28 Mart 2021 Pazar

TÜRK ANSİKLOPEDİSİ’NDEKİ KÜR ŞAD MADDESİ



Ansiklopedi ve antolojileri seviyorum. Bunlar, benim şahsi sevgimin ötesinde, bir milletin kültürünün toplu fotoğrafını çekmek açısından da fevkalâde mühim eserlerdir.

Türkiye’de zamanında birçok ansiklopedi yayımı yapılmıştır. En önemlileri şüphesiz İnönü ismiyle başlayıp Türk Ansiklopedisi ismiyle nihayete ereni ve İslam Ansiklopedisi’dir.

Her iki ansiklopedi de, uzun bir zaman sürse de, tamamlanmış eserlerdir. İslam Ansiklopedisi belirsiz aralıklarla “ekler” çıkarmaya da devam ediyor.

Daha meşhur olanın İslam Ansiklopedisi olduğu malûmunuzdur. Bunun sebebi ise İSAM’ın çok faydalı bir iş yaparak bu ansiklopediyi internet ortamında erişime açmış olmasıdır. İsteyenin topluca isteyenin tek tek maddeleri indirebildiği bu sitede dileyenler maddeleri indirmeden de istifade edebiliyor. Bu açıdan islamansiklopedisi.org.tr, kültürüne meraklı her Türk’ün “sık kullanılanları” arasında yer alması gereken bir internet sitesi.

Türk Ansiklopedisi ise adeta unutulmaya yüz tuttu. Satın alınması birçokları açısından imkânsız olan (1000 lira) bu ansiklopedi internet ortamında da tam anlamıyla bulunamıyor. Eğer canınızdan bezmek istiyorsanız, bazı ciltlere veyahut maddelere ulaşabiliyorsunuz. Bu cümlede dikkati çekecek husus “canınızdan bezmek istiyorsanız” bölümü tabii ki.

Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1943’te yayımına başlanan Türk Ansiklopedisi uzun, upuzun seneler sonunda bitirildi. Toplam 33 ciltten oluşuyor.

Bugün bu kıymetli eserin internet ortamına aktarılması gerekiyor. Hem de sadece tarayıp paylaşılması değil, İslam Ansiklopedisi’nde yapıldığı gibi, tek tek maddeler hâlinde de istifadeye sunulması lâzım. Bu, “Milli” Eğitim’in üzerine düşen bir görevdir. Milli kültürümüzün gelişmesi için şarttır.

Bu vesileyle Türk Ansiklopedisi’nden bir maddeyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Tarihimizin büyük kahramanlarından olan Kür Şad maddesini dikkatlerinize sunacağım.

Uzun tarihimiz boyunca Kür Şad maddesini kaleme almayı, Kür Şad’dan sonra, en fazla hak eden isim olan Nihâl Atsız tarafından yazılan madde, kısa fakat oldukça açık bir üslupla kağıda geçirilmiş.

Türk Ansiklopedisi’nin 22. cildinin 424. sayfasında ve ayrıca Osman F. Sertkaya’nın “Nihâl Atsız” isimli eserinde bulabileceğiniz Kür Şad maddesini hemen aşağıda okuyabilirsiniz.

(Ayrıca Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi 2018’in sonlarında dijital erişime açılacak diye haberler çıkmıştı. Diğerleri kadar geniş kapsamlı olmasa da, kültürümüz ve İstanbul için çok önemli olan bu eserin de internet ortamına aktarılmasını merakla bekliyorum.)

KÜR ŞAD, Gök Türk prensi ve Doğu Gök Türk Kağanlığı’nı Çin tutsaklığından kurtarmak için, delice denecek bir kahramanlıkla yapılan ihtilâlin kahramanı.

619 – 621 yıllarında Doğu Gök Türkleri Kağanı olan Çuluk Kağan’ın küçük oğludur. Çuluk Kağan’ın küçük kardeşi olup kendisinden sonra Kara Kağan unvanıyla Doğu Gök Türk kağanlığına çıkan hükümdarın küçük oğlu olduğu şeklinde de bir kayıt varsa da tarihî gidiş birinci söylentinin kuvvetli olduğunu gösteriyor.

