28 Eylül 2021 Salı

BEŞİKTAŞ NASIL KURTULUR? (GALİP ERDEM)


12 Eylül ihtilâli gerçekleşmiş, ülke her alanda olduğu gibi muhalefet alanında da kısırlaşmıştı. Türk milliyetçilerine yönelik kitlesel tutuklamalar can yakıyor fakat ses çıkarmak kaabil olmuyordu. Bu süreçte Galip Erdem Yeni Sözcü gazetesinde, 1981’in Ocak ayında, aşağıdaki yazıyı yayınladı. Beşiktaş metaforuyla askerî cuntanın eleştirildiği bu yazı Türk milliyetçiliğinin tarihinde önemli bir yerde durmaktadır.


"Yılbaşı gecesi. Evdeyim ve yalnızım. İş olsun niyetine, âdet yerine gelsin diye TV’nu açmışım. Birileri eğleniyor, zıplıyorlar, sıçrıyorlar, mütemadiyen gülüyorlar ve galiba marifetleriyle beni de güldürmek istiyorlar. Bakıyorum ama, gördüğüm çok şüpheli! Kulağıma bir takım acaip sesler geliyor, hiç anlamıyorum.

Bir türkü olsa dinlerdim:
“Bayram gelmiş neyime
Anam anam garibem;
Kan damlar yüreğime,
Anam anam garibem…”

Bir Horyat da fena sayılmazdı:
“Düş de gör
Hayâlde gör düşde gör;
Düşenin dostu olmaz
Hele bir yol düş de gör.” 

Başka bir Kerkük türküsü en iyisi idi:
“Sevmiş bulundum efendim gayrı ne çâre.” 

Hiçbirini söylemediler. Seçtiklerini de ben dinlemedim.

Evet efendim, ayıp değil ya, ben de Beşiktaş’ı sevmiş bulundum! Aklım fikrim hep Beşiktaş’ta. Dünyanın diğer işleri ile hiç ilgilenmiyorum. Siyâsetmiş, iktisatmış, ticaretmiş bana ne, hiçbirine aldırmıyorum. Yeni zamanların Mecnûn’u gibiyim; kâinatı, Leylâlaştırmışım. Beynimi kemiren soruya cevap arıyorum: Beşiktaş nasıl kurtulur? Kınamayın dostlarım; benim yaşamam Beşiktaş’ın kurtulmasına bağlıdır. Beşiktaş düşerse, artık hiç iflah olmam!

Beşiktaş, bildiğiniz gibi, henüz unutulmamış yakın geçmişte çok güçlü bir takımdı. Üstüste beş yıl ve daha birçok şampiyonluğu vardır. Üç kıt’ada at, şey affedersiniz, top koşturan, şanlı şöhretli nice takıma diz çöktüren Beşiktaş, şimdi puan cetvelinin 13. sırasında, ha düştü ha düşecek! Bir zamanlar dünyanın en büyüğü Real Madrid’e kafa tutan 70 yıllık Beşiktaş, bugün iki yıllık Rizespor’u tek golle yendiği için bayram ediyor. Olur mu böyle, üzülmez mi insan?
Beşiktaş’ı kim kurtarabilir, o muhteşem maziyi kim yeniden yaşatabilir?
Şüphe mi ediyorsunuz? Elbette Beşiktaşlılar!

Yalnız bazı cahiller -Hain de olabilir- zannediyorlar ki, İstanbul’un bir semtinde oturmak demek, Beşiktaşlı olmak demektir. Oysa benim sevmiş bulunduğum ve kurtarılması gereken Beşiktaş bir semt değil, bir takımdır. Hemen hatırlanması gerekir ki, Beşiktaş semtine girenler içinde, Bursaspor’un ajanları ve Trabzonspor’un uşakları da vardır. Şu halde bir: Beşiktaş’ın kurtulması için, küme düşmesi imkânsız Beşiktaş semti ile küme düşmesi muhtemel Beşiktaş takımını birbirine karıştırmamak şarttır. İki: Türkiye’nin her yerinde, hatta Türkler’in yaşadığı diğer ülkelerde “koyu” Beşiktaşlıların bulunduğunu hiç unutmamak lâzımdır.

