27 Mayıs 2021 Perşembe

TEHCİR KANUNU

Takvim-i Vekayi'nin Tehcir Kanunu'nun yayınlandığı nüshası


Devlet-i 'Aliyye Birinci Dünya Savaşı'na gireli henüz dokuz ay bile olmamıştı. 1890'lardan itibaren imparatorluğun doğusunda süregelen Ermeni isyanları ise savaşla beraber hız kazanmıştı. Bir çözüm bulunmalıydı. İsyan bölgelerinde mukîm Ermenilerin tehcir edilmesine karar verildi. Derhâl bununla ilgili bir kanun çıkarıldı. 

Muvakkat yani geçici olarak hazırlanan kanun dört maddeden ibaretti. Hâlen devam eden tartışmaların arasında, gerçekliği "tartışılmayan" nadir belgelerden birisi olan işbu kanunu dikkatlerinize sunuyorum: 

Takvim-i Vekayi'de yayınlanan hâliyle kanun: 

Vakt-i Seferde İcraât-ı Hükûmete Karşı Gelenler İçin Cihet-i Askeriyece İttihâz Olunacak Tedâbîr Hakkında Kanun-ı Muvakkat 

Madde 1: Vakt-i seferde ordu ve kolordu ve fırka kumandanları ve bunların vekilleri ve müstakil mevki kumandanları ahali tarafından herhangi bir suretle evâmîr-i hükümete ve müdafaa-i memlekete ve muhafaza-i asayişe müteallik icraât ve tertibâta karşı muhalefet ve silâhla tecavüz ve mukavemet görürlerse derakab kuvâ-yı askeriye ile en şiddetli surette te'dibât yapmağa ve tecavüz ve mukavemeti esâsından imha etmeye me'zun ve mecburdurlar. 

Madde 2: Ordu ve müstakil kolordu ve fırka kumandanları icâbât-ı askeriyeye mebnî veya casusluk ve hıyanetlerini hissettikleri kur'a ve kasabât ahâlisini münferiden veya müctemian diğer mahallere sevk ve iskân ettirebilirler. 

Madde 3: İşbu kanun tarih-i neşrinden muteberdir. 

Madde 4: İşbu kanunun mer'iyet-i ahkâmına Başkumandan Vekili ve Harbiye Nâzırı memurdur. 

Meclis-i Umumi'nin ictimâında kanuniyeti teklif olunmak üzere işbu lâyiha-i kanuniyenin muvakkaten mevki-i mer'iyete vaz'ını ve kavânîn-i devlete ilâvesini irâde eyledim. 

13 Receb 1333 - 14 Mayıs 133 (22 Mayıs 1915)

İmzalar: 

Padişah: Mehmed Reşad 
Sadrazam: Mehmed Said 
Başkumandan Vekili ve Harbiye Nâzırı: Enver 

Takvim-i Vekayi'de yayın tarihi: 18 Receb 1333 - 19 Mayıs 1331
(27 Mayıs 1915)

21 Mayıs 2021 Cuma

TAMAH



Unutulmuş kelimelerin bugünkü misafiri: tamah. 

Tosuncuk, sanal para vurguncusu, onlardan önce Sülün Osman ve diğerlerinin ortak özelliği dolandırıcılıktır. Milletimizin bir anda zengin olma hevesini kendi çıkarlarına kullanmışlardır. 

Dolandırılma hadiselerinin nesilden nesile cereyan etmesi bende şu düşünceyi oluşturdu. Milletimiz yine unuttuğu bir kelimenin kurbanı oldu: Tamah. 

Sondaki "h" harfinin alfabe değişikliği sonrasında eklendiğini düşünüyorum. Çünkü eski harflerle yazılan metinlerde tama‘ şeklinde geçiyor. Yine de emin değilim, eski harfle "tamah" şeklinde yazılışına rast geldiyseniz haber veriniz. Bu bölümü derhâl düzeltirim.

Gelelim günün kelimesinin kökenine. Tama‘ sözcüğü Arapça kökenli olmakla beraber tama‘-kâr olarak sıfat şekline sokma işini Farisiler yapmıştır. Türkler de bu kelimeyi kullanmaktan imtina etmemişler, böylece eskilerin "elsine-i selâse" dedikleri üç dil biraraya gelmiştir. 

