalana boyun eğmemizi, her gün yalanı kabullenmemizi ister – ve sadakat budur işte.

Ve burada yatar kurtuluşumuzu sağlayacak olan o göz ardı ettiğimiz, en yalın, en sağlam anahtar: kişi olarak yalana katılmamak! Bırak yalan her şeyin üstünü örtsün, bırak yalan her şeye hakim olsun, ama küçücük bir şeyi olsun reddedelim: yalan benim aracılığımla hakim olmasın!

Ve bu – bizim çaresizlik çemberimizdeki küçücük bir yarıktır! Bizim için çok kolaydır ve yalan için en yıkıcı yarıktır. Çünkü insanlar yalandan uzak durdukları zaman, o öylece var olamaz hale gelir. Salgın gibidir o, sadece insandan insana geçer.

Bir çağrı yapmıyoruz, sokaklara çıkacak ve seslice doğruyu, ne düşündüğümüzü haykıracak kadar olgunlaşmadık daha – gerek yok, korkunç bir şey bu. Ama en azından düşünmediğimiz şeyi söylemekten kaçınalım!

İşte bu bizim yolumuz, en kolay ve bizim besili organik korkaklığımıza rağmen yapabileceğimiz bir şey, Gandi’nin (adını anmaya korktuğumuz) sivil itaatsizliğinden bile çok daha kolay.

Bizim yolumuz: yalanı bilinçli olarak hiçbir şekilde desteklememek! Yalanın sınırını kavramak (bu sınır herkes için farklı görünür) ve bu kangrenli sınırdan uzak durmak! İdeolojinin ölü kemikleriyle derisini bir araya getirmemek, çürümüş bezleri birbirine dikmemek – ve yalanın ne kadar hızla ve çaresizce dağıldığını görünce şaşakalacağız, ve çıplak kalan şey dünyaya çıplak görünecek.

Yani, korkaklığımıza rağmen herkes bir seçim yapmalı: yalanın bilinçli hizmetçisi olarak mı kalacak (herhalde, insan bir eğilimi olduğu için değil, ailesine bakmak, çocuklarını yalan ruhuyla eğitmek için yapar bunu!), yoksa çocuklarının ve çağdaşlarının saygısını hak eden onurlu bir insan gibi silkinmenin vakti geldi mi? Ve o günden sonra da:

– artık hiçbir şekilde, sana göre doğruyu çarpıtan tek bir satır bile yazmayacak, imzalamayacak, yayınlamayacaksın;

– böyle bir ifadeyi ne özel sohbette, ne kalabalıkta ne kendiliğinden, ne istek üzerine, ne ajitatör olarak, ne öğretmen, eğitmen olarak, ne de tiyatro oyuncusu olarak söylemeyeceksin;

– resim, heykel, fotoğraf, teknoloji, müzik yoluyla tek bir yalan düşünce, gerçeğin tek bir çarpıtmasını bile tasvir etmeyecek, canlandırmayacak, aktarmayacaksın;

– ne sözlü olarak, ne yazılı olarak kendi kendini tatmin için, güvence için, çalışmanın başarı kazanması için “yöneticilerden” tek bir alıntı yapmayacaksın, eğer alıntılanan düşünceyi tam olarak paylaşmıyorsan ya da aktardığın yere kesin bir şekilde uymuyorsa;

– içtenlikle kabul etmediğin bir öneri için kabul oyu vermeyeceksin; ne açık bir şekilde, ne de gizli bir şekilde yetersiz ya da kuşku verici bulduğun birine destek olmayacaksın;

– bir sorunun zorunlu, çarpık tartışılmasının yapıldığı toplantılara sürüklenmeyeceksin;

– konuşmacının bir yalanını, ideolojik bir saçmalığını ya da arsızca propagandasını duyar duymaz toplantıyı, oturumu, dersliği, gösteriyi, sinemayı terk edeceksin;

– bilginin çarpıtıldığı, temel gerçeklerin gizlendiği bir dergi ya da gazeteyi almayacak, ona abone olmayacaksın.

Tahmin edileceği gibi, yalandan uzak durmanın olası ve olası olmayan bütün yollarını saymadık. Ama kendisini temizlemeye başlayan biri, temizlenmiş bir bakışla başka örnekleri de kolayca ayırt edebilir.

Evet, ilk anlarda bu eşit bir şekilde olmaz. Birileri bazen işlerinden olabilir. Doğruya göre yaşamak isteyen gençler için, gencecik yaşamları daha en baştan karmakarışık olacaktır: sonuçta onlara verilen yalanla dolu derslerin arasından yalanı ayıklamaları gerekir. Ama onurlu olmak isteyen biri için, burada bir boşluğa yer yoktur: her birimizin her günü en güvenli teknik bilimlerde bile yukarıda anılan seçeneklerden birine kanma olasılığıyla geçer – ya doğrunun yanında duracaksın ya yalanın; ya ruhsal bağımsızlığın yanında olacaksın ya ruhsal uşaklığın. Ve kendi ruhunu koruma cesaretini bile gösteremeyen biri, dimdik bakışlarıyla övünmeye kalkışmasın, akademisyen ya da halk sanatçısı olduğu için, önemli biri ya da general olduğu için böbürlenmeye kalkışmasın – kendi kendine şöyle desin yeter: ben öküzüm ve korkağım, iyi, sıcak yer olsun yeter bana.

Bu yol bile, bütün direniş yolları içinde en ılımlısı olan bu yol bile, bizim gibi gecikmişler için kolay olmayacaktır. Ama kendini kurban etmekten, hatta açlıktan bile daha kolaydır: alevler gövdeni sarmayacak, gözlerin ateşten erimeyecek; ve ailen için temiz suyla birlikte kara ekmeği hep bulursun.

Bize bağlanmış, bizim tarafımızdan aldatılmış Avrupa’nın o yüce halkı, Çekoslovaklar, gerçekten de onlar bize göstermediler mi savunmasız bir göğsün eğer içinde değerli bir kalp varsa, tanklara bile karşı koyabileceğini?

Bu kolay bir yol olmayacak – ama mümkün olanların en kolayı. Bu seçim beden için kolay değil – ama ruh için tek seçim bu. Kolay olmayan bir yol, fakat aramızda böyle insanlar var, onlarcası var, yıllardır bütün bu söylenenlere dikkat ederek doğruya göre yaşıyorlar.

Kısacası: bu yola ilk giren olmayın, ama birleşin! Bu yol bize ne kadar dostça ve yoğun görünürse, ona katılmak o kadar kolay, o kadar rahat olur! Binlerce olursak kimseye bir şey yapamazlar. On binlerce olursak, biz bile tanıyamayız ülkemizi!

Eğer ürküyorsak, birinin bizi nefessiz bıraktığından yakınmayı keselim – biz kendi kendimizi nefessiz bırakıyoruz! Biraz daha boyun eğelim, bekleyelim, biyolog kardeşlerimiz düşüncelerimizin okunduğu ve genlerimizin değiştirildiği günleri getirecek zaten yakında.

Eğer bundan bile ürküyorsak, o zaman biz beş para etmeyiz, umutsuz vakalarız ve Puşkin’in şu horgörüsü bize yazılmış demektir:

“Ne yapsın sürüler özgürlüğü?
Onların mirası soydan soya
Püsküllü boyunduruk ve kamçı.”

 


30 Haziran 2023 Cuma

İSTİSKAL


Unutulmuş kelimeler kategorimizin bu seferki konuğu pek hoş bir durum değil. Fakat bizimki gibi herkesin büyüklük hezeyanı geçirdiği bir memlekette maalesef istisna da değil. Sadece kelimenin ismini unutmuşuz anlayacağınız, karşıladığı eylemi değil...

İstiskalden bahsediyorum. Üstadımız Şemseddin Sami şöyle açıklıyor:

"istiskâl: ["sıklet"den masdar istif'âl] sakîl görüp huzûrundan hoşlanmama, soğuk muâmele ile hoşlanmadığını anlatma: insan istiskâl olunduğu yere bir daha gitmemelidir." 

İstiskal edilmekten ve tabii ki başkalarını istiskal etmekten uzak bir ömür dilerim. Bir sonraki unutulmuş kelimede görüşmek dileğiyle... 


27 Mayıs 2023 Cumartesi

REYİMİ KİMLERE VERMELİYİM? (ZİYA GÖKALP)


Yarın bir kez daha sandık başına gideceğiz. Büyük bir çoğunluk kime oy vereceğine çoktan karar verdi, bir kısım vatandaşımız ise mührü kime basacağını sandık başında belirleyecek. Fakat yarın yapacağımız seçim ne ilk ne de sonuncu olacak. Bir misal olarak, bundan bir asır evvele uzanmak istiyorum.


