31 Temmuz 2022 Pazar

GANİ BEY'İN İTLÂFINA TÂRİH (ALİ EMİRİ EFENDİ)


Tam bir eski zaman adamı olan Ali Emiri Efendi'nin hayatıyla ilgili şu yazıyı okurken aklıma, divanında da yer verdiği, bir kaside geldi. Bu aslında eskilerin tarih düşürme dedikleri sanatın bir örneğiydi.

"Yâverân-ı şehriyâriden Toptanzâde Haydar Gani Bey'in itlâfına târih" başlıklı kasidede bahsi geçen Esad Paşa'nın kardeşi Gani Bey'le ilgili bir şeyler yazıp sonra da şiiri paylaşmayı düşündüm. 

Fakat bununla ilgili de iyi bir yazının zaten yazılmış olduğunu keşfettim. Bu yüzden "Kabadayılık Vakası Politik Gerilime Dönüştü: Tiranlı Gani Bey" başlıklı yazının linkini paylaşmakla ve Haydar Gani Bey'le ilgili özet bilgi vermekle yetinecek, ardından Emiri Efendi'nin düşürdüğü tarihi dikkatinize sunacağım. 

Nüfuzlu bir Arnâvud ailesi olan Toptanilerin, iyi silah kullanan ve askerlikle kabadayılığa aynı anda alâka duyan bir üyesi olan Haydar Gani Bey; Abdülhamid'in isyan etme potansiyeli barındıran kişileri başkentte görev vererek alıkoyma siyasetince ömrünün mühim kısmını İstanbul'da geçirdi. Önceleri Arnavutluk mıntıkasında eşkıya iken, sonraları padişahın yaverleri sırasında yer aldı. 

Kabadayılığa olduğu kadar hovardalığa da düşkün olan ve "otuz üçlük tespih taşır" gibi taşıdığı silahını olur olmadık yerde çıkarıp kullanan Gani Bey, el koyduğu paraları fakirlere dağıtmasını da bilirdi. Bu yüzden geniş bir kesim tarafından sevilen, yine geniş bir kitle tarafından da korkulan birisiydi. 

Eski takvimle 1316 yılında (Miladi 1899-1900'e tekabül eder) su testisi su yolunda kırıldı ve Gani Bey bir suikasta kurban gitti. Ali Emiri Efendi'nin düşürdüğü tarih, işte bu vakayı anlatır. 

Emiri Efendi'nin Haydar Gani Bey'le ne gibi bir münasebeti vardı? Rumeli topraklarında da çeşitli görevler yapan Emiri Efendi, görev esnasında Gani Bey'le tanışmış olabilir. Belki de İstanbul'da, ikisinin de sevdiği, Sultan Abdülhamid'in idaresinde kaynaşmışlardır. Veyahut Gani Bey'in yardımcı olduğu kişilerden birisi de Ali Emiri Efendi'dir. Bir ihtimal ise hiç tanışmamış olmalarıdır. Çünkü şairler bazen hiç tanımadıkları insanlara da şiirler yazarlar.

Burası bize kapalı olmakla beraber, Mustafa Uğurlu Arslan'ın Ali Emirî Efendi ve Divanı başlıklı yüksek lisans tezinde yer verilen (s. 239-41) bu şiiri ayrıntıseverlerin dikkatine sunmak istedim. 


"Yâverân-ı şehriyâriden Toptanzâde Haydar Gani Bey'in itlâfına târih

(Fe'ilatün Fe'ilatün Fe'ilatün Fe'ilün)

Yâverânından idi pâdişâh-ı zîşânın
(Vah Haydar Gani Bey) eyledi 'azm-i ukbâ

Ana (Haydar Gani) târih-i velâdet olmuş 
Vâlidi etmiş idi ismini târîh-i imlâ

Lutfuna mazhar idi hazret-i şâhen-şâhın
Rütbesin dem-be-dem eylerdi sadâkat 'lâ

Kaymakâm olmuş idi silk-i nizâmiyede hem
Devlete çok daha hizmet edecekdi îfâ

Arnâvud kavm-i necîbinden idi saff-der idi 
Hayli gürbüzdü dilâverdi şecâ'at-pîrâ

Vak'a-i zâilede gayret-i şîrâne ile
Etdi Yunanlıların kalbine dehşet ilkâ

Rumeli beylerinin eşheri Toptanzâde
Nesl-i pâkinden idi ol güher-i bî-hemtâ

Ced-be-ced silsîle-i nesli ekâbirden idi
Cedd-i pâkiydi Süleyman Paşa Kaplan Paşa