Şemseddin Sami Kâmûs-ı Türkî'de şöyle açıklıyor tamah kelimesini:

"tama‘: doymazlık, çok arzu etme, hırs, açgözlülük: tama‘ etmek = çok hırs ve arzu ile istemek, açgözlülük göstermek. şöhret ve şân tama‘ı = hırs-ı câh."

Aynı kaynaktan bir de tamahkâr sözcüğüne bakalım: 

"tama‘-kâr: 1. hırs ve tama‘ eden, açgözlü, doymaz: tama‘kâr adam. 2. mal ve nakdi çok seven, bahil, harîs." 

Tamah etmeyen, tamahkârlıktan uzak bir ömür temenni ederim. Bir başka unutulmuş kelimemizde buluşmak dileğiyle... 


10 Mayıs 2021 Pazartesi

RUSYA’NIN KIRIM’I SON İŞGALİ



Rusya Kırım’ı daha evvel birkaç defa daha işgal etmişti. Bu yüzden 2014’te yaşanan işgal, ilk kez olan bir olay değil, Rusların tarih içinde tekrarladıkları bir olgudur.

Bu işgal olgusu -artık bizde ilkokul çocuklarının bildiği- Rus stratejisinin bir parçasıdır. “Sıcak denizlere inmek”.

Rusların işgal konusundaki iştahı hakikaten dikkat çekicidir. Tam Ruslara yakışır şekilde basit, kaba ve inatçıdır. Eğer güçleri yetmiyorsa asla bir yeri tutmazlar fakat “yeterince” güçlenince gidip bıraktıklara yere “çökerler”. (Çarlığın yükselişi, Sovyetlerin kurulurken serbest bıraktığı tüm Asya topraklarına katliamlarla dönüşü ve bugün Rusya Federasyonu’nun Çeçenistan, Gürcistan ve Kırım politikaları. Hepsi aynı düzlemde seyreder.)

Çökmek tabirini bilinçli olarak kullandım. Tarihî sembol olarak kendilerine ayıyı seçen Rusların işgal mantığı; ayının tüm ağırlığıyla bal kovanına yüklenmesine benzer. Geniş topraklara sahip Rusya, hedefe koyduğu yeri ele geçirmek için tüm unsurlarıyla beraber asla barışmaz bir saldırı metodu takip eder. Ayıyla yalnız kalan kurban, böylece teslim alınır.

Bu “tarifin” son uygulama noktası Kırım olmuştur. 1944’teki insanlık dışı sürgüne kadar olan safahat ayrı bir bahis olmakla beraber, 1944’ten bugüne kadar Kırım-Rusya ilişkilerine kuşbakışı nazar atmak yerinde olacaktır.

Burada üç tarih önem arz eder. 1944, yani Kırım’ın nihaî olarak Slavlaştırılması. 1954, yani Kırım’ın Sovyetler içinde el değiştirerek Rusya Sovyeti’nden Ukrayna Sovyeti’ne bağlanması ve 2014 Rusya’nın Kırım’ı son işgali.
(Burada 4’lerin “tesadüfü” komplo teorisi üretmeye teşne bıçkın gençlere ekmek kapası yaratacak bir görüntü arz ediyor. Şansını denemek isteyen buyursun.)

1944’te Türk nüfustan “arındırılan” Kırım’a Rus sevketmek zorlu bir işti. Çünkü Sovyetler 2. Dünya Savaşı’nda en fazla insan kaybına uğrayan ülkeydi. Kırım, uzun tarihinde belki de ilk defa “edilgen” bir konuma düştü.

İnsan yokluğu tarım başta olmak üzere Kırım’ı besleyen tüm ekonomik yapıyı çökme noktasına getirdi. Kendi içinde “değer” üretemeyen Kırım, Rusların “büyük stratejisine” ayak uyduramaz duruma geldi.

Büyük strateji, yukarıda değindiğim “sıcak denizlere inmek” hedefiydi. Sıcak denizler, Karadeniz üzerinden Boğazlara inen ve sırasıyla Adalar(Ege) ve Akdeniz üzerinden bir taraftan Atlantik’e diğer yandan Hint Okyanusu’na uzanan tüm su birikintilerine Rusların taktığı isim. Bu stratejinin başlangıç noktasını da Kırım oluşturuyor.

Daha yolun başında (yani Karadeniz’in kuzeyinde) tökezleyen bu stratejik açmaz, Rusya açısından çözülmesi gereken bir meseleydi. Türkiye haricinde Karadeniz’e kıyısı bulunan tüm ülkeleri tahakkümünde tutan Rusya, Kırım’ı kendi eliyle çökerttiği için harekete geçemiyordu.