Son zamanlarda Beşiktaşlılar’dan çok, diğer takımlara mensup olanların “Beşiktaş nasıl kurtulur?” konusunu münakaşa ettiklerini, çâre aradıklarını, yol gösterdiklerini öğrenmekteyim. Bazı saf Beşiktaşlılar da, bu aşırı dostluk(!) gösterileri karşısında heyecanlanıyorlar ki, gözyaşlarını tutamıyorlar. Ne oluyoruz, akılsızlığa faiz mi ödeniyor? Takımlarının şampiyonluğu için, şüphesiz haklı olarak, Beşiktaş’ın yenilmesini isteyenlerden fayda beklenir mi? Beşiktaş elbette ilim ve tekniğin rehberliğinde, ancak ve ancak Beşiktaşlıların gayretleriyle kurtulur.

Yanlışlık nerede, suç kimde? 
İsterseniz, önce futbolculardan başlayalım: Beşiktaş, birkaç yıldır, Türkiye’nin en pahalı futbolcularını oynatıyor. Beş milyonluk, on milyonluk adamları, Beşiktaş’ın kurtulması için en hızlı koşan, en iyi çalım atan, en geç yorulan, en sert ve düzgün şut çeken futbolcuların alınması yetmez. Beşiktaş’ı canından çok sevmeyen, takımı için her fedakârlığı göze almayan; gençliğinden, hattâ çocukluğundan itibaren siyah-beyaz renklerin rüyasını görmeyen, Karakartal’ın hayâlini kurmayan oyunculardan hiç hayır gelmez. Forma aşkı kuru bir edebiyat değildir. 25 yıl önce bir “Beton” Mustafa vardı, Harbiyede oynardı. Bilenlerin anlattığına göre, öyle ahım şahım bir futbolcu değildi.
Ama millî formayı bir giydi mi arslan kesilir, harikalar yaratır, maçlardan sonra takımın en başarılı oyuncusu olduğunda ittifak edilirdi.

Hele hele kafasında ve yüreğinde başka bir takıma mağlubiyet şuuru ve duygusu taşıyanlardan şiddetle kaçınmak gerekir. Beşiktaş’ın milyonlar sayarak aldığı bir oyuncu, Trabzonspor’un geçen yılki şampiyonluğunda en fazla pay sahibi idi; bu yıl, Beşiktaş’ı küme düşme hattına yuvarlayanların en başında bulunuyor. Acaba, demez misiniz?

Gelelim yöneticilere: Duyduğumuza göre, özellikle son yıllarda, Beşiktaş’ı yönetenlerin çoğu takımın tarihinden, zaferlerinden, gayesinden, hedefinden ve ülküsünden habersiz kimselermiş. Yöneticiliği ikinci bir meslek saymışlar. Siyaset mücadelesinde taraftar toplamak için, bol kazançlı bir yatırım yapmak için, nihayet meşhur olmak için Beşiktaş’ı kullanan yöneticiler varmış. Hattâ vebali anlatanların boynuna Beşiktaş’ın ne zaman kurulduğunu bilmeyen, ilk forma renginin ne olduğunu duymayan yöneticilere bile rastlanmış; önce kırmızı-beyaz renklerin seçildiğini, Batı Trakya kaybedildikten sonra siyah beyaz’a çevrildiğini öğrenmemiş, Fuat Bolkan’ı hiç tanımamışlar. Böyle yöneticilerin elinde Beşiktaş’ın niçin şampiyon olamadığına değil de nasıl hâlâ kümede kaldığına şaşmaz mısınız?

Şimdi de, Beşiktaş’ı kurtarmanın asıl çaresine geçiyorum: Önce yönetim Beşiktaşlılık ruhunun gerçek temsilcilerine teslim edilmeli, Beşiktaş’ın büyüklüğünü ve Beşiktaşlılığın şerefini anlamakta geciken oyuncular hemen takımdan çıkarılmalıdır. Sonra da Beşiktaşlılar, yöneticisi, sporcusu ve taraftarı ile bütünleşmeli, bir granit sağlamlığı içinde olmalı, her güçlüğü birlikte göğüslemeli, her engeli beraber aşmalıdırlar. Sevgi en büyük başarıların, en parlak zaferlerin kaynağıdır. Bütün Beşiktaşlılar birbirlerini çok, ama pekçok sevmelidirler. Sevinçler gibi üzüntüler de paylaşılmalı, birlikte bayram edildiği gibi, birlikte yas tutulmalıdır. Beşiktaşlı bir oyuncuya atılan her tekmenin, takılan her çelmenin, vurulan her dirseğin acısını yalnız oyuncu arkadaşları değil, bütün yöneticiler ve taraftarlar da hissetmelidirler. Bir Beşiktaşlı incindiği zaman, her Beşiktaşlının yüreği kanamalıdır. Fenerbahçelilere, Galatasaraylılar’a ve Trabzonsporlular’a vereceğimiz en güzel cevap, birbirimize sunduğumuz sevginin kuvvetidir, derinliğidir ve ölümsüzlüğüdür.
Yöneticilerle oyuncuların münasebeti bir baba-oğul münasebetine benzemelidir. Yaramazlık yapanın kulağı çekilecektir. Ama kötü bir âmirin insafsız şiddeti ile değil, iyi bir babanın şefkatli yumuşaklığı ile çekilecektir.