İkinci Meclis seçimlerinin hemen öncesindeyiz. Ziya Gökalp, başında Mustafa Kemal Paşa’nın bulunduğu, Halk Fırkası’na oy istiyor. Fakat bunu yaparken bir partiye oy vermek için üç şart belirliyor.


Nedir bu şartlar? İlk önce kuvvetli bir yönetici kadrosu olacak. Saniyen açık bir programa sahip olacak. Son olarak halkçı ve hürriyetperver olacak.


Bir asır öncenin Halk Fırkası bu şartlardan kaçını haizdi bilmiyorum ama bir asır sonrasının hiçbir partisi sayılan gereklilikleri yerine getirmiyor. Yine de sandığa gitmekten çekinmemek gerekiyor. 


Fakat hiç olmazsa takım tutar gibi parti tutanlardan uzak kalmak ve oy verirken bazı şartlar belirlemek iyidir. Bu makaleyi biraz da bu sebeple paylaşıyorum.


(Okuyacağınız fıkrayı Kültür Bakanlığı’nın yayınladığı Makaleler serisinin dördüncü cildinin 8-12 sayfalarından iktibas ettim.)


“Yeni intihaplara başlanacağını, Anadolu'yu cenubtan şimale doğru kateden uzun bir yolculuk esnasında işittim. Bu haberi aldıktan birkaç gün sonra bir sabah küçük bir şehrin bir kır kahvesinde oturuyordum. Yanıma orta yaşlı bir millettaş geldi. Koynundan çıkarıp gösterdiği bir vesika millî mücahedeye iştirak edip hizmetler ifa ettiğine delâlet ediyordu. Kendisini tanıttıktan sonra dedi ki: “Ben kavga zamanlarında dostla düşmanı ayırmakta hiç tereddüde düşmedim. Fakat, şimdi mebusların yeniden intihabına başlanınca, ruhum büyük tereddütler içinde kaldı. Bana milletimin verdiği intihap hakkı, aynı zamanda mukaddes bir vazifedir. Ben bu hakkı milletime faydalı olacak bir surette kullanamazsam günahkâr olurum. Biz intihap tarikiyle, millî hakimiyeti mebusların eline teslim edeceğiz. İntihap edeceğimiz mebuslar iyi hareket etmezlerse vatan büyük zararlara düşebilir. Tabiî bunların hatalarından biz de Allah'a ve halka karşı mesulüz. İntihap edeceğimiz kimselerin ileride nasıl hareket edeceklerini bilmiyoruz. Bu sebeple reylerimizi ne gibi adamlara verebileceğimiz hakkında beni biraz tenvir etmenizi rica ederim.”


Doğru yolu arıyan bu vatandaşa şöyle cevap verdim:


- Reylerinizi kefilsiz fertlere verirseniz, filhakika dediğiniz tehlikeler vukua gelebilir. Fakat, namzetler arasında kefaletli ve kefilli fertler de vardır. Bunlar, fırka namzetleridir. Fırka, müteselsil kefaletle biribirine kefil olan binlerce fertten mürekkep bir mücahede heyetidir. Bu heyet, yeni meclise kabul ettireceği bütün kanunları umdeler halinde şimdiden neşretmektedir. Bu umdelerin mecmuuna program namı verilir. Fırkanın mebusluğa namzet göstereceği zatlar, bu programa samimî bir surette iman etmiş kimselerdir. Fırka bu zatları ararken, tabiî intihap dairelerinin mütalaalarını da soracaktır. Bunlardan bazısı ileride fırka programına sadık çıkmadıkları takdirde, fırka bunların şu hareketini neşir ve ilân etmekle, yahut şahıslarını fırkadan çıkarmakla yapacakları yolsuzlukların önüne geçebilir. Fırkanın programından başka, kuvvetli teşkilâtı da vardır. Kongre’de, yahut Meclis’teki grubun içtimalarında verilecek kararlara, fırkaya mensup bütün mebusların itaat etmesi şarttır. O halde, fırkanın göstereceği namzetler, teminatlı namzetler demektir. Millet, bir ferdi mebus intihap ettikten sonra, artık onun üzerinde hiç bir kontrol icra edemez. Fırka ise, hususî bir cemiyet olduğu için gayr-ı resmî bir surette kendi mebuslarını kontrol edebilir. O halde, eğer siz reylerinizi fırka namzetlerine verirseniz, millî hakimiyet, fertlerin elinde oyuncak olmak tehlikesinden kurtulmuş olur.


Söz bu noktaya gelince muhatabım tekrar sordu:


— Peki reyimi fırka namzetlerine vereyim, fakat, fırkalar birkaç tane olursa, bunlardan hangisini tercih etmeliyim? Bu hususta da fikrinizi söyler misiniz?


Şu cevabı verdim: «Bir fırkanın umumun itimadına lâyık olması için üç şart vardır. Bu şartlardan birincisi, fırkanın muktedâsı yani lideri millete büyük hizmetler îfâ ederek umumun itimat ve ihtiramına mazhar olmuş bir zat olmakla beraber, ikinci derecedeki muktedâlarının da tecrübe olunmuş ve Millî Mücahede’de büyük hizmetleri görülmüş zatlardan olmasıdır. İngiltere ve Amerika gibi millî hakimiyette en eski olan milletlerde bile fırkaların kıymetleri muktedâlarının kıymetlerine tabiyken, bizim gibi millî hakimiyette henüz tecrübesiz bulunan milletlerde muktedanın ve talî reislerin mücerre'b ve ma’rûf şahsiyetler olması evleviyyetle lâzım ve lâbüddür. Çünkü, tahsilleri ve düşünüş tarzları biribirine tamamiyle uygun olmıyan fertleri muayyen hedeflerde birleştirerek müşterek bir mîsak etrafında toplamak iktidarı ancak fevkalâde bir kudret ve seciyeyi hâiz olarak yaratılmış kimselerde bulunabilir. Yapılan hizmetlerin ve kazanılan büyük muvaffakiyetlerin husule getirdiği şan ve şehâmet de bu şahsî kudretlere inzimam edince, tarihin (büyük adamlar) yahut (kahramanlar) ve (mücedditler) namını verdiği içtimaî rehberler vücuda gelir. İşte, hangi fırkanın başında bu içtimaî rehberleri görürseniz hiç tereddüt etmeden reylerinizi onun namzetlerine verebilirsiniz.


Umumun itimadına şayân bir fırkanın ikinci şartı da vazıh bir programa, sarih umdelere malik olmasıdır. Programını ilân etmeyen, umdelerini açık bir surette meydana koymıyan bir fırkaya karşı mütereddit bulunmakta herkes haklıdır. Çünkü bir fırkanın programı, onun millete karşı olan taahhütleridir. Reylerimizi isteyen ve eline almağa çalışan bir fırka, milletimize vâzıh taahhütlerle bağlanmak mecburiyetindedir. Fırkanın teşkilâtı müteselsil bir kefalet demek olduğu gibi, programı da siyasî bir senet mahiyetindedir. Reylerimizi vereceğimiz fırkadan alacağımız kefaletin kuvveti, fırka muktedâsının ve talî reislerinin şahsiyetleriyle ölçüldüğü gibi, alacağımız senedin şartlarındaki kuvvet de fırka programının vuzuh ve saranatiyle mütenasiptir.


İtimada şâyan bir fırkanın üçüncü şartı da fırka programının millete ve halka büyük haklar temin etmesi, hürriyetperver, terakkiperver ve müceddit olmasıdır.


Filhakika, bir fırka, imtiyazlı sınıfların imparatorluk devrinde teessüs etmiş olan imtiyazlarını idameye çalışırsa, halka muzır bir fırka demektir. Halk için faydalı olan bir fırka, memlekette herkesin birbirine müsavi olmasını temine çalışan bir fırkadır. “Halk” kelimesi milletin bütün fertlerini ihtiva edebilir. Yalnız, kendilerini imtiyazlı ve umumdan hukukça yüksek addeden sınıflar “halk” çerçevesinden hariçtirler.


Hülâsa, halk zümresi, müsavatı kabul eden bütün fertlere açıktır. Yalnız, herkesle müsavi olmadıklarını iddia edenler halk heyetine dahil değillerdir.