Çin yazısıyla “Kiüe – şe” şeklinde yazılan “Kür Şad”, bilindiği gibi resmî unvanıdır ve prensler arasında üstün bir yeri olduğunu gösterir. Asıl adı sinologlar tarafından “So” veya “Şoay” şeklinde okunuyor. Bunun Türkçe “Şu” olması muhtemeldir. Dîvânü Lugâti’t-Türk’te, İskender’le çağdaş, “Şu” adında bir Türk hakanından bahsolunması Türkler’de böyle bir kişi adı olacağını gösteriyor.

630 yılında Kara Kağan, tab’asından 100.000 kadar Türk’le tutsak edilip Çin’e getirilince ve Türkeli’nin hâkimiyeti Gök Türkler’in Batı ulusları olan Sırtarduşlar’a geçince birçok Türk büyüklerine, askerî kabiliyetleri dolayısıyla Çin’de görevler verilmiş, Kür Şad da Çin hassa subaylarından olmuştu. Hassa subaylığına hangi yılda getirildiği bilinmiyor. 630 vukuatında ve daha önceki olaylarda adı geçmediğine göre pek genç olduğu ve hassa subaylığına 630’dan epey sonra getirildiği anlaşılıyor.

Tutsaklık ve Kara Kağan’ın kederden ölmesi, iki Türk büyüğünün intiharı, izzetinefislerine düşkün olan Gök Türkler’de bir şeyler yapmak düşüncesini doğurduğundan Kür Şad 639’da bir darbe hareketine girişmeye karar verdi: Her gece kılık değiştirerek, yanına muhafız almadan şehri gezmeye çıktığından haberdar olduğu Çin imparatorunu bir gece tutuklamak, gerekirse öldürmek ve Gök Türk prenslerinden Urku (Ho – loko) yu kaçırarak Gök Türk kağanı yapmak.

Kür Şad’ın bu düşüncesi uygulanabildiği taktirde Gök Türk türesine tıpatıp uygun olacaktı. Çünkü babası Çuluk Kağan’dan sonra kağanlığa geçmesi gereken Tulu Han’ı (ki Kür Şad’ın ağabeyi idi) Kurultay cılız diye bu makama getirmemiş, onun yerine amcaları Kara Kağan’ı geçirmişti.

639’da artık Kara Kağan da, Tulu Han da ölmüş olduğu için kağanlığın usulen Tulu Han’ın oğlu Urku’ya ait olması gerekirdi.

Kür Şad ihtilâli gerçekleştirmek için 40 Türk’le anlaşmıştı. Fakat darbeyi yapacakları gece fırtına çıkıp ortalık karardığından imparator sokağa çıkmadı. İhtilâli geciktirirlerse duyulacağından çekinen Kür Şad o gece imparatorun sarayına saldırmak gibi eşi görülmedik bir yiğitlik yaptı. Bu, yiğitliğin de ilerisinde bir delilik, hattâ çılgınlıktı. Keskin nişancı olan Kür Şad’ın okları saray muhafızlarından birçoğunu yere serdiyse de kalabalık karşısında başarı kazanamayarak imparatorun ahırına saldırıp seyisleri öldürdüler. Atları alıp kuzeye doğru çekildiler. Fakat Vey ırmağını geçemiyerek öldürüldüler.

Kür Şad’ın bu kahramanca davranışı başarısızlıkla bittiyse de Çinliler’i fena halde korkuttuğundan Türkler’i Çin’de alıkoyarak Çinleştirmek sevdasından vazgeçip onları unvanlar verdikleri bir Gök Türk prensinin idaresinde eski yurtlarına gönderdiler. Gök Türkeli, Sırtarduşlar’ın elinde olduğundan bu prens ülkenin güneyinde, Çin sınırına yakın bir yerde yurt tuttu.

Kür Şad, tarihin nâdir yetiştirdiği insanlardan biridir. Hem milletini kurtarmak, hem de türeyi sayarak, kağan olmak hakkı da varken, bunu yeğenine vermeyi düşünmek gibi büyüklüklerle şeref kazanmıştır.

Destânî davranışı ile Çin’e dehşet salarak Türkler’in Çin’den kurtulmasını sağlamasaydı onlar zamanla Çinlileşip kaybolacak, Türkeli’nde hâkimiyet kuran Sırtarduşlar, Gök Türkler gibi kuvvetli ve devlet geleneğine sahip olmadıkları için Türk İmparatorluğunu yaşatamayacaklar, Türk ırkı daha sonraki tarihinde ulaştığı büyüklüğe kavuşmak imkânını kaybedecekti.