2. Dünya Savaşı sonrası dengelerin yeniden kurulduğu dönemde (1945-50) Rusya bu meseleye pek girmedi. Önce toparlanması, bu arada “ne koparabilirse” imparatorluğuna katması ve aynı zamanda atom yarışının içine girmesi gerekiyordu.

Ruslar hakikaten ne koparabilirlerse kopartıp bir de atom bombası “patlatınca” sıra Kırım’a geldi.

Kırım’ın kalkınmasının yolu “daha yakından” yönetilmesindeydi. Bu amaçla ülke içi transferle Kırım’ı Rusya’dan alıp Ukrayna’ya verdiler. Gerçekten de bu çözüm iş gördü. Kırım toparlanmaya başladı. Sovyetler’de artan nüfusun bir kısmını da göç alarak, tam kapasite olmasa bile, “faaliyete” geçti. Birazcık toparlanan Kırım, artık Rusların Karadeniz politikasının temeline oturabilirdi.
(Kırım’ın Ukrayna’ya bağlanmasıyla ilgili bir başka iddia ise Genel Sekreter Hruşçof’un “memleketi” Ukrayna’ya yaptığı kıyak olduğu yönündedir. “De-Stalinizasyon” mimarına yönelik bu ithamın kaynağı bellidir. Ciddiye alınmayacak bir rivayettir.)

Tabii Türkiye’nin NATO’ya girerek olası güneye iniş rotasını kesmesi Rusların hevesini kırdı. Böylece Rusların yönetiminde bir türlü huzur bulmayan Kırım, nispeten rahat bırakıldı. Bu, Kırım’ın son üç asırdaki en sakin zamanıydı.

Yine de “sakinliğin” Rus standartlarında düşünülmesini rica ederim. Çünkü 50’lerin ortasından itibaren vatanlarına dönmek için çırpınan Kırım Türkleri’ne kesinlikle izin verilmiyordu. Bu konuda ısrarcı olanlar ya katledildi ya da hapsedildi.

1989’da Sovyetler “gümbür gümbür” çökerken; Türkler sınırlı da olsa anavatana dönmeye başlamışlardı. Kırım hâlâ Ukrayna Sovyeti’ne bağlıydı.

1991’de bağımsızlığını ilan eden Ukrayna’nın -özellikle Doğu sınırı ve Kırım’ın dahil olduğu toprakları- Rusya tarafından tanınmadı. Fakat bir savaş da yaşanmadı. Ruslar yine “yeterince” güçlenmek için pusuya yatıyordu. Bir sene sonra, 1992’de, Ukrayna ve Rusya arasında ilk “Kırım krizi” çıktı.

Sovyetlerin Kırım’da konuşlu Karadeniz Filosu bölgenin en güçlü donanma unsurlarını bünyesinde barındırıyordu. Ukrayna bu filonun kendisine ait olduğunu söyledi, Rusya reddetti. Gerilim zamana yayıldı.

Tam bu sıralarda Ukrayna-Rusya arasında ikinci bir gerilim çıktı. Bu sefer konu, Sovyetler Birliği döneminde Ukrayna’da konuşlu bulunan nükleer silahlardı. Mesele 1994’te imzalanan Budapeşte Anlaşması’yla çözüldü. Buna göre; Ukrayna elindeki nükleer silahları Rusya’ya teslim edecek, Rusya ise bunun karşılığında Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün “garantörü” olacaktı.

Buradaki “garantörlük” sözü Ukrayna’yı memnun etmiş olacak ki, Karadeniz’deki filoyla ilgili, bu sefer 1997’de, anlaşma imzalamaya ikna oldular.

Buna göre filonun Rusya’ya ait olduğu kesinleşti ve 2017’ye kadar Kırım’da kalması kararlaştırıldı. (Sonrasında Yanukoviç’le yapılan bir anlaşmayla bu süre 2042 yılına uzatıldı.) Karşılığında Rusya, Ukrayna’nın sınırlarını tanıdı.