İyi bir fırka, halkçı olmakla beraber, terakkiperver de olmalıdır. Terakki ve teceddüd taraftarı olmıyan bir fırka, Avrupalılara medeniyetin her şubesinde yetişmek mecburiyetinde bulunduğumuz bu devirde muzırdır. Dinimiz, bize, «Düşmanlarınız hangi silâhlarla müsellah ise siz de onlarla müsellah olunuz.» buyuruyor.


İlim ile san'at, usul ile teknik de birer silâhtır. Eğer bu manevî silâhlar noktasında da Avrupalılara müsavi olmazsak, onlarla aramızda mevcut olan hayat mücadelesinde mutlaka mağlup oluruz. Mamafih maddî silâhların ihzarı da ilme ve fenne bağlıdır.


Şimdi bu şartları, memleketimizde mevcut olan hakikî bir fırkada arayalım. Bu fırka, “Müdafaa-i Hukuk Fırkası” dır ki, yeni intihap devresinde “Halk Fırkası” namını almıştır.


Bu fırka iptida, tehlikeye düşmüş olan vatanımızın hürriyet ve istiklâlini, büyük zulümlere hedef edilen milletimizin hayat ve mevcudiyetini kurtarmağa çalışan bir mücahede cemiyetiydi. Bu cemiyet, siyasî faaliyete girince, fırka haline istihale etmesi zaruri idi. Çünkü, siyasî mücahede, ancak fırka halinde icra olunabilir. Birinci ve İkinci İnönü Muharebelerini ve Kafkasya, Sakarya Muharebeleri'nden sonra son büyük muharebeyi kazanan şanlı Başkumandanımız ve büyük Gazi Reisimiz, tâ bidayettenberi Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin reisi bulunduğu gibi, bugünkü Halk Fırkası’nın da reisidir. Bu muktedânın askerî, siyasî ve harsî bir dehâya malik olduğu bütün cihan nazarında tahakkuk etmiştir. İşte Halk Fırkası, böyle bir müceddidin riyaseti altında bulunuyor. Bu fırkanın tâlî reisleri de, gerek harp meydanlarında, gerek siyaset ve hars sahalarında büyük hizmetler îfâ etmiş ma'ruf ve mücerreb şahsiyetlerdir. Bu şahsiyetlerin idare edeceği bir fırka, herhalde, son derece inzibatlı olacak ve son derece mefkûreli hareket edecektir. Halk Fırkası’nın programına gelince, bir taraftan Mîsak, diğer taraftan Teşkilât-ı Esasîyye Kanunu, bu programın ilk esaslarını gösterdiği gibi, son zamanda Gazi Paşa Hazretleri'nin ilân buyurdukları umdeler de programın yeni ve gayet mühim esaslarını meydana koymaktadır.


Şimdiye kadar hiç bir fırkanın programı bu kadar vuzuh ve sarahati hâiz olmamıştı. Bu programın münderecatına gelince, bir taraftan millete kendi kendini idare etmek hakkını temin ettiği gibi, diğer taraftan da en büyük kıymeti halka vererek imtiyazlı yahut mütegallib sınıfların halk üzerindeki tahakkümünü izaleye çalışmayı en büyük hedef ittihaz etmiştir. Halkın millî hars dairesinde gerek ahlâk ve siyaset ve hukukça gerek iktisat, ümran ve irfanca yükselmesini isteyen bu program yalnız memleketimizde değil, dünyada vücuda getirilmiş olan programların en iyisidir, o halde reylerinizi tereddütsüz ve şüphesiz olarak Halk Fırkası’nın namzetlerine verebilirsiniz.”


Yolda, bana müracaat eden hamiyetli bir Türk'e söylediğim sözleri, intihap esnasında tereddüde düşecek vatandaşlarıma da faydalı olur fikriyle umumun nazarına arzetmeyi münasip gördüm."



26 Nisan 2023 Çarşamba

METRODA DİLENEN ADAM (JOHN BERGER)

Cartier-Bresson kahvesini yudumlarken. (Fotoğraf makinesini yine de bırakmıyor.)

Henry Cartier-Bresson fotoğrafçılıkta başlı başlına bir ekolün adıdır. John Berger ise fotoğraf üzerine en doyurucu ve tartışmalı yazıları yazmış bir fikir işçisidir. Bu ikili, tabii ki fotoğraf temelinde ama sadece fotoğrafla sınırlı kalmaksızın, sohbet ederse ne olur? İlgilisi için tadından yenmez bir yemek olur. Nitekim okuyacağınız yazı, meraklısında, böylesi bir tat bırakacak cinsten bir denemedir.


Özel olarak fotoğrafçılıkta genel olarak görsel sanatlarda bütünlük ve yalınlık meselesinden görsel sanatların gündelik hayattaki yerine; bir sanatçının yaşam felsefesinden “küçük insanın” dramına kadar her şey bu ufak denemenin içinde yer alıyor. Sırıtmadan, sırayı bozmadan…


Lafı daha fazla uzatmadan aradan çekiliyor ve sazı ustalara devrediyorum.


(John Berger’in “Bir Fotoğrafı Anlamak” başlığıyla derlenen kitabının 157-162. sayfaları arasından aynen aktarıyorum. İlgili kitap üzerine bir şeyler okumak isteyenler şu yazıya göz atabilirler.)



Bu sadece bir zaman meselesi, diyor.


Onu seyrediyorum. Seksen altısında ama çok daha genç görünüyor, sanki geçen zamanla özel bir sözleşmesi varmış gibi. Delici gözleri soluk bir mavi. Arada sırada seğiriyor, bir kokunun ayırdına varmaya çalışan köpeğin burnunun seğirmesi gibi. Nezakette kusur ettiğiniz hissine kapılmadan gözlerine bakmak kolay değil. Gözleri faltaşı gibi açık - masumiyetten değil, gözlemcilik iptilasından. Gözler ruhun penceresiyse eğer, onunkilerin ne camı var ne de perdesi. O pencere çerçevesinin önündeyken, keskin nazarlarından kaçmanız mümkün değil.


Monet de, Renoir da manzarayı işte bu pencereden resmettiler, diyor. Vaktiyle alt katta oturan Victor Chocquet ile ahbaptılar.


Chocquet, Cezanne'ın portresini yaptığı kibar, ince yüzlü, sakallı adam mı, diye soruyorum.


Ta kendisi, diyor. Cezanne Chocquet'nin çok sayıda portresini yaptı. Bak, Monet'nin Palais Royal resminin bir röprodüksiyonu. Kulenin tepesinin kubbeye neredeyse değdiğini görüyor musun, teğetten daha yakın, değil mi? Pencereden bak! Tıpkısı. Tam da bu noktada çalışmış ... Fotoğrafçılık ilgimi çekmiyor artık.


Bir hayvan olarak dünyaya gelseydi, sanırım tavşan olurdu; her an fırlamaya hazır. Kaçmak için ya da oyunbazlıkla değil, canı öyle istediğinden. Kulak yerine, onu her şeyden haberdar eden gözleri var. Hayattan kâm alan gözleri.


Fotoğrafçılıkta beni ilgilendiren yegâne şey hedef, hedefe odaklanmak.


Bir nişancı gibi mi?


Zen Budistlerin okçulukla ilgili risalesini biliyor musun? 43'te Georges Braque vermişti bana.


Maalesef.


Bir varoluş şekli, açıklık meselesi, diğerkâmlık.


Kör nişan aldığın oluyor mu?


Hayır, geometri var işin içinde. Yerini bir milim değiştir, geometri değişir derhal.


Geometri dediğin estetik mi?


Katiyen! Bir kuramın tartışılması sırasında matematikçilerin ve fizikçilerin Kesinlik dediği şey. Kesinlikle ele alındığında hakikate ulaşmak daha kolaydır.


Ya geometri?


Geometri, Altın Oran'dan dolayı bahis konusudur. Ama hesaplamanın yararı yoktur. Cezanne'ın dediği gibi, "Düşünmeye başlayınca her şey kaybolur". Bir fotoğrafta dikkate alınması gereken onun bütünlüğü ve yalınlığıdır.


Masanın üzerindeki, elini uzatınca erişebileceği küçük fotoğraf makinesi dikkatimi çekiyor.


Yeniden resim, daha doğrusu çizim yapabilmek için fotoğraf çekmekten yirmi yıl önce vazgeçtim, diyor. Oysa insanlar hâlâ bana fotoğrafçılıkla ilgili sorular soruyor. Bundan kısa bir süre önce, "bir fotoğrafçı olarak meslekte yaratıcılık ödülü" teklif edildi bana. Böyle bir meslek olduğunu düşünmediğimi söyledim. Fotoğrafçılık deklanşöre dokunmak, doğru anda parmağını bastırmaktır.