Beşiktaşlılar, inanan insanlardır. İnanan insanlar güçlüdür, güçlü insanlar sabırlıdır. Fırtına dinecek, bulutlar dağılacak, hava açacak, güneş yeniden doğacak, eski günler yeniden gelecektir. Takımımızın puan cetvelindeki sırasına üzülmeyin. Bütün büyüklerin hayatında böyle talihsizlikler vardır. Birbirinizden kuvvet alın, birbirinize kenetlenin, güzel günleri bekleyin. Dâva büyüktür ve elbette çetindir. Ama mutlaka kazanılacaktır ve Beşiktaş düşmemekle kalmayacak, mutlaka şampiyon olacaktır…"

19 Eylül 2021 Pazar

TEVAKKUF



Zaman çok hızlı akıyor. Unuttuğumuz şeylerden birisi de "durmak". Eskiden dilimizde durmak anlamında çok fazla kelime vardı. Hatta "eğlenerek durma" diye tabir edebileceğimiz bir kelimemiz bile bulunuyordu: tevakkuf. 

Şemseddin Sami üstada müracaat edelim. Bakalım tevakkufu nasıl tanımlıyor?

"tevakkuf: [ vukûf'dan masdar tefa'ul] 1. durma, meksetme, eğlenme: orada birkaç gün tevakkuf etti. 2. merbût ve muallâk olma, taalluk etme: bu işe karar verilmesi sizin hâzır bulunmanıza tevakkuf eder." 

1944'te tevkif edilip zindanlara tıkılan milliyetçiler, hapisteki günlerini "Paris tevakkufu" olarak anarlarmış. Umarım sizler kelimenin gerçek anlamıyla dünyada tevakkuf edersiniz... Yeni kelimelerde buluşacağız... 

8 Eylül 2021 Çarşamba

TÜRK MİLLETİNE ÇAĞRI (H. NİHAL ATSIZ)

Atsız ve arkadaşları, Türkçüler Derneği'nde...


Orkun dergisinin ilk sayısında, Şubat 1962’de, imzasız olarak yayınlanan bu çağrı Türkçülüğün cumhuriyet devrindeki ilk program çalışmasıdır. Ayrıca yazı sonunda sayılan Dokuz Umde, birkaç yıl sonra Türkeş tarafından kaleme alınacak Dokuz Işık’ın habercisi gibidir. Başlıkta yazının Atsız’a ait olduğunu belirtme sebebim ise; çoğunun Atsız tarafından yazıldığına dair bazı hatırât ve yine Atsız’ın sonraki yazılarında bu çağrıdan kimi kısımları kaynak göstermeden kullanmış olmasıdır.


"Milletimiz Orta Asya’daki hayatının en eski yüzyıllarında atı ehlileştirmek suretiyle mesafeleri kısaltmayı bilmiş, böylelikle geniş bölgeleri kontrol etmek imkanını bularak büyük devlet kurmak başarısını sağlamıştır. Başka milletler ancak şehir devletleri kurabilirlerken, birçok şehirleri de içine alan bu devletler, Türklerde cihan hakimiyeti ve büyük ülkülere bağlanma düşüncelerini doğurmuştur.


Hun, Göktürk ve Osmanlı imparatorlukları bu büyük ülkünün sonucu olup cihan tarihinde bunlarla kıyaslanabilecek devletler olarak yalnız Roma ve Abbasiler gösterilebilir.