Anlaşmalara bugünden baktığımızda; üzerinde kimsenin hak iddia etmediği Karadeniz Filosu hâlâ Kırım’da bulunan Rusya, Ukrayna’nın doğu sınırlarında kargaşa çıkarıyor ve sınırı “fiilî" olarak bozuyor. Esas önemlisi Kırım’ı işgal etmiş bulunuyor. Rusların ne kadar “güvenilir” olduğuna dair hikmetli bir hikâye gibi duruyor.

Fakat bu bir hikâye değil, gerçek.

Ukrayna Tarafı

2013’te Ukrayna’yı Rus yanlısı Yanukoviç yönetiyordu. Doğu Avrupa’daki birçok ülkenin AB’ye üye olmasının ardından Ukrayna’nın da Avrupa’yla ilişkileri artmıştı. Bir komisyon kuran Avrupa Birliği ve Ukrayna “Ortalık Anlaşması” imzalamak için uzun süre çalıştı. Ortaklık Anlaşması 2013’ün Kasım ayında imzaya açıldığında Yanukoviç bu işe yanaşmadı. Başta Ukrayna milliyetçileri olmak üzere “Rus karşıtı” herkes sokaklara indi. Yanukoviç’in devrilmesini istiyorlardı.

Ukrayna, Rusya için vazgeçilmez bir “parçadır.” Rusların tarihi yükselişi Moskova’dan değil Kiev’den başlamıştır. Rusya’nın Avrupa’ya “sıçrama tahtası” da Ukrayna’dır, Avrupa’dan gelecek bir saldırıyı “yumuşatma noktası” da. Rusya açısından Ukrayna “arka bahçedir”.

Avrupa da Ruslarla aynı sebeplerden Ukrayna’da etkili olmak ister. Bu yüzden Ukrayna 1991’den beri Avrupa-Rusya sarkacında sallanmaktadır. Bu sallantı toplumda derin bir fay hattı yaratmış gibi görünüyor. 2013 Kasım’ına kadar hiç böylesine kökten taraf tutmaya şahit olmamış Ukrayna ahalisi ayaklanmıştır. Bu ayaklanma yalnız Ukrayna milliyetçilerinin değil tüm Rus karşıtlarının ayaklanmasıdır. İçlerinde Ukrayna’nın AB’ye üye olmasını isteyenler de vardır, “Büyük Ukrayna” ideali bağlıları da vardır, Avrupa-Rusya arasında “denge” politikasını savunanlar da. Yanukoviç’in imzalamadığı anlaşmanın tarihi önemi buradadır.

Herkes karşı cephede toplanınca Yanukoviç’in devrilmesi şaşırtıcı olmadı. İmza atmayı sevmeyen lider, kaçmayı sevdiğini gösterdi ve Ukrayna’yı terk etti. (Yeni adresini tahmin etmekte hiç de zorluk çekmezsiniz: Rusya.)

“Adamının” böyle kovalanmasına pek de ses çıkarmayan Putin Rusya’sı, Ukrayna’nın Avrupa eksenine dönmesi ihtimali karşısında ise teyakkuza geçti.

1997’de Rus işi “çözülen” sınır problemleri yeniden ısıtıldı. Ukrayna’nın doğusunda kalan Donbass bölgesi ve Kırım’daki nüfusun çoğunluğunu Rusların oluşturması Putin’i harekete geçirdi.

Önce Donbass’a savaş şirketlerinden milisler sokan Rusya, başarılı bir istihbarat çalışmasıyla bölgede olayları ateşledi. Yanukoviç sonrası toparlanma çabalarını sürdüren Ukrayna hemen duruma müdahil oldu. Fakat bölgenin doğrudan Rusya’yla sınırının olması, Rusya-Ukrayna güç dengesinin eşit olmaması ve Ukrayna’nın yeni bir karışıklıktan çıkmış olması müdahalenin başarıya ulaşmasını engelledi. Ayrıca Yanukoviç “devr-i iktidarında” muhteşem(!) bir başarı göstererek Ukrayna ordusunun mevcudunu 41 bine, muharip asker sayısını ise 6 bine indirmeyi başarmıştı. Bu durum aradaki güç farkını “orantısız” bir seviyeye çıkardı.

Ukrayna’nın eldeki gücünü Donbass’ta yoran Rusya ikinci adımını attı. Zaten orada bulunan Karadeniz Filosu’yla “güvenli” hâle getirdiği Kırım’da referandum düzenledi. Ukrayna’ya haber vermek zahmetine bile girilmeyen bu referandumla Kırım, Rusya’ya bağlanma “kararı aldı”.