Ellerini burnunun önünde tutup pozu komikleştirerek taklit ediyor. Gülerken bir yandan da Zen Budistlerin şaka ve espriyle öğretme geleneği, uzun uzadıya düşünmeyi gerektiren şeyleri reddetmesi geliyor aklıma.


Kaybedilmiş bir şey yok, diyor; gördüğün ne varsa zaten hepsi daima seninle.


Hiç pilot olmak istedin mi?


Şimdi gülme sırası onda, zira tahminim doğru.


Le Bourget'de konuşlanmış olan Hava Kuvvetleri'nde askerliğimi yapıyordum. Çok uzakta değil, Paris dolaylarında, aile fabrikamız vardı. Tanınmış Cartier-Bresson tekstil fabrikası. Dolayısıyla herkes biliyordu benim bir burjuva çocuğu olduğumu. Çalı süpürgesiyle hangarları süpürmekle görevlendirildim. Sonra bir form doldurmam istendi. Subay olmak ister miydim? Hayır. Akademik başarılarım var mıydı? Hiç olmadı, diye yazdım. Zira lise olgunluk sınavını geçememiştim. Askerlik görevine ilişkin ilk izlenimlerim nelerdi? Jean Cocteau'dan iki satırla yanıtladım;


çok fazla zahmete değmez
gökyüzü hepimizin...


Bunun pilot olmayı ne çok istediğimi açıkladığını düşünmüştüm.


Huzuruna çağrıldığım komutan, yumurtladığım herzelerin anlamını sordu. Şair Jean Cocteau'dan bir alıntı olduğunu söyledim. Ne Cocteau'su diye haykırdı. Eğer ayağımı denk almazsam, disiplin cezasıyla Afrika'ya gönderileceğimi söyledi. Sonunda Le Bourget'de bir ceza mangasına teslim edildim.


Fotoğraf makinesini eline almış bana bakıyor - daha doğrusu konuşurken özel bir halem varmışçasına etrafımda dolanıyor.


Terhis olduktan sonra Fildişi Sahili'ne gittim, orada hayatımı avlanarak kazandım. Bir madenci gibi kafama taktığım fenerle geceleri avlanıyordum. İkimizden, Afrikalı rehberimle benden başka kimse olmuyordu. Derken karasu hummasıyla yatağa düştüm. Ölümle burun burunaydım, ama şifalı otları kullanmakta bir büyücü doktor kadar usta olan avcı biraderim sayesinde hayatım kurtuldu. Daha önce çok kendini beğenmiş olduğu için bir beyaz kadını zehirlemişti. Oysa beni kurtardı. Hayata dönmemi sağladı.


Bana bu hikâyeyi anlatırken, kayıp gezginleri yeniden hayata kavuşturan göçebeler ve avcılar hakkında okuduğum başka hikâyeler geliyor aklıma. Kurtulduktan sonra hiçbiri aynı insan değildi artık, kaderleri efsanevi bir şekilde değişmişti. Sonraki yıl Cartier-Bresson ilk Leica'sına sahip olmuş, on yıl içinde şöhrete erişmişti.


Geometri, diyor şimdi, hali hazırda orada bulunandan gelir, eğer görebilecek durumdaysanız verilir size.


Bana doğrultmuş olduğu fotoğraf makinesini bir şey çekmeden yerine bırakıyor.


Sana bir şey sormak istiyorum, diyorum. Lütfen biraz sabır göster.


Ben mi? Elimde değil, ben sabırsız biriyim.


Fotoğraf çekme ânı, diyerek ısrarı sürdürüyorum, senin dediğin gibi "karar ânı" ne hesaplanabilir, ne tahmin edilebilir, ne de önceden düşünülebilir. Tamam da, bir anda da kaybolabilir, değil mi?


Elbette, derken gülümsüyor. Sonsuza dek.


O zaman saliselik nihai kararı belirleyen nedir?


Ben çizimden söz etmekten yanayım. Bir tür meditasyon benim için çizim. Çizgileri uç uca, parça parça birbirine eklerken nasıl sonuçlanacağından emin olamazsın hiç. Çizim bütüne doğru giderken, hiçbir zaman sona ermeyen bir yolculuktur...


Anladım da, diyorum, fotoğraf çekmek tam tersi bunun. Parçaların ne olduğunu hiç bilmeden bütünün ânı geldiğinde hissediyorsun! Sormak istediğim şu: Hislerinin olağanüstü duyarlı olmasından, bir tür altıncı histen mi kaynaklanıyor bu sezgi?


Üçüncü göz, diye yanıtlıyor.


Yoksa önündeki şeyden gelen bir mesaj mı?


Masallardaki tavşanlar gibi kıkırdayarak bir şeye göz atmak için hop öte yana geçiyor. Elinde bir fotokopiyle geri geliyor.


İşte yanıtım - Einstein'dan.


Alıntıyı kendi el yazısıyla kopyalamış. Okuyorum. Einstein'ın 1944 Ekimi'nde fizikçi Max Born'un karısına yazmış olduğu bir mektuptan. "Canlı olan her şeyle öyle bir dayanışma duygusu içindeyim ki, birey nerede başlamış, nerede son bulmuş artık önemli değil benim için..."


Bu bir yanıt! diyorum. Ama bambaşka bir şey düşünüyorum. El yazısı kurcalıyor aklımı. İri, okunaklı, açık, yuvarlak, sürekli ve şaşırtıcı.


Vizörden bakınca, ne görürsen çıplaktır, diyor.


El yazısı çok şaşırtıcı, çünkü anaç, bundan daha anaç olamaz. Avcılık yapmış, dünyanın en itibarlı fotoğraf ajansını kurmuş, üç kez Alman savaş esir kamplarından kaçmayı başarmış, başına buyruk bir anarşist ve Budist olan bu güçlü adamın yüreğinin bir yanı ana yüreği.


Fotoğraflarıyla sağlamasını yap bunun, diyorum kendi kendime. Melon şapkalı adamlarla, mezbaha işçileriyle, sevgililerle, sarhoşlarla, muhacirlerle, hayat kadınlarıyla, hâkimlerle, piknikçilerle, hayvanlarla ve kıtaların her birindeki çocuklarla, hepsinin ötesinde çocuklarla sağlamasını yap.


Duygusallığa ve hayallere kapılmadan sevebilmenin ancak annelere mahsus olduğu sonucuna varıyorum. Belki de karar ânıyla ilgili içgüdüsü, bir annenin evladıyla ilgili içgüdüsü gibi acil ve sezgisel. Öte yandan bunun içgüdü mü yoksa mesaj mı olduğunu kim bilebilir?


Anaç ya da değil, elbette her şey yürekle açıklanamaz. Disiplini ve gözün ısrarcı bir şekilde eğitilmesi gerektiğini unutmamalıyız. Profesyonel bir ressam olan çok sevdiği amcasının bir resmini gösteriyor bana; Louis henüz yirmi beş yaşındayken Birinci Dünya Savaşı sırasında Flandra'da öldürülmüş. Babasının ve büyük babasının yaptığı karakalem resimleri de inceliyoruz. Hasbelkader bulundukları yerlerden topografik manzaralar. Kuşaktan kuşağa geçen bir aile geleneği; büyük bir dikkatle incelenen dallar ve sabırla çizilen yapraklar. Nakış işler gibi ama eril bir karakalemle.


Henri 19 yaşındayken Kübizmin ustalarından Andre Lhote'un atölyesinde çalıştı. Orada açılar, duvarlar ve eğimlere ilişkin bilgi sahibi oldu.


Bazı çizimlerin, natürmortlarından bazıları ve Paris manzaraların bana Alberto Giacometti'yi hatırlatıyor, diyorum ona. Bir etkilenmeden ziyade bir şeyi paylaşıyorsunuz adeta. Çizimlerinizde ikiniz de bir masayla iskemlenin arasına ya da bir duvarla otomobilin arasına bir tür sıkışmışlığı paylaşıyorsunuz. Fiziksel olarak seni kastetmiyorum tabii ki. Öte yana, arkaya kayıveren senin görme gücün


- Alberto! diyerek sözümü kesiyor. Onun gibi bir adam bu cehennemi hayata rağmen, yaşamanın değerini idrak ettiriyor insana. Doğru, kayarak geçiyoruz biz...


Fotoğraf makinesini eline aldı yeniden, çevremde gezdiriyor gözlerini. Bu kez basıyor deklanşöre.