Bundan dolayı Kür Şad, adı tek olaya karışan şahıs olmakla beraber bu olayın şümul ve sonuçları bakımından Türk tarihinde çok büyük rol oynamış en büyük şahsiyetlerden biridir.


22 Mart 2021 Pazartesi

GASPIRALI'NIN M. EMİN YURDAKUL'A MEKTUBU

Gaspıralı İsmail Bey'in bir portresi

20. yy'a bir kala, 1899 yılının başlarında, Mehmed Emin Bey (sonraları Yurdakul soyadını alacak) bir şiir kitabı bastırdı. Kitabın ismi "Türkçe Şiirler" idi ve hepsi hece vezninde yazılmış 9 şiirden ibaretti. 

Bugünden bakıldığında normal görünse de, "o gün" hiç de normal değildi. Kıyamet koptu. Edebiyat alemimiz derhal ikiye bölündü. Bir kısmı milli veznimizin aruz olduğunu iddia ederek M. Emin Bey'e taarruz ettiler. Bir kısmı ise bunu yerinde bir iş olarak gördüler. 

İmparatorluk'ta - daha doğrusu başkent İstanbul'da - bu tartışmalar sürerken, neredeyse hiç kimse M.Emin Bey'in yeni bir çığır açtığının farkında değildi. Fakat Kırım'da oturan uzak bakışlı bir Türk bu kitabın kıymetini çok iyi anlamıştı. 

Kırım'da oturan bu Türk, meşhur Gaspıralı İsmail Bey'di. "Dilde, fikirde, işte birlik" diyen üstad, aşağıda okuyacağınız mektubuyla genç şaire müthiş bir moral veriyordu.

Sonrasında Mehmed Emin Bey bu kitabı geliştirdi ve tam teşekküllü bir şiir kitabı hâline getirdi: Türk Sazı. Türk Sazı ve onun ruhu olan Türkçe Şiirler, hece vezninin millî ölçü olduğunu kabul ettiren ilk eserlerdendir. 

Yükselmenin ve ilerlemenin yolu, yapılan iyi işleri takdir etmekten geçer. Gaspıralı aşağıdaki mektubuyla bizlere bunun da dersini vermiştir. 

(İlgili mektubu Yusuf Akçura'nın "Türkçülüğün Tarihi" eserinden iktibas ediyorum.) 


"Sevimli karındaş

Şiirleriniz lisanından başka, fikirleri de İstanbul'un "mehtap"tan "kara saçlı mai gözden" ibaret şiirlerinin tamamından üstündür. Cübbeleri kıyamet olan efendilerin bastonları, ceketleri alâmet olan şık beylerin usulüne muhalif, sade ve "kaba" Türkçe kalem çekmek büyük cesarettir, edebî eserler arasına böyle meslekli bir eser aralaştırmak, Türk âlemine büyük bir hizmettir ki yürekten tebrik ederim.

Türk âlemine, dediğim mübalağa zannolunmasın: mübalağayı ne severim, ne ederim; doğrusudur, çünkü şiirlerinizi Edirne, Bursa, Ankara, Konya, Erzurum Türkleri anlayıp lezzetlenip okuyacakları gibi, Tiflis, Tebriz, Şirvan, Horasan, Türkistan, Kâşgar, Deşt-i Kıpçak, Sibirya, Kazan ve Kırım Türkleri de okuyacaklardır ki bu şerefe Nef'î ve Nâbî nail olamadılar. Kırk elli milyonluk ve otuz asırlık bu âleme ilk kez bir kaşık oğul balını yediren siz oldunuz ki size şeref, bize saadettir! Tekrar tebrik ediyorum.

İstanbul edebiyatının mesleksiz devamından ve dudu kuşu lisanından usanmış, kararmıştım; şiirleriniz pek büyük teselli oldu; bunun için de Allah sizden razı olsun!"

Bahçesaray, Mart 1889 

16 Mart 2021 Salı

MİSAK-I MİLLÎ (TAM METİN)



1920’nin başında “Türk’ün ateşle imtihanı” tam gaz sürüyordu. Fakat kurtuluş umutları da bir süredir yeşermişti. Anadolu’nun farklı noktalarında başlayan direniş hareketleri kendilerine doğal lider olarak Mustafa Kemal Paşa’yı seçmişlerdi. Kemal Paşa, Türklüğü ateş çemberinden çekip alacaktı. İnanç ve iman bu noktadaydı.