İşgalin ilk kaybedenleri tabii ki Kırım Türkleri oldu. Kırım deyince hepimizin aklına gelen isim Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’nun Kırım’a girişi yasaklandı. Kırım Türkleri’ne ait tüm kurumlar tasfiye edilmeye başlandı.

Mevcut gücünü Kırım’a yönlendirirse güvenlik açığıyla karşı karşıya kalacağını gören Türkiye yine de sessiz kalmadı. Bu süreçte iyi iş çıkardı.

Daha işin başından beri işgali tanımayan Türkiye, Kırım Türklerinin yanında olduğunu açıkça ifade etti.

Kırım meselesinde dengeyi Ukrayna’yı desteklemekte bulan devlet, bu işte Avrupa’yla ortak tavır almaya dikkat etti. 2018’de İstanbul’daki Ortodoks Patriği vesilesiyle Ukrayna’ya kendi kilisesini kurma yetkisinin (otosefallik) verilmesinde de yine Türkiye’nin etkisi büyük oldu.

Başta Kırımoğlu olmak üzere Kırım’ın birçok önde gelen şahsiyeti, Türkiye’nin elinden geleni yaptığını defaatle ifade ettiler. Türkiye, bir devlet olarak elinden geleni yaptı, yapıyor. Türk vatandaşına düşen ise Kırım’ı unutmamaktır. Kırım’ı daima gündemde tutmaktır. Kırım’la ilgili malûmat öğrenmek, sivil toplum veya dernekçilik alanında, sosyal medyada, gündelik yaşamda bu meseleyi sakince ama bilinçle müdafaa etmektir.

Rusya’nın Kırım’ı son işgali, Rus Devleti'nin kendi milletini stratejisi uğruna harekete geçirmesiyle “başarılmış” bir olaydır. Kırım’ın refahına, Türk Dünyası’nın mutluluğuna giden yolda bizim de takip etmemiz gereken rota budur: Millî stratejimize endeksli, uzun vadeli hedefler gütmek ve daima hazır olmak! 

“Güzel Kırım’a” hasretimiz bâkîdir.

7 Mayıs 2021 Cuma

IŞINSU İÇİN (TARIK BUĞRA)



Emine Işınsu'yu 5 Mayıs 2021 günü kaybettik. Türk edebiyatı açısından ağır bir kayıp oldu. Tabii bizler için de öyle...

"Bizler" yani Türkçe okuyan, Türkçe yazan ve Türkçe düşünenler! Emine Işınsu bizlere çok şey öğretti. Birden fazla neslin edebî zevkinin oluşmasında yadsınamayacak derecede katkı sahibiydi. Yaşantısıyla örnekti, çalışma temposuyla ve azmiyle bizlerin de yürüyeceği yolu genişletti. 

Işınsu Hanım'ı nasıl anmak gerektiğini düşünürken, yine kendisinin çıkardığı Töre Dergisi geldi aklıma. Ve bir de Işınsu'nun edebî değerinin ne kadar örselendiği ve görmezden gelindiği...

Benim nazarımda en güzel veda, bir edebiyatçının diğeri hakkında yazdıklarıdır. Töre Dergisi'nin tozlu sayfalarında tam da bu ihtiyaca cevap veren bir yazı buldum: Işınsu İçin. Yazarı ise Tarık Buğra.

Emine Işınsu Hanım'a Allah'tan rahmet, Türkçenin zevkine varmış cümle okuyucuya (tabii ki en başta eşi İskender Öksüz Hoca'ya) baş sağlığı diliyorum. 

Tarık Buğra'nın "Işınsu İçin" yazısını, Töre Dergisi'nin Aralık 1982 tarihli 139. Sayısından aynen iktibas ediyorum:

"Orhan Kemal’lerin, Yaşar Kemal’lerin bana bir şey söylemediği, vızıltı geldiği, yani, hâlâ süren sanat anlayışıma sımsıkı bağlandığım yıllardı: Bir kesimin putlaştırmaya çabaladığı gerçek’ten ve gerçekçilik’ten tiksinirdim. Bütün gerçekleriyle insan’ın ve Dünya’nın, sanatı sanat yapan yorumlama gücünde, sanatçının çalışma odasında olduğuna inanıyordum. Coğrafya Dersi’ni bunu anlatmak için yazmıştım. Saygım, sadece, kendilerine has ve kendilerine bağlı bir gerçek, bir dünya kurabilmek için çalışan sanatçılara idi. Karşılaştığım yeni isimlere bu anlayışla bakıyordum. 