Kayarak geçmek, evet, diyor. Tesadüfleri düşün bir; sonu yok tesadüflerin. Belki de onların sayesinde temeldeki bir düzene ucundan göz atabiliyoruz... Dünya artık çekilmez bir hal aldı; on dokuzuncu yüzyıldan beter. On dokuzuncu yüzyıl sanırım yaklaşık 1955'te son buldu. Eskiden umut vardı...


Seke seke uzaklaşıyor gene.


Keşiş Pierre'in yakınlarda çektiği bir fotoğrafına bakıyoruz birlikte. Evsizler için mücadele eden, Fransız halkının herkesten çok sevdiği bu şayanı dikkat adamın şefkatini, öfkesini ve tanrısallığını gösteren bir resim bu. Fotoğrafçıyla papaz aşağı yukarı aynı yaşlarda olmalı. Yorulmak nedir bilmeyen yaşlı bir adamın portresini çeken bir yaşlı adam. Keşişin annesi Pierre'i bugün görebilseydi eğer, sanırım tıpkı bu fotoğraftaki gibi görecekti.


Nihayet ayrılık zamanının geldiğini söylüyorum.


Herkes bana yeni projelerimin neler olduğunu soruyor, diyor gülümseyerek. Ne diyeceğim ki onlara? Sevişmek bu gece. Öğle üzeri bir resim daha yapmak. Hayret etmek!


Beşinci kattan asansörle aşağı iniyorum. Şu sırada yeni bir resme başlamış olmalı.


Metronun yarıdan fazlası dolu bir vagonunda oturacak yer buluyorum. Vagonun gerisinde, kırk yaşlarında bir adam, elinden tuttuğu ve kapalı gözleriyle kendisini takip eden engelli karısı hakkında kısa bir konuşma yapıyor. Evlerinden çıkarıldıklarını ve herhangi bir yardım kurumuna başvururlarsa büyük olasılıkla birbirlerinden ayrı yaşamak zorunda kalacaklarını söylüyor.


Adam, engelli bir kadını sevmenin nasıl bir şey olduğunu bilemezsiniz, diyor. Çoğu zaman seviyorum onu. En azından sizin karınızı ya da kocanızı sevdiğiniz kadar.


Yolculardan bazısı para veriyor. Adam her birine, Duyarlılığınız için teşekkür ederim, diyor.


Bu sahne sürerken bir an için kapıya göz atıyorum; Leica'sıyla orada olacağını hayal ederek. Hareketim ani, düşünmeksizin.


Bir zamanlar anaç el yazısıyla şöyle yazmıştı: Fotoğrafçılık durmaksızın bakmaktan kaynaklanan içten gelen bir dürtüdür, ânı ve sonsuzluğu yakalar.


1996

 

 

25 Mart 2023 Cumartesi

YÜKSEK VEKÂLETİN ALÇAK VEKİLİNE (OSMAN Y. SERDENGEÇTİ)


Osman Yüksel Serdengeçti İstanbul Üniversitesi’nin Felsefe şubesinde okurken millî şairimiz Mehmed Akif vefat eder. (27 Aralık 1936) Cenazeye kalabalık hâlde katılmak “siyasi sebeplerle” yasaklanır. Fakat Serdengeçti bu yasağı dinlemez ve öğrencileri örgütleyerek büyük bir kütle meydana getirir. Tabii bu serdengeçtiliği cezasız kalmaz. Üniversitesiyle bağı kesilir ve 5 yıl boyunca yüksek öğrenimden men edilir.

5 yıllık cezasının ardından yeniden sınava giren Osman Yüksel bu sefer Ankara Üniversitesi’nin Felsefe bölümüne kaydolur. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde 1942 yılında başlayan öğrenimi 1944’ün 3 Mayıs’ına dek sürer.

Meşhur 3 Mayıs “safarisinde” avlanan milliyetçilerden birisi de Serdengeçti olur. Tutuklanır. İşkence görür. Bir kez daha üniversitesiyle ilişiği kesilir.

Mahkemeden beraat kararını alır almaz Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurur. Talebi gayet basittir: Herhangi bir suç işlemediği kanunen onaylanmıştır ve suçsuz birisi olarak fakültesini bitirmek istemektedir.

Aralıksız dilekçelerine Maarif Vekaleti’nce cevap verilmez. En sonunda çileden çıkan Serdengeçti, doğrudan Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in şahsına aşağıdaki dilekçeyi yazar.

"Yüksek Vekâletin Alçak Vekiline /ANKARA

3 Mayıs 1944 hadiselerine öncülük yapmak, gençliği kışkırtıp tahrik etmek suçuyla Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Felsefe Şubesi’nin son sınıfının son noktasında bir telefon emrinizle okuldan atılan, ben Osman Yüksel, İstanbul’a sürülüp örfi idare komutanlığının emrine teslim edildikten, tabutluklara tıkılıp, zincirlere vurulduktan sonra suçsuz olduğum anlaşılmıştır. Kader beni yine sizin karşınıza dikmiştir.

Hakkımı istiyorum efendi, hakkımı …!

Senden bahşiş istemiyorum …!

İmtihan hakkımı ya verirsin ya zorla alırım…

Beni, tuttuğum yoldan Yücel değil, ecel gelse döndüremez..!

Bu aşkı bu ateşi hiçbir şey söndüremez…!"

On kuruşluk pul ve Osman Yüksel" imzasıyla verilen bu dilekçeye de olumlu/olumsuz bir cevap gelmez.

Fakat Serdengeçti Dergisi’nin 2. sayısında yer alan bir iki eleştiriyle alakalı Hasan Ali Yücel tarafından dava edilir. Davalar neticesinde yine hapse giren Serdengeçti, epey bir uğraş vermesine rağmen mezun olamaz.


25 Şubat 2023 Cumartesi

ÇİN KÜLTÜR DEVRİMİ PROGRAMI



Tarihi insan yapar. Bu insanların içinde kimileri büyüktür yalnızca zamanını bekler; kimileri küçüktür sadece tesadüf isimli bir ata bindikleri için yakışıklı görünür. Bir de nev-i şahsına münhasır olanlar vardır. Çin’in modern tarihine damgasını vuran ve bugünkü Çin Halk Cumhuriyeti’ni kuran Mao Zedong böyle bir adamdır.


İlginçliği devrim yapmasından gelmez. Tarih boyunca çok devrimci lider görülmüştür. Köylülerle devrim yapması bir başarı kabul edilebilirse de bu onu bugün burada misafir etmemize yetmez. Dünya’nın en kalabalık bir ülkesinde devrim yapmak da sadece ölçeğin büyümesi itibarıyla kıymet taşır. Peki nedir Mao’yu ilginç yapan? Kendi kurduğu yapıya karşı devrim yapması!


Devrimi köylülerle birlikte başaran ve kendisi de bir nevi köy hayatı yaşayan Mao; şehirlerden ve şehirlerde yaşayanlardan nefrete etmese bile onları pek beğenmiyordu. Şehirleri gereksiz derecede karışık, şehirli vücutları nedensiz zayıf, şehirli gelenekleri saçma ve şehirli düşünce tarzını açıkça zararlı sayıyordu. Fakat iç savaş sonrasında Çin’in liderliğini eline geçirince parti binalarının çoğunluğunu şehirlere taşımak ve parti kademelerini şehirlilere açmak zorunda kaldı.


Çokları Mao’nun şehir hoşnutsuzluğunun zamanla yumuşayacağına inanıyordu. Bazıları ise şehirli adamların başını Mao’nun çektiği köylü takımını tasfiye edeceği zamanı bekliyordu. Kimsenin beklemediği bir ihtimal vardı: Mao’nun kendi kurduğu partisinin üst ve orta-üst düzeyini kendi eliyle, üstelik parti üyesi bile olmayan gençlere kırdıracağı! Kültür Devrimi işte budur.


Bu devrimin bir de “programı” vardır. Tarihte hakikaten istisnai bir yer tutan bu metni paylaşmak istiyorum. (Uzun kabul edilebilecek alıntıyı Edgar Snow’un Uzun Devrim kitabından yapıyorum. Olcay Göçmen’in çevirdiği kitabın 249-61. Sayfalarından aktarıyorum.)


 

ÇKP MERKEZ KOMİTESİ 11. GENEL TOPLANTISI KARARLARI

 16 MADDELİK KÜLTÜR DEVRİMİ PROGRAMI, 1966


1 — Başlamakta olan Büyük Proleter Kültür Devrimi, kişilerin ruhuna kadar nüfuz eden büyük bir devrimdir ve ülkemizdeki sosyalist devrimin gelişmesinde yeni bir aşama, daha derin ve yaygın bir aşama meydana getirmektedir.