Milletimiz, tarihinin her devrinde büyük devlet sahibi olmuş ve yalnız 1918 yılına kadar, en güçsüz zamanlarımız da dahil olmak üzere, Türkiye daima büyük devlet sayılmıştır. Fakat Birinci Dünya Savaşı'nda yenilip topraklarımızın yarısını elden çıkarmamız üzerine, Türkiye, artık büyük devlet olma vasfını kaybetmiştir. Toprağın yüz ölçümü, nüfus, tarih, askeri güç, bilim, sanayi gibi türlü faktörlerin sonucu olan büyük devletlik bugün Amerika, İngiltere, Rusya, Fransa, Almanya, Japonya, Çin, Hindistan, Brezilya ve Kanada’nın elindedir.


Cumhuriyet devrine kadar milletimiz, bilinen ve görünen düşmanlarla mücadele ediyordu. Bu düşmanlar bazı devletlerle kendi tabaamız olan bazı Türk olmayan unsurlardır. Fakat cumhuriyetle birlikte, iş değişti. Devlet ve tabaa olarak düşmanlarımız azaldığı halde yepyeni bir düşman Türk milletini, tarihinin en büyük tehlikesiyle karşı karşıya getirdi. Şimdiye kadar ki düşmanlarımız, Türkiye’nin bazı parçalarını istemekle yetiniyorlardı. Sevr Barışı'nda bile ordusuz da olsa küçük bir Türkiye bırakılmıştı.


Fakat yeni düşman böyle değildir. Yeni düşmanın planlı hedefi Türkiye’nin topyekûn yokedilmesidir. Bu düşmanın adı komünizmdir.


Yeni düşmanın tehlikesi gizliliğinden geliyor ve saf insanları aldatacak düşüncesi, kanaati olmayan insanlar, o konu hakkında yapılacak propagandaya kendilerini kaptırabilirler. Bu, insan yaratılışının gereğidir. Bu kendini kaptırma, karşı bir propaganda ile düzeltilmezse daha da tesirli olur. Kimine refah ve zenginlik, kimine tatmin edilmemiş cinsi isteklerin doyurulması, kimine büyük insanlık ülküsü diye anlatıp gösterilen komünizm, birkaç saf insanları avlayabilir. Bütün bunlar Türklük yapımıza indirilmiş birer darbedir.


Türkiye’nin kalkınması davası aynı zamanda onun tekrar büyük devlet olma davasıdır. Bu sebeple, milli davayı sadece servetin daha adilane dağıtılması diye almak, milli ruhu anlamamak hatta onu inkar etmek demektir. Çünkü servet davası yalnız maddeye ilişkin olmamakla insani ihtiyaçların tamamını ifade etmekten uzaktır. Madde ile birlikte mana da olmalıdır ki, Türk toplumu ihtiyaçlarını karşılamış sayılsın.


Yalnız servet ve refah bir topluma bahtiyarlık getirmez. Olsa olsa hayvana rahatlık getirir. İsviçre çiftliklerindeki inekler de ahır, yem, bakım mükemmelliği yönünden refah içindedirler. Fakat bahtiyar sayılamazlar. Çünkü bahtiyarlık ruhi hazlarla duyulan bir haldir ve yalnız insanlara mahsustur. Ruh dediğimiz manevi değer yalnız insanlarda vardır.


Yirminci yüzyılda müsbet ilmin ve batı medeniyetinin ışığı altında, medeni milletlerin ve toplumların dine bütün varlıklarıyla sarılmış olduklarını görüyoruz. Çünkü Tanrı inancı ve dolayısıyla din, fert olarak da, millet olarak da vazgeçilmez manevi ve ahlaki büyük bir dayanaktır. Bu sebeple, bugünkü Türk dünyasının dayandığı iki esaslı temelden birisini teşkil eden İslam dininin, milli varlığımızın ayrılmaz bir parçası olduğuna inanıyoruz.


İnsanı hayvandan ayıran özellikler utanma, ülküye bağlanma ve bir iman ve fikir uğrunda ölebilme hasletleridir. Utanan insan suç işlemekten ve ayıplanmaktan sakınır. Ülküye bağlanan insan maddi sıkıntılara şikayetsiz katlanır. Bir iman ve fikir uğrunda ölen insan da kendisinden sonra geleceklerin terbiyesinde olağanüstü rol oynar. Bunların madde ile ilgisi yoktur.