Küçük Dünya.. Bir Yürek Satıldı.. Işınsu, benim yazarlar listeme bu anlayışa göre girmiştir: 
İnsan’ı insan’ın insan’la ve toplumla ilişkilerini kavrama, yorumlama yeteneği, bir başka deyişle de, üslub vardı o eserlerde. O eserler sınıflandırılamayan bir grup içinde ele alınamayan hakiki bir sanatçıdan, tek olabilme gücünden haber getiriyordu. 

Tanıma ve tanışma merakım yoktur; yazara yaklaştıkça eser’den uzaklaşma korkusunu duyarım. Birini kazanmak ötekinin tadını kaçırmak gibi gelir bana. Işınsu’yu, Galip Erdem’in götürdüğü evinde, bir akşam yemeğinde, 1965’de -onun anlattığına göre- Ayakta Durmak İstiyorum’un kendini beğenmiş, burnu büyük yazarı olarak tanıdım: 
Açık sözlü, sıcak, canlı, nüktedan, güzel sofra hazırlayan, kendisini perdeleyip konuklarını öne çıkarmasını bilen bir ev sahibi! 

O gece beni üzen bir yönünü de görmüştüm: Politika ile fazlaca ilgileniyordu, Belki de çevrenin yüzündendir diye düşünmüştüm: ama pek değilmiş. Sonra sonra gördüm bunu. Bir başka şeyi de gördüm: Onu politika’ya tam bir tutku olan ülke ve millet sevgisi çekiyordu. 

İlişkimiz o geceden sonra rastlantılara kaldı ve bu rastlantıların ilki de -yanılmıyorsam- Antalya Film Festivali’ndeki jüri üyeliğimizde oldu. O, on günlük Konyaaltı beraberliğinde de arkadaşlık belirtilerinin doğduğunu söyleyemem. Sanırım noksan bende, benim sosyal yapımda idi. 

Sonra Bayramoğlu’ndaki B.İ.K. Tatil Köyü’ndeki on beş günler geldi. Bunlar, aynı zamanda, TÖRE dönemi idi. Ve artık aziz dostum Murathan ile, kafasını da, karakterini de gerçekten değerli bulduğum, İskender Öksüz de vardı: 
Murathan, Elif ve Yağmur’dan sonraki -o zaman bir yaşında- çocuğu, İskender de, romancılığımı umursamayan eşi idi. Ve Işınsu, onların sayesinde, artık benim yalnız meslektaşım değil, arkadaşımdı, bacımdı. Işınsu bu hikâyeyi, TÖRE’de o kadar güzel anlattı ki, eklenecek bir şey bulamıyorum. O dönem için ancak şunları söyleyebilirim: 
Üç çocuğa -kelimenin tam hakkıyla- annelik, gene kelimenin bütün gücüyle, noksansız bir eşlik ve TÖRE.. ve beyinde ve yürekte Azap Toprakları, Ak Topraklar, Tutsak, Çiçekler Büyür, Sancı’ları! 

Bunlardan eleştirmeciler, araştırmacılar söz etsin. Bana gelince, ben, o gün, bu gün hep bunu düşünür, Işınsu’ya daha bir başka saygı duyarım. Bir de, benim için hazırlattığı TÖRE özel sayısı ile bu sayıdaki yazısı var ki, yaşadığım sürece -ödeyemeyeceğim- bir teşekkür borcu olarak gönlümde kalacaktır. O sayıyı ben, asıl önemlisi, sanatçılığının, dergiciliğinin, daha daha da, gönül ve kafa arınmışlığının, herkesçe değerlendirilmesi gereken bir belirtisi sayarım. 

Bu yaz, Ankara’da, arkadaşımız Yaşar Güngör’ün ve sayıp sevdiğimiz eşinin davetindeki son buluşmamızda, Işınsu, kızı Elif’in nişanlısının evinde kendisine çay ikram edişini, bir duygu patlaması ile öyle bir anlattı ki, annelik bir yana, benzeri bir sanatçının hiç de fazla olamayacağını düşünmeden yapamamıştım. 

Işınsu -ve Öksüz’ler- şimdi bizden çok uzakta, gurbette. 


Ama bizden olan ve bizimle kalacak, bizden sonralara kalacak değerli bir şeyler var. Biliyorum bunu."