Parti’nin Sekizinci Merkez Komitesinin 10. Genel Toplantısında Mao Zedung Yoldaş şöyle dedi: Bir siyasî iktidarı alaşağı etmek için, her şeyden önce, daima kamuoyu yaratmak, ideolojik alanda çaba sarfetmek gerekir. Bu, karşı devrimci sınıf için olduğu kadar devrimci sınıf için de geçerlidir. Mao Zedung Yoldaşın bu tezi, pratikte tamamen doğrulanmıştır.


Burjuvazi, devrilmiş olduğu halde hâlâ, kitleleri baştan çıkarmak, akıllarını çelmek ve bir geri dönüşü tezgahlayabilmek için sömürücü sınıfların eski fikirlerini, kültürünü, gelenek ve alışkanlıklarını kullanmaya çalışıyor. Proletarya bunun tam tersini yapmalıdır; burjuvazinin ideolojik alandaki her saldırısını göğüslemeli ve bütün toplumun zihinsel görünümünü değiştirmek için proletaryanın yeni fikirlerini, kültürünü, gelenek ve alışkanlıklarını kullanmalıdır. Bugün hedefimiz, kapitalist yolu tutan mevki sahiplerine karşı mücadele etmek ve onları ezmek; gerici burjuva akademik «otoritelerini» ve burjuvazinin ve bütün diğer sömürücü sınıfların ideolojisini eleştirmek ve reddetmek; ve sosyalist sistemin gelişip güçlenmesini kolaylaştırmak üzere eğitimi, edebiyatı, sanatı ve üst yapının sosyalist İktisadî temele uymayan bütün diğer kısımlarını dönüşüme uğratmaktır.


2 — İşçi, köylü, asker, devrimci aydın ve devrimci kadro yığınları, bu büyük kültür devriminin temel gücünü oluşturmaktadırlar, önceden bilinmeyen çok sayıda devrimci genç, cesur ve cüretli öncüler haline gelmiştir. Eylemde canlı ve zekidirler. Duvar afişleri ve büyük tartışmalar yoluyla meseleleri sonuna kadar tartışıyorlar, burjuvazinin açık ve gizli temsilcilerini derinlemesine teşhir ediyorlar, eleştiriyorlar ve onlara kararlı saldırılar yöneltiyorlar. Böyle büyük bir devrimci hareket içinde, şu veya bu türden hatalar yapmaları kaçınılmazdır ama esas devrimci yönelişleri başından beri doğru olmuştur. Bu, Büyük Proleter Kültür Devriminin esas akımıdır. Büyük Proleter Kültür Devriminin üzerinde ilerlemeye devam ettiği ana yöndür.


Kültür devrimi bir devrim olduğuna göre, kaçınılmaz olarak direnişle karşılaşmaktadır. Bu direniş, esas olarak, Partiye sızmış olan kapitalist yolcu mevki sahiplerinden gelmektedir. Bu, aynı zamanda, toplumdaki eski alışkanlıkların gücünden gelmektedir. Şu sırada, bu direniş hâlâ oldukça güçlü ve inatçıdır. Ne var ki, Büyük Proleter Kültür Devrimi, sonuç olarak karşı durulmaz bir genel eğilimdir. Kitleler bir kere tamamen harekete geçirildi mi bu direnişin çabucak yıkılacağına dair birçok gösterge vardır.


Direniş oldukça güçlü olduğu için, bu mücadelede geri dönüşler, hatta tekrar tekrar geri dönüşler olacaktır. Bunun bir zararı yoktur. Bu proleteryayı ve diğer emekçi halkı, özellikle genç kuşağı çelikleştirir, onlar için öğretici olur, onlara tecrübe kazandırır ve devrim yolunun dümdüz olmadığını, inişli çıkışlı olduğunu anlamalarına yardım eder.


3 — Bu büyük kültür devriminin sonucunu Parti önderliğinin kitleleri cesaretle harekete geçirmeye cesaret edip etmemesi tayin edecektir.


Bugün, çeşitli düzeylerdeki Parti örgütlerinde, kültür devrimi hareketine önderlik etmekle ilgili olarak dört farklı durum vardır:


(1) Parti örgütlerinin başında olan kişilerin hareketin önünde yer aldığı ve kitleleri cesaretle harekete geçirmeğe cüret ettiği durum vardır. Bunlar, cesareti herşeyin üstünde tutuyorlar; yılmaz Komünist savaşçılar ve Başkan Mao’nun iyi öğrencileridirler. Duvar afişlerini ve büyük tartışmaları savunuyorlar. Kitleleri, her türlü hayalet ve canavarı teşhir etmeye ve sorumlu mevkilerdeki kişilerin çalışmasındaki eksik ve hataları eleştirmeye teşvik ediyorlar. Bu doğru önderlik, proleter siyasetini öne geçirmenin ve Mao Zedung düşüncesini rehber kabul etmenin sonucudur.


(2) Birçok birimde, sorumlu kişiler, bu büyük mücadeleye önderlik görevi konusunda çok yetersiz bir anlayışa sahiptirler, önderlikleri bilinçli ve etkin olmaktan uzaktır ve dolayısıyla kendilerini aciz ve zayıf bir durumda bulmaktadırlar. Korkuyu herşeyin önüne geçiriyor, modası geçmiş yöntem ve kurallara sarılıyorlar, alışılmış uygulamalardan kopmak ve ileri gitmek konusunda gönülsüz davranıyorlar. Yeni düzen, kitlelerin devrimci düzeni karşısında gafil avlanmışlar ve bunun sonucu olarak önderlikleri durumun gerisinde, kitlelerin gerisinde kalmıştır.


(3) Bazı birimlerde, geçmişte şu veya bu türden hatalar işlemiş olan sorumlu kişiler, kitlelerin kendilerini açığa çıkaracağından korktuklarından, korkuyu herşeyin önüne geçirmeye daha da yatkındırlar. Aslında, ciddi olarak öz-eleştiri yaparlar ve kilelerin eleştirisini kabul ederlerse, Parti ve kitleler onların hatalarını hoş göreceklerdir. Ama eğer sorumlu kişiler böyle davranmazlarsa, hata yapmaya devam edecekler ve kitle hareketine engel teşkil edeceklerdir.


(4) Bazı birimler, Partiye sızmış olup kapitalist yolu tutan kişilerin kontrolü altındadır. Bu gibi mevki sahipleri, kitleler tarafından teşhir edilmekten müthiş korkuyorlar ve dolayısıyla kitle hareketini bastırmak için mümkün olan her çareyi araştırıyorlar. Hareketi yolundan saptırmak amacıyla, hücum hedeflerini değiştirmek ve karayı ak göstermek gibi taktiklere başvuruyorlar. Kendilerini çok tecrit olmuş ve dümenlerini artık eskisi gibi yürütemez bir halde bulunca entrikalara daha da fazla başvuruyor, insanları sırtlarından vuruyor, dedikodular yayıyor ve devrim arasındaki ayırımı ellerinden geldiği kadar bulandırıyorlar. Bunların hepsini, devrimcilere saldırmak amacıyla yapıyorlar.


Parti Merkez Komitesinin her düzeydeki Parti komitelerinden istediği şudur: Doğru önderlikte sebat etmek; cesareti herşeyin üstünde tutmak; cesaretle kitleleri harekete geçirmek; acz ve yetersizlik varsa bu durumu değiştirmek; hata yapmış fakat kendilerini düzeltmek isteyen yoldaşları, manevi yüklerini sırtlarından atmak ve mücadeleye katılmak yolunda teşvik etmek; ve yönetici görevlerdeki bütün kapitalist yolu tutan mevki sahiplerini tasfiye ederek proleter devrimcilerinin önderliği yeniden ele geçirmelerini sağlamak.


4 — Büyük Proleter Kültür Devriminde tek yöntem kitlelerin kendi kendilerini kurtarmalarıdır. Onlar adına hareket etme yöntemi kullanılmamalıdır.


Kitlelere güven, onlara dayan ve inisiyatiflerine saygı göster. Karışıklıktan korkma. Başkan Mao bize sık sık, devrimin o kadar düzgün, yumuşak, ılımlı, merhametli, nazik, ölçülü ve alicenap olamayacağını söylemiştir. Bırak, kitleler kendilerini bu büyük devrimci hareket içinde eğitsinler ve doğruyla yanlışı doğru hareket tarzı ile hatalı hareket tarzını ayırdetmeyi öğrensinler.