Türkiye’nin kalkınmasını düşünürken, fertlerin yalnızca refahını düşünmek, memleketi kuvvetlendirmeye yetmez. Refah içinde ve ileri bir memleket, ahlak ve fikir bakımından da üstün değilse, yıkılmaya mahkumdur. Fertlerinde bir fikir için ölmek hasleti bulunmayan milletler, düşman saldırışı karşısında ölmekten kaçınacakları için, o refahtan hiçbir hayır gelmeyecektir.


Halbuki Türkler, yüzyıllar boyunca, büyük devlet kurmak ülküsünü taşımış bir millet oldukları için, onları kalkındırmak aynı durumdaki başka milletleri kalkındırmaktan daha kolaydır. Fedakarlığa dayanan kalkınma hamlesini, Türk milleti birçok milletlerden daha hızlı yapabilecek kaabiliyettedir. Fakat yüzyıllar boyunca kudretli önderler tarafından idare edilmiş olan Türk toplumu, tarihin her çağında olduğu gibi bugün de büyük kılavuzlar istemektedir.


Milli şuur ve gurura malik liderlerin en büyük faydası, toplumu aşağılık duygusuna düşmekten korumaktır. Bir millet büyük iş yapabilmek için, kendisinin büyük millet olduğu inancını duymalıdır. Atatürk devrinde, Türk milleti nüfus, servet, teknik ve kültür bakımından, bugüne göre çok geride olmasına rağmen manevi güç bakımından kudretliydi. Ve onun içindir ki, kendisinde her tehlikeyi yenebilecek inanç ve kuvveti bulunuyordu.


Halbuki önderler ve aydınlarda aşağılık duygusu olursa, o milletin kalkınmasına imkan yoktur. Çünkü kalkınma hamlelerinin boşuna olacağı kuruntusu ruhlara işlenmiş, gönüller ümitsizlikle dolmuştur.


Zafer hiçbir zaman, mahvolduklarını sananlar tarafından kazanılmaz.


Kalkınma hamlesi hiç şüphesiz bilim metodları ile olacaktır. Fakat milletimizin toplum ve fert psikolojisiyle tarihi, milli gelenekleri, toplumsal yapısı da hesaba katılmazsa, bilim metodları ile davranış başarıyı sağlayamaz. Çünkü nasıl ilaçlar, aynı hastalığa tutulmuş insanlar üzerinde aynı tesiri göstermiyorsa, bilim metodu da her toplum üzerinde aynı sonucu vermiyecektir.


Bilim metodu, öndüşüncelerden sıyrılmayı da emreder. Bu sebeple Türk milletinin siyasi rejiminin ne olması gerektiği hakkında açıkça konuşmanın zamanı da gelmiştir. Rejimler gaye değil, milletlerin saadeti için birer vasıtadır. Bu sebeple milletler, tarihleri boyunca bazan rejim değiştirmişlerdir. Bir bakıma rejim, milletlerin elbisesidir. Şahıslar gibi milletler de zaman ve mekana göre elbise giyerler. Sıcak bölgeler için pek uygun olan ketenden göğsü açık bir elbise, soğuk iklim bölgelerinde nasıl bir insanın ölümüne sebep olursa şu veya bu rejim de bazan bir milletin çökmesini hazırlayabilir.


Bugün içinde bulunduğumuz siyasi ve toplumsal şartlara göre bize en uygun gelen toplum elbisesi yani rejim, demokrasidir. Milletimizde bu fikir günden güne yerleşip kökleştiği gibi, birlikte hareket etmeye mecbur olduğumuz müttefiklerimizin rejimi de budur.


Fakat demokratik rejimde kalmaya kararlı oluşumuz, demokratik olmayan eski tarihimizi ve bize övünç veren kahramanlarımızı saygı ile anmamıza engel olamaz. Çünkü geçmişini hor gören bir millet, ancak şerefsiz insanlardan kurulu bir topluluk olabilir.


Şunu da gözden uzak tutmamalıyız ki, demokrasinin başarılı olması, toplumdaki milli şuurun kuvvetiyle orantılıdır.


Türk milletinin kalkınması derken, bu harekete, gönülleri heyecanla çarpıştıracak ve yurttaşları fedakarlığa ve hatta kahramanlığa sürükleyecek bir anlam vermek için kalkınma hedefinin Büyük Türkiye olması birinci şarttır. Kültürü, bilimi, tekniği ile birlikte ahlakı ve erdemi ile de ileri ve üstün olacak Türkiye… Yoksa sadece refah ve zenginlik için yapılacak hamlenin, bir ticaretevi hareketinden farkı yoktur.