Fakat bir yol haritasına ihtiyaç vardı. Genç Anadolu’nun bu civanmertliği, bu denli cengâverliği yaşlı İstanbul’da da kıpırdanmalara neden oluyordu.

İstanbul fiili olarak işgal altındaydı. İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar rövanşist duygularla Payitaht’ı zaptetmişlerdi. Fakat resmi bir işgal söz konusu olmadığından kamu kurumlarının çoğu açıktı. Tabii en önemli kurum olan Meclis-i Mebusan da açık olanların içindeydi.

Anadolu’nun dayatması, Mustafa Kemal Paşa’nın dirayeti, İstanbul’da mukim milliyetçilerin hamiyyeti ve mebusların cesaretiyle Türk’ün yol haritası ilan olundu. Bu ‘haritanın” adı “Misak-ı Millî” idi. Yani, “Milli Yemin”…

Meclis-i Mebusan 28 Ocak 1920’de Erzurum mebusu ve meclis reisi Celâdeddin Ârif Bey başkanlığında 121 mevcutla toplandı. Karar, müttefikan kabul olundu. Yani, oybirliğiyle alındı.

Türk tarihine “Misak-ı Millî” namıyla geçen 6 maddelik metni dikkatlerinize sunuyorum. 

(Misak-ı Millî’nin orijinal nüshası uzun zaman kayıptı. 2014 senesinde gazeteci Murat Bardakçı ATASE’de buldu ve Habertürk gazetesinde yayınladı. Aşağıdaki metin, söz edilen gazeteden iktibas edilmiştir.)

Misak-ı Millî'nin ilk sayfası


“Birinci Madde: Osmanlı Devleti’nin özellikle Arap çoğunluğun yaşadığı ve 30 Ekim 1918 tarihli mütarekenin kabulünde düşman orduları işgali altında kalan kısımlarının geleceğinin, halkının serbestçe beyân edecekleri oylara uygun olarak tayin edilmesi gerekir. Sözü edilen mütareke hattının içinde ve dışında din, ırk ve ülkü birliği bakımlarından birbirlerine bağlı olan, karşılıklı saygı ve fedakârlık duyguları besleyen, ırk ve toplum ilişkileri ile çevrelerinin şartlarına saygı gösteren Osmanlı-İslam çoğunluğunun yerleşmiş bulunduğu kesimlerin tamamı, ister bir eylem ve ister bir hükümle olsun birbirlerinden ayrılamayacak bir bütündür.

İkinci Madde: Halkı özgürlüğe kavuşunca oylarıyla anavatana katılmış olan üç sancak (Kars, Ardahan ve Batum) için gerektiğinde yeniden halkın serbest oylarına müracaatı kabul ederiz.

Üçüncü Madde: Batı Trakya’nın Türkiye ile yapılacak barışa kadar ertelenen hukukî durumunun belirlenmesi işi de, halkının özgürce beyân edeceği oylara uygun şekilde yerine getirilmelidir.

Dördüncü Madde: İslam hilâfeti ile saltanatın merkezi ve Osmanlı hükümetinin başkenti olan İstanbul şehri ile Marmara Denizi’nin güvenliği her türlü saldırıya karşı dokunulmaz olmalıdır. Bu esas mahfuz kalmak şartıyla Akdeniz ve Karadeniz Boğazları’nın dünya ticaretine ve ulaşımına açılması konusunda, bizimle birlikte diğer bütün ilgili devletlerin müteffiken verecekleri karar geçerlidir.

Beşinci Madde: İtilâf Devletleri ile düşmanları ve bazı ortakları arasında yapılan antlaşmaların esasları çerçevesinde, azınlıkların hakları komşu memleketlerdeki Müslüman ahalinin de aynı haklardan istifade etmeleri ümidi içerisinde tarafımızca benimsenip güvence altına alınacaktır.

Altıncı Madde: Millî ve iktisadî gelişmemizin imkânlarını elde etmek ve işlerin daha çağdaş ve muntazam bir yönetim ile yürütmesini başarabilmek için, her devlet gibi bizim de gelişmemizin şartlarının sağlanmasında tam bir özgürlüğe ve bağımsızlığa kavuşmamız, varlığımızın ve geleceğimizin ana ilkesidir. Bu sebeple siyasî, adlî, malî ve benzeri alanlarda gelişmemizi önleyici sınırlamalara (kapitülasyonlara) karşıyız. Belirlenecek borçlarımızın ödeme şartları da bu ilkelerle çelişmeyecektir.”