Kitlelerin doğru görüşleri berraklaştırmalarını, yanlış görüşleri eleştirmelerini ve bütün hayaletlerle canavarları teşhir etmelerini sağlamak amacıyla meseleleri tartışmak için duvar afişlerinden ve büyük tartışmalardan hakkıyla yararlan. Bu yolla kitleler mücadele süreci içinde siyasi bilinçlerini yükseltmek, yetenek ve becerilerini geliştirmek, doğruyu yanlıştan ayırdetmek ve bizimle düşman arasında kesin bir çizgi çekebilmek olanağını bulacaklardır.


5 — Düşmanlarımız kimlerdir? Dostlarımız kimlerdir? Bu, devrim için birinci derecede önemli bir sorudur ve aynı şekilde büyük kültür devrimi için de birinci derecede önemli bir sorudur.


Parti önderliği, solu keşfetmede, solun saflarını geliştirmek ve güçlendirmekte başarılı olmalı ve sıkıca ihtilâlci sola dayanmalıdır. Hareket sırasında en gerici sağcıları tamamen tecrit etmenin, ortadakileri kazanmanın ve büyük çoğunlukla birleşmenin tek yolu budur. Böylece hareketin sonunda kadroların yüzde 95’inden fazlasının ve kitlelerin yüzde 95’inden fazlasının birliğini sağlayacağız.


Bütün güçleri, bir avuç aşırı gerici burjuva sağcıya ve karşı-devrimci revizyoniste vurmak için topla ve Partiye, sosyalizme, Mao Zedung Düşüncesine karşı işledikleri suçları tam anlamıyla teşhir et ve deştir, böylece onları azami derecede tecrit et.


Bugünkü hareketin esas hedefi Parti içindeki kapitalist yolu tutan mevki sahipleridir.


Parti düşmanı, sosyalizm düşmanı sağcılarla, Partiyi ve sosyalizmi destekleyen fakat yanlış bir şey söylemiş, yapmış veya bazı kötü makaleler veya diğer eserler yazmış olanlar arasında kesin bir ayırım yapmaya dikkat edilmelidir.


6 — İki farklı türden çelişme arasında, halk içindeki çelişmeler ile bizimle düşman arasındaki çelişmeler arasında kesin bir ayırım yapılmalıdır. Halk içindeki çelişmeler, bizimle düşman arasındaki çelişmelere çevrilmemelidir; aynı şekilde, bizimle düşman arasındaki çelişmeler de halk içindeki çelişmeler gibi görülmemelidir.


Kitlelerin farklı görüşler taşımaları olağandır. Farklı görüşler arasında çatışma kaçınılmaz, zorunlu ve yararlıdır. Olağan ve uzun tartışmalar sırasında kitleler neyin doğru olduğunu kavrayacaklar, yanlışları düzeltecekler ve yavaş yavaş fikir birliğine ulaşacaklardır.


Tartışmalarda kullanılacak yöntem, gerçekleri ortaya koymak, meseleleri enine boyuna tartışmak ve mantık yoluyla ikna etmektir. Farklı görüşler taşıyan, bir azınlığı bastırmak için zor kullanmak yöntemine izin verilemez. Azınlık korunmalıdır, çünkü bazan gerçek azınlıktan yanadır. Azınlık hatalı bile olsa, kendi görüşlerini savunmalarına ve korumalarına izin verilmelidir.


Bir tartışma olduğu zaman baskı ve zorla değil, ikna yoluyla yönetilmelidir.


Tartışma sırasında her devrimci meseleleri kendi başına düşünmede yetenekli olmalı ve düşünmeye cesaret etmek, konuşmaya cesaret etmek, eylemde bulunmaya cesaret etmek Komünist ruhunu geliştirmelidir. Aynı esas devrimci yönelişe sahip olmak şartıyla, devrimci yoldaşlar, birliği güçlendirmek amacıyla yan meseleler üzerinde bitmez tükenmez tartışmalar yapmaktan kaçınmalıdırlar.


7 — Bazı okullarda, birimlerde ve kültür devrimi çalışma ekiplerinde, sorumlu kişilerden bazıları kendilerine karşı duvar afişleri asan kitlelere karşı saldırılar düzenlemişlerdir. Hatta bu kişiler şöyle sloganlar bile ileri sürmüşlerdir: Bir birimin ya da çalışma ekibinin önderlerine karşı çıkmak, Parti Merkez Komitesine karşı çıkmak demektir, Parti’ye ve sosyalizme karşı çıkmak demektir, karşı-devrim demektir. Bu şekilde indirdikleri darbelerin, bazı gerçekten devrimci eylemcilere isabet etmesi kaçınılmazdır. Bu, yöneliş meseleleri konusunda bir hatadır, bir çizgi hatasıdır ve kesinlikle hoş görülemez.


Ciddi ideolojik hataları olan birtakım kişiler ve özellikle bazı Parti ve sosyalizm düşmanı sağcılar, kitle hareketindeki bazı hata ve eksiklerden yararlanarak dedikodu ve söylentiler yayıyor, kasıtlı bir şekilde kitlelerin bir kısmını «karşı-devrimciler» olarak damgalayarak ajitasyona girişiyorlar. Böyle yankesicilere dikkat etmek ve oyunlarını zamanında teşhir etmek gerekir.


Hareket süresince cinayet, kundakçılık, zehirleme, sabotaj veya devlet sırlarının çalınması gibi suçları işlediklerine dair kesin delil olan aktif karşı-devrimcilerin kanuna uygun olarak cezalandırılması dışında, hareket içinde ortaya çıkan meselelerden dolayı üniversite, kolej, orta ve ilk okullardaki öğrencilere karşı hiçbir tedbir alınmamalıdır. Mücadelenin esas amacından uzaklaştırılmasını önlemek için, her ne sebeple olursa olsun, kitlelerin veya öğrencilerin birbiriyle mücadele etmelerini teşvik etmeye izin verilemez. Sağcı oldukları ispat edilenler bile, her olayın kendi şartlarını gözönünde tutarak hareketin daha sonraki bir aşamasında ele alınmalıdırlar.


8 — Kadrolar, kabaca, şu dört kategoriye ayrılır:


(1) iyi.

(2) Nispeten iyi,

(3) Ciddi hatalar işlemiş fakat Parti ve sosyalizm düşmanı sağcılar haline gelmemiş olanlar.

(4) Az sayıda Parti ve sosyalizm düşmanı sağcılar.


Normal olarak, ilk iki kategori (iyi ve nispeten iyi olanlar) büyük çoğunluğu oluştururlar.


Parti düşmanı, sosyalizm düşmanı sağcılar iyice teşhir edilmeli, darbe vurulmalı, çökertilmen, itibarları ve etkinlikleri tamamen yok edilmelidir. Aynı zamanda, yeni bir sayfa açabilmeleri için kendilerine açık bir kapı da bırakılmalıdır.


9 — Büyük Proleter Kültür Devriminde birçok şey ortaya çıkmaya başlamıştır. Kültür devrimi grupları, komiteleri ve okullarda ve birimlerde kitleler tarafından yaratılan diğer örgütlenme biçimleri yeni şeylerdir ve büyük tarihî öneme sahiptirler.


Bu Kültür Devrimi grupları, komiteleri ve kongreleri, kitlelerin Komünist Partisinin önderliği altında kendilerini eğittikleri mükemmel yeni örgütlenme biçimleridir. Bunlar Partimizi kitlelerle yakın bir ilişki halinde tutmak için mükemmel birer köprüdür. Bunlar proleter kültür devriminin iktidar organlarıdırlar.


Proletaryanın, bütün sömürücü sınıfların binlerce yıllık mirası olan eski fikirlere, kültüre, gelenek ve alışkanlıklara karşı mücadelesi, zorunlu olarak uzun, çok uzun bir zaman alacaktır. İşte bu yüzden, kültür devrimi grupları, komiteleri ve kongreleri geçici değil, sürekli, kalıcı kitle örgütleri olmalıdır. Bunlar, sadece kolejler, okullar, hükümet ve diğer örgütler için değil, aynı zamanda genel olarak fabrikalar, madenler, diğer işletmeler, şehir semtleri ve köyler için de uygundur.


Kültür devrimi gruplarına ve komitelerine üye ve kültür devrimi kongrelerine delege seçmek için, Paris Komünündekine benzer bir genel seçim sistemi koymak gerekir. Aday listeleri, geniş tartışmalar sonucunda devrimci kitleler tarafından önerilmeli ve seçimler, kitlelerin listeleri tekrar tekrar tartışmasından sonra yapılmalıdır.