Devlet ile ticaret kurumu başka başka şeylerdir. Ve devlet olmayı ticaret kurumu olmakla karıştıran topluluklar, daima başkalarının gölgesinde yaşamaya ve ilk darbede yıkılmaya mahkumdurlar.


Devlet sahibi Türkler olarak siyasi sınırlarımız dışında kalan Türklere karşı ilgisiz kalamayız. En küçük, güçsüz ve yeni devletlerin bile sınırdışı soydaşlarına karşı ilgisi varken, henüz bağımsız bile olmayan Cezayir, ne Sahra’da, ne de kıyılarındaki Fransız sermayesine ve çoğunluğuna karşı bir hak tanımazken, tarihin en büyük imparatorluklarını kurup birçok milleti idare etmiş bir toplum olarak, siyasi sınırlarımız dışındaki Türkleri düşünmek vazifesinden asla geri kalamayız.


İmzamızı attığımız Birleşmiş Milletler Anayasasına dayanarak, siyasi sınırlarımız dışındaki Türklerin de bağımsız olmak ve yabancı hakimiyetinden kurtulmak davalarını desteklemek hem milli borcumuz, hem de insanlık görevimizdir. Henüz yamyamlık devresini bile bütün bütün atlatamamış olan toplumların devlet kurma hakkı tanınırken, medeni ve üstün kabiliyetli millet olan Türklerin şurada burada tutsak hayatı sürmelerini kabul edemeyiz. İyi çalışan ve şuurlu ellerde bulunan bir Türk hariciyesinin, bu hakkı bütün dünyaya tanıtacağından eminiz.


Bugünkü çok tesirli silahlar karşısında savaşı istememekle beraber, artık bir daha savaş olmayacak diye yapılan propagandalara inanmayız ve bu propagandayı, bizi gevşetmek için yapılmış bir düşman hilesi sayarız. Askeri hazırlıkların alabildiğine arttığı bir dünyada, dünyayı karıştıran hain kuvvetler tasfiye edilmedikçe, savaşın daima yapılacağına inanmış olarak, milletimizin askerlik geleneğine tekrar dönmeyi lüzumlu buluruz.


Askerlik geleneği bugünkü milletlerin hepsinden eski bir millet olarak ordumuzun yeni baştan ve bize layık şekilde düzenlenmesine ve müttefiklerimiz ile standart silahlar kullanmak mecburiyeti dışında, askeri özelliklerimizin korunmasına şiddetle taraftarız. Askerlik çok şerefli ve güç bir meslek olduğu için, subay ve astsubaylarımızın erdemli aile çocuklarından seçilmesini ve fedakarlıklarına karşı bazı imtiyazları bulunmasını doğru buluyoruz.


Büyük devlet olmanın şartlarından biri de zengin ve kudretli bir dile sahip olmaktır. Milli ihmaller dolayısıyla gelişmemiş olan kökü kuvvetli dilimizi, büyük bir bilim ve sanat dili haline getirmek ihmal olunamıyacak bir davamızdır. Ne melezleştirilmiş eski dil, ne de öztürkçe denilen uydurma dil, büyük bilim ve edebiyat dili olamaz. Terimleri Türk köklerinden üretme, konuşma dilinde Türkçeyi veya Türkçeleşmişi seçme esasında olan “Arınmış Türkçe” ye taraftarız. İnsanın yüreği ne ise, milletin dili de o olur. Bu değerli varlık, gerçek değerlerden meydana gelecek bir akademi ve milli şuura malik uzmanlar ve sanatçılar eli ile korunmalıdır.


Millet olarak yaşamak isteyen toplumlar, kendi milli özelliklerini kıskançlıkla korurlar. İskoçların etek giymesi, Hintlilerin bize garip gelen kıyafetleri gibi, biz de Türk kültürüne ait özelliklerimizi saklamaya, milli tarihimizin kadrosunu çizmeye ve gerekirse, dilimizin bütün inceliklerini ifade edebilmek için alfabemize bir iki harf daha katmaya taraftarız.