Misak-ı Millî’nin umumî efkâra duyurulması kıyameti kopardı, Müttefik Kuvvetler fiili olarak elde tuttukları Payitaht’ı derhal işgal ettiler.(16 Mart 1920) Tabii ilk işleri Meclis-i Mebusan’ı basarak dağıtmak ve yakalayabildikleri mebusları Malta’ya sürmek oldu.

Türk milliyetçilerinin buna tepkisi gecikmedi. 23 Nisan’da Ankara’da meclisi yeniden açtılar. Büyük Millet Meclisi adıyla… Sonrasını bir kısım “maalesef Türk” hatırlamak istemese de Müttefik Kuvvetler ve çılgın Türkler asla unutmadılar.

Misak-ı Millî ilan edileli 101 sene oldu. Bu varoluş belgesini imzalayan, savunan ve uğruna kanını akıtmaktan vazgeçmeyenlerin hiçbirisi bugün yaşamıyor. Bu vesileyle, bugün aramızda bulunmayan, Türk’ün esas kahramanlarını saygı ve rahmetle anıyorum.

10 Mart 2021 Çarşamba

TÜRK GENÇLİĞİNİN MİLLİYETÇİLİĞE BAKIŞI

Mustafa Kemal Atatürk'ün renklendirilmiş bir fotoğrafı

Türkler milliyetçi bir budundur. Tarih boyunca geniş coğrafyalara, nüfusları kendilerinden kat be kat fazla sayıda milletlere hükmetmişlerdir. Kimi zaman devletsiz kalmış, azınlık durumuna düşmüşlerdir. Fakat her iki halde de kültüre ve kana bağlılıkları sürmüştür.

Türklerin batıya göç eden kolunun en son yönetim biçimi cumhuriyettir. 29 Ekim 1923’ten beri Anadolu Türkleri cumhuriyetle yönetilir. 1946 yılından itibaren ise “Türk tipi” olmak kaydıyla bir de demokrasi serüvenleri vardır ve halen sürer.

Demokrasi tecrübemiz ortalama 10 yılda bir darbelerle sınansa da, iyi kötü ayaktadır. Bu da tam kapalı rejimlerden daha fazla milleti tanımaya ve incelemeye imkan sağlamaktadır.

Demokrasinin bir “nimeti” olarak ülkemiz 2002’den beri siyasal İslamcılar tarafından yönetilmektedir. Her biri “büyüyünce peygamber olmak” histerisiyle yetişen bu “fikrin” tohumlarının kökü sağlam değildir. Bu topraklar hiç değildir!

Alternatifi olarak pazarlanan Çin tipi sosyalizm, İngiliz usulü monarşik demokrasi veya Amerikan tarzı liberalizm de, isimleri üzerlerinde, “buralı” değildir.

Milletler; anlaşılması basit, oluşumu zor organizmalardır. Bir milletin mensubu; o milletin dilini konuşur, o millete aidiyet hisseder, o milletin kültür havzasından beslenir.

Mevzubahis millet Türkler olursa burada devlet önemli bir mefhumdur. Devleti işletecek hükümettir. Hükümet 20 senedir İslamcı olduğundan millet devletinden layıkı veçhile beslenememektedir.

Sayılan alternatiflere yönelenler olsa da çoğunluk çok geçmeden onlardan da yüz çevirmektedir.

Millet, yönetimde kendisinden olan bir şeyler arayışındadır.

Yine son yıllara dönecek olursak; milleti rahatsız eden bir diğer husus da Suriyelilerdir. “Muhacir” oldukları söylenen ve 4 milyona yakın bir sayıya ulaşan Suriyeliler millete intibak edemediler.

Daha önce gelmiş göçlere bakıldığında; Osmanoğulları devrinde Kafkas göçü, cumhuriyet devrinde ise Bulgaristan Türklerinin göçü hatırlatılmaktadır. Her iki göç sonrası gelenler millete ayak uydurmuş ve devlete fayda sağlamıştır.