Kitleler, her zaman kültür devrimi grup ve komitelerinin üyelerini ve kültür devrimi kongrelerine seçilen delegeleri eleştirme hakkına sahiptirler. Eğer bu üyelerin delegelerin yetersiz oldukları ortaya çıkarsa, seçim yoluyla değiştirilebilirler veya tartışmadan sonra kitleler tarafından geri çağrılabilirler.


Kolej ve okullardaki kültür devrimi grupları, komiteleri ve kongreleri, esas olarak devrimci öğrencilerin temsilcilerinden oluşmalıdır. Aynı zamanda, devrimci öğretim üyeleri ve işçilerin belli sayıda temsilcisi de bulunmalıdır.


10 — Büyük Proleter Kültür Devriminde en önemli bir görev, eski eğitim sistemini ve eski öğretim ilke ve yöntemlerini değiştirmektir.


Bu büyük kültür devriminde, okullarımıza burjuva entelektüellerinin hakim olması durumu tamamen değiştirilmelidir.


Her türden okulda, Mao Zedung yoldaşın önerdiği, eğitimin proleter siyasetine hizmet etmesi ve eğitimin üretici çalışma ile birleştirilmesi akıl ve fizik yönünden gelişmelerini ve sosyalist bilince ve kültüre sahip emekçiler haline gelmelerini sağlamalıyız.


Öğrenim süresi kısaltılmalıdır. Dersler daha az ve daha iyi olmalıdır, öğretim materyali tamamen değiştirilmeli, bazı durumlarda buna, karmaşık materyeli basitleştirerek başlanmalıdır. Esas görevleri öğrenim olmakla birlikte, öğrenciler başka şeyler de öğrenmelidirler. Yani derslerine ek olarak sanayi çalışmasını, çiftçiliği ve askerî işleri öğrenmeli ve burjuvaziyi eleştirerek kültür devrimi mücadelelerinde yer almalıdırlar.


11 —  Kültür devrimi kitle hareketi sürecinde, burjuva ve feodal ideolojinin eleştirilmesi, proleter dünya görüşünün ve Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesinin yayılması ile iyi bir şekilde birleştirilmelidir.


Parti’ye sızmış olan tipik burjuva temsilcilerine ve tipik gerici burjuva akademik «otoritelere» karşı eleştiriler düzenlenmelidir. Ve bu eleştiri felsefe, tarih, ekonomik politik ve eğitim alanlarındaki, sanat ve edebiyat eser ve teorilerindeki, tabii bilimler teorilerindeki ve diğer alanlardaki çeşitli gerici görüşlerin eleştirisini kapsamalıdır.


Herhangi bir kimsenin ismi verilerek basında eleştirilmesine, aynı düzeydeki Parti komitesi tarafından konuyu tartışarak karar verilmeli ve bazı durumlarda onaylanmak üzere bir üst düzeydeki Parti komitesine sunulmalıdır.


12 — Bugünkü hareket içinde, yurtsever oldukları, enerjik bir şekilde çalıştıkları, Parti’ye ve sosyalizme karşı olmadıkları ve herhangi bir ülkeyle kanunsuz ilişkiler sürdürmedikleri sürece, bilim adamları, teknisyenler ve sıradan görevlilere «birlik, eleştiri, birlik» siyasetini uygulamaya devam etmeliyiz. Katkıları olan bilim adamlarına ve bilimsel ve teknik personele özel bir özen gösterilmelidir. Bunların dünya görüşlerini ve çalışma tarzlarını yavaş yavaş değiştirmelerine yardım etmek için çaba sarfedilmelidir.


13 — Büyük ve orta büyüklükteki şehirlerdeki kültür ve eğitim birimleri ile Parti ve hükümetin yönetim organları, bugünkü proleter kültür devriminin yoğunlaştığı noktalardır.


Büyük Kültür Devrimi, hem şehirlerde hem de köylük bölgelerde Sosyalist Eğitim Hareketini zenginleştirmiş ve daha yüksek bir düzeye çıkarmıştır. Bu iki hareketi sıkıca birbirine bağlı bir şekilde yönetmek için çaba gösterilmelidir. Bu amaca ulaşmak için, somut şartların ışığında çeşitli bölge ve kesimlerde gerekli düzenlemeler yapılabilir.


Şu anda köylük bölgelerde ve şehirlerdeki işletmelerde yürütülmekte olan Sosyalist Eğitim Hareketi, ilk düzenlemelerin uygun olduğu ve hareketin iyi yürütüldüğü yerlerde bozulmamak, ilk düzenlemelere uygun olarak sürdürülmelidir. Bununla beraber, bugünkü Büyük Proleter Kültür Devriminde ortaya çıkan meseleler tartışılmak üzere uygun bir zamanda kitlelerin önüne götürülmeli, böylece proletarya ideolojisi daha da canlı bir şekilde yayılmak ve burjuva ideolojisi çökertilmelidir.


Bazı yerlerde, Büyük Proleter Kültür Devrimi, Sosyalist Eğitim Hareketine hız vermek ve siyaset, ideoloji, örgütlenme ve ekonomi alanlarında temizlik yapmak için odak noktası olarak kullanılıyor. Mahalli Parti Komitesinin uygun bulduğu yerlerde aynı şey yapılabilir.


14 — Büyük Proleter Kültür Devriminin amacı insanların ideolojisini devrimcileştirmek ve sonuç olarak bütün çalışma alanlarında daha büyük; daha çabuk, daha iyi ve daha ekonomik sonuçlar elde etmektir. Kitleler tam anlamıyla harekete geçirilir, gerekli düzenlemeler yapılırsa, biri diğerine engel olmadan hem kültür devrimini hem de üretimi sürdürmek ve bütün çalışmalarımızda yüksek verimlilik sağlamak mümkündür.


Büyük Proleter Kültür Devrimi, ülkemizdeki sosyal üretici güçlerin gelişmesi için güçlü bir itici güçtür. Büyük kültür devrimini rejimin gelişmesinin karsısına koyan her fikir yanlıştır.


15 — Silahlı kuvvetlerde kültür devrimi ve Sosyalist Eğitim Hareketi Merkez Komitesi Askeri Komisyonunun ve Halk Kurtuluş Ordusu Genel siyasi Bölümünün talimatlarına uygun olarak yürütülmelidir.


16 — Büyük Proleter Kültür Devriminde Mao Zedung Düşüncesinin yüce kızıl bayrağını yüksek tutmak ve proleter siyasetini hakim kılmak çok önemlidir. Başkan Mao Zedung’un eserlerinin yaratıcı bir şekilde incelenmesi ve uygulanması hareketi, işçi köylü ve asker kitleleri, kadrolar ve aydınlar arasında yürütülmeye devam edilmelidir. Mao Zedung Düşüncesi, kültür devriminde eylem kılavuzu olarak alınmalıdır.


Bu karmaşık büyük kültür devriminde her düzeydeki Parti komiteleri, Başkan Mao’nun eserlerini her zamankinden daha bilinçli ve yaratıcı bir şekilde incelemeli ve uygulamalıdır, özellikle Başkan Mao’nun kültür devrimi ve Partinin önderlik yöntemleriyle ilgili şu yazılarını tekrar tekrar okumalıdırlar: Yeni Demokrasi Üzerine, Yenan Sanat ve Edebiyat Formunda Konuşmalar, Halk İçindeki Çelişmelerin Doğru Ele Alınması üzerine, Çin Komünist Partisinin Propaganda Çalışması üzerine, Milli Konferansındaki Konuşma, önderlik Yöntemlerine ilişkin Bazı Meseleler ve Parti Komitelerinin Çalışma Yöntemleri.


Her düzeydeki parti komiteleri, Başkan Mao’nun yıllar boyunca verdiği talimatlara uygun hareket etmeli, yani «kitlelerden kitlelere» kitle çizgisini tam anlamıyla uygulamalı ve öğretmen olmadan önce öğrenci olmalıdırlar. Tek yanlı ve dar kafalı olmamaya çalışmalıdırlar. Materyalist diyalektiğe sarsılmalı ve metafiziğe ve skolastiğe karşı çıkmalıdırlar.


Büyük Proleter Kültür Devrimi, başında Mao Zedung Yoldaş’ın bulunduğu Parti Merkez Komitesi’nin önderliğinde mutlaka parlak zafere ulaşacaktır.