Milli gelirin adaletle üleştirilmesi, Türk toplumu için de elbette milli bir gayedir. Ferdi ihtiyaçların rahatça karşılanabildiği, refahın yaygın bulunduğu bir ülkede, toplumsal adalet davası gerçekleşmiş olur ve böyle bir davadan bahsetmeye de lüzum kalmaz. Bu sebeple, bir yandan toplumsal adalet tedbirleri alır ve onları sağlam kanuni esaslara bağlarken, diğer taraftan da eğitim ve öğretimi yayarak ve ayrıca memleketimizi iktisadi alanda hızla kalkındırarak, toplumsal adaletin ortamını hazırlamamız gerekir. Aksi takdirde toplumsal adalet davasının, özellikle geri ve yoksul ülkelerde, komünizm silahı haline geleceği asla unutulmamalıdır.


Çünkü komünizm, yoksulluk, gerilik ve bilgisizlik bataklıklarından açan bir çiçektir.


Sosyalizmin, komünizmi önlediği yolundaki iddialar doğru değildir. Amerika’da sosyalist bir parti olmadığı, rejim tamamen kapitalist ve liberal esaslara dayandığı halde komünizm yoktur. Toplumsal adaletin tam veya çok miktarda uygulandığı memleketlerden Kanada’da Liberaller ve Muhafazakarlar; Belçika’da Hırıstiyan Demokratlar, Avusturya’da Katolik Halkçılar, İngiltere’de Muhafazakar (1950’den beri) hakimdir. Bu memleketlerin çoğunda sosyalistler küçük birer partidir.


Partiler ve sosyalizm hakkında tecrübesi olmayan geri memleketlerde ise sosyalizm, komünizmin öncüsü rolünü oynamaktadır. Küba’da olduğu gibi… Bu sebeple, demokratik düzen içinde ve huzurla gelişme isteğini duyduğumuz bir zamanda, bize türlü huzursuzluklar getirip memleketimizi komünist yapmaya çalışacak sosyalizmin aleyhindeyiz.


Memleketimizdeki bütün sosyalist hareketlerde komünizmden hüküm giymiş sabıkalıların bulunması, en büyük delilimizdir.


Sosyalizmin aleyhinde olmamızın önemli bir sebebi de, bizim memleketimizde sosyalizmin tamamiyle kozmopolit şahıslar yetiştirmesi ve sosyalizmin milliyet aleyhtarlığı olarak ortaya çıkarılmasıdır. Büyük bir tarihin varisi olarak ortaya çıkarılmasıdır. Büyük bir tarihin varisi olarak Türk kalmaya azmetmiş bulunduğumuz için, bizi milliyetimizden uzaklaştırmak isteyen ve Türklüğü birinci plana almayan her fikir ve her ülkünün karşısındayız.


Yüksek bir millet haline gelmenin diğer bir özelliği olarak sağlam kanunlar koymak ve kanuna saygıyı inanç haline getirmek için, her türlü tedbirin alınmasına, tercüme kanunlara değil de milli örften çıkarılan ve çağdaş hukuk prensiplerine dayanan yasalara taraftarız. Kanunlar devleti, milleti, milli kültürü, ahlakı, düzeni, aileyi, fertleri şerefi ve hakları koruyacak kanunlar olmalı; adalet ölçüsü en kesin terazi ile sağlanmalıdır.


Devlet, nazari olarak, vatandaşların hayatını koruyup saadetlerini sağlamak için kurulmuş bir müsesse olduğundan, her Türk’ün sağlık, hastalık ve işsizliğe karşı sigortalanması şeklindeki toplumcu anlayışımızı huzuru sağlayacak en temelli faktör olarak sayıyoruz.


Toprak, devletin temeli olduğundan, toprakla uğraşanların temel korunur gibi korunması ve kalkındırılması şarttır. Milletimiz göçebe zamanlarda bile toprak mülkiyetini kabul etmiş olduğu için, bu mülkiyetin devamı, sosyal yapımızın icaplarındandır.


Sonuç olarak “Milli Kalkınma” programımızı şöylece özetliyoruz:


1. Türkçüyüz.


2. Arınmış Türkçeciyiz.


3. Yasacıyız.


4. Toplumcuyuz.


5. Milli gelenekçiyiz.


6. Şuurlu demokrasiye taraftarız.


7. Ahlakçıyız.


8. Bilimciyiz.


9. Teknikçiyiz."