Osmanoğulları Kafkas göçünü kabul ettikleri vakit İslamcı siyaset güdüyorlardı. Millette İslamcılığa teşne idi. Kafkaslardan gelenler de Müslümandı. Müslümanca siyaset, göç edenlerin ev sahiplerine ayak uydurmasını sağladı. Süreç az sıkıntıyla atlatıldı.

Bulgaristan Türklerinin göçü cumhuriyet devrine rastladı. Cumhuriyet milliyetçiydi. Türk milleti de “kanındaki cevher-i aslinin” farkına varmıştı. Gelenler Türk’tü. Gelenler ve oturanlar iyi anlaştılar. Süreç çok az sıkıntıyla atlatıldı.

Suriyeliler; devlete siyasal İslamın çöreklendiği devre “denk geldi”. Cumhuriyet; kuruluşu itibariyle milliyetçi fakat bugün sentezcidir. Türkler, milliyetçidir. Aralarında Arap olmayla kafayı üşütmüş kimi kepazeler de bulunur. Suriyelilerin çoğunluğu Araptır. Bir kısım Türkmen bizim topluma intibak ederken, çoğunluk Arap toplumumuzun dışında kalmıştır.

Gereksiz olan, kafa karışıklığı doğurdu. Öncesinde yapılan “Kürt açılımı”, şimdi “Arap bakıcılığı” Türk’e Türk olduğunu hatırlattı.

Millet, sokakta kendinden olan bir şeyler görme arayışındadır.

Tabii bu durumu en derinden hisseden Türk gençleri oldu. Çünkü gençler milletin kalbidir. Toplumun en hızlı işleyen damarıdır. Geleceğidir. Bu yüzden sorumluluğu da ağırdır. Meselelere en sert tepkiyi gençler verir.

Türk milleti yaş ortalaması genç bir millettir. Toplum kategorilere bölündüğünde, en kalabalık kesimi gençler oluşturur.

Türk gençleri; devlette veya sokakta kendinden bir parça bulamıyor. Bu da onları arayışa itiyor. Bu arayış; bireyin milletini keşif yolculuğudur. Çoğu genç bu yolculuk sonrası kendinden övünçle “Türk” olarak bahsetmektedir. Bir kısmı daha ileri giderek “Türkçü” olduğunu iddia ediyor.

Bu durum memnuniyet vericidir. Devlet ve sokak, yaşlılar ve ekabir, diğer milletler ve devletler ne tarafta olursa olsun, gençler Türk milletinin tarafındadır.

Kendi imkanlarıyla çıktıkları bu yolculuk sonrası, gençleri milliyetçi yapabilmek, Türk milliyetçilerinin birincil hedefi olmalıdır. Milliyetçilik tek başına yapılmaz. Milletle yapılır.

Nasıl yapılacağı sorusunun cevabı “sistemli Türk milliyetçiliği” kelimelerinde saklıdır. Gökalp ve Atsız bu kulvarın önde gidenleridir.

Takip etmek kadar, takip ettirmekte mühimdir. Türk olduğunu keşfeden Türkler! Yalnız değilsiniz! Biz buradayız ve sizi bekliyoruz.

Hep beraber, daha iyi yarınlar için…

Ne mutlu Türk’üm diyene!

4 Mart 2021 Perşembe

SA'Y

 

Bugünkü unutulmuş kelimemiz: sa'y. Ömer Seyfettin merhum çok kullanırdı. Onun sayesinde kendisini "idealist" sayanlar da uzun zaman kullandılar. Sonra unutuldu. 

Peki ne demektir sa'y? Esas müracaat kaynağımız Kâmûs-ı Türkî şöyle açıklıyor:

"sa'y: ism-i müzekker, Arabî. çalışma, çabalama, emek, cehd: bu işin husûlüne sa'y etti. 2. geçinmek için iş işleme, iş: mahsûl-i sa'y ile geçiniyor. 3. koşma, yürüme. bu mana ile yalnız menâsik-i hacdan olarak Safa ile Merve arasındaki koşma hakkında müsta'meldir. 
"sa'y-i hazîne" tabîrinin aslı "sa'y-i berây-ı nef'-i hazîne" demek evlâdır."

Muhtemelen emek vermekten ziyade konuşup yorumlamaya teşne bir hâl aldığımız için unuttuk sa'y kelimesini... İhtiyacımız kalmadı da ondan unuttuk!

Daha az yorumlayıp, daha çok sa'y edeceğimiz günlerin uzak olmamasını dilerim...