3 Mayıs 2021 Pazartesi

3 MAYIS 1944 (HÜSEYİN NİHÂL ATSIZ)



3 Mayıs Türkçülüğün tarihinde mühim bir yer işgal eder. Bunu en iyi anlayan ve açıklayacak olan da şüphesiz Atsız’dır.

İlk 3 Mayıs anması 1945’te cezaevinde çay içerek yapılmıştı. Çünkü Türkçüler henüz tutukluydular. Aynı yıl serbest kaldılar.

Aşağıda okuyacağınız kısa fakat etkili nesir ise 3 Mayıs’ın ikinci yıldönümü vesilesiyle Atsız tarafından kaleme alınarak Kür Şad Dergisi’nin 2. sayısında neşredildi.(1946) 1962’de Orkun Dergisi’nin birleşik çıkan 3-4. sayısında tekraren yayınlandı.

3 Mayıs ruhunu yaratan kahramanların huzurunda ihtiramla ayağa kalkıyor, 3 Mayıs ruhunun ebediyen yaşamasını temenni ediyorum. 


"3 Mayıs Türkçülüğün tarihinde bir dönüm noktası oldu. O zamana kadar yalnız duygu ve düşünce olan, edebi ve ilmi sınırları pek de aşmıyan Türkçülük, 1944 yılının 3 Mayısında birdenbire hareket oluverdi.

Ali Suaviler, Süleyman Paşalar, Mehmet Eminler, Ziya Gökalplar, Rıza Nurlar yalnız duygu, düşünce, iş Türkçüsü idiler. Hareket Türkçüsü olmamışlardı. Çırağan baskını Türkçü Ali Suavinin siyasi bir hareketiydi. Bunun Türkçülükle ilgisi yoktu. Sıhhiye Vekili olduğu zaman gayri Türkleri atarak yerine Türkleri yerleştiren Rıza Nur fiili Türkçülük yapıyordu. Fakat bu da hareket değildi.

Türkçülükte ilk hareketi 3 Mayıs 1944 Çarşamba günü, Ankara’daki birkaç bin meçhul Türk genci yaptı. Bu bakımdan Türkçülük tarihinde onların hususi bir şerefi vardır.

Bundan sonra 3 Mayıs Türkçülerin günüdür. Ona bir bayram diyemiyeceğiz. Çünkü yıllarla süren büyük ızdırabımız o gün başlamıştır. Ona bir matem demek de kabil değildir. Çünkü bunca sıkıntıların arasında bize büyük bir imtihan vermek, yürekliyle yüreksizi er meydanında denemek, yahşı ile yamanı ayırmak fırsatını vermiştir. O güne kadar tehlikelerden gafil bir çocuk toyluğu ile yürüyen Türkçülük 3 Mayıs’ta gafletten ayrılmış, maskelerin arkasındaki iğrenç yüzleri görmüş, can düşmanlarını tanımış, dost sandığı hainleri ayırt etmiş, hayalin yumuşak bulutlarından gerçeğin sert topraklarına düşmüştür. Böyle sağlam bir sonuca varmak için çekilen bunca sıkıntılar boşa gitmiş sayılmaz. Bundan dolayı biz 3 Mayıs’a Türkçülerin günü deyip çıkıyoruz.

Hoşlanmayanlar onu benimsemesin. Yalnız kendilerine benzeyenler, yani Türk’e benzemeyenler onu yadırgamasın. Biz 3 Mayıs’ı sevmekte devam edeceğiz.

Türkçülük, tek sandığı düşmanına karşı 3 Mayıs hareketini yaparken onun çift olduğunu acı bir deneme ile öğrendi. Bu milli hareketin zaferinden korkan Türkçülük düşmanları, Türkçüler Ortaçağı andıran vahşetlerle hapse atılır ve aleyhlerinde türlü yayınlar yapılırken, onları tartışmaya çağırmak garabetini de gösterdiler. Tarih bunu bağışlamayacak ve Türkçüler günü olan 3 Mayıs, bir gün Türklerin günü olunca onlar tarihin büyük mahkemesinde layık oldukları akıbete uğrayacaklardır.

Türkçüler toplu veya yalnız, her yerde 3 Mayıs’ı analım. Analım ve Kür Şad’ın hatırasını yüceltelim…

Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-ı hürriyet,
Çalış, idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten!"