Nâgihân vurdu şehîd etdi anı bir nâkise
Vaz'-ı dostanede olmuşdu o hâin peydâ

Etdiler böyle mihnetlik ile ânı şehîd
Yoksa mümkün mü mukâbil gelebilsin a'dâ

Genç iken oldu kazâ kurşûnunun kurbânı
Kimseye bâkî değil âh şu fânî dünyâ

Ola lutf-u Hak ile sabr-ı cemîle mazhar
Ah vâlâ-güher-i ekber Es'ad Paşa

Geldi bir hâtif-i gabî dedi gevher-târîh
Kıldı Haydar Gani Bey dar-ı cinân-ı me'vâ

(1316)"

20 Temmuz 2022 Çarşamba

EYVALLAH (EMİNE IŞINSU)

Emine Işınsu - Eyvallah

Emine Işınsu Hanım vefat ettiğinde bu yazıyı paylaşmak istemiştim fakat onun yerine günün önemine daha çok uyan Tarık Buğra'nın yazısını tercih etmiştim. Geçenlerde arşivi karıştırırken bir yerlere kaydettiğim bu yazıyı buldum ve paylaşmaya karar verdim. İnternet araması yapana kadar daha evvel paylaşılmadığını sanıyordum. Meğer birkaç site benden evvel davranmışlar, iyi de yapmışlar. Fakat bu vaziyet benim de bu yazıyı paylaşmama engel teşkil etmiyor. 


12 Eylül (1980) İhtilali'nin ardından yurtdışına çıkmak durumunda kalan Işınsu, bu yazısıyla Töre'ye veda ediyordu. Belki de, yalnızca on yıldan beri çıkardığı Töre'ye değil, çok daha fazla şeye veda ediyordu. Neyse ki aradan geçen yıllarda ülkesine dönebildi. Yeni kitaplarla Türk edebiyatına ciddi katkılarda bulundu. Fakat yine de zamanında "Eyvallah" demenin rahatlığını ve huzurunu hep taşıdı, zannediyorum. 


Emine Işınsu'yu bir kez daha rahmetle anarken, Töre Dergisi'nin Haziran 1981 tarihli 121. sayısının 3-6 sayfaları arasında yayımlanan "Eyvallah" yazısını dikkatinize sunuyorum.  



“Şen Olasın Halep Şehri”


Geçen ay Hüseyin Mümtaz, “Acaba Yazmalı mı Yahut Donkişotluk”  başlıklı yazısını masamın üzerine bırakıp, gitmiş. Okudum… Hani gülmekle ağlamak arası bir hâl vardır: İnsan güleyim der beceremez, ağlayım der gözyaşları sanki bir yumru olup boğazı ile göğsü arasında bir yerlere sıkışmıştır... Ağlayamaz. Ağzına bir acılık yayılır ve ta içinde ıslak bir hüzün duyar. İşte öyle bir hâl. Sağnak ertesi fakat güneşten de hiç haber yok! Yazının sonuna Töre’nin notunu ilâve ettim, o an kararlıydım on yıllık bir hikâyeyi anlatmaya ve Töre Ailesi’ne katılalı henüz üç yıl bile dolmadığı hâlde, dergiyi böylesine benimsemiş olduğu için Hüseyin Mümtaz’a, minnetlerimi sunmaya. Eh bunca yıl övgünün de, yerginin de her türlüsünü dinledik; hatâlarımızı bağışlayanlar, hiç suçumuz günahımız olmadığı hâlde bize fena hâlde kırılanlar, küsüp darılanlar oldu. Fakat on yıl içinde yazarlarımız arasında hiç kimse Töre’yi Hüseyin Mümtaz kadar benimseyip, mühimseyip, öz çocuğu ile hemayar tutmadı. Bu yüzden o hırpalayış benim ve sanırım bütün okuyucularımın nazarında pek değerlidir. Kişi gerçekleri görebildiği ve açıkça itiraf ettiği nisbette hatâlardan uzaklaşabilir. Bunu bilmez değilim, “nefs muhasebesi”ne büyük hürmetim var. Fakat tabii, keşke diyorum... Hüseyin Mümtaz’a o makaleyi yazdıracak kadar, takatten düşmeseydi Töre. Gönül istiyor bunu. Hangi “bizden gönül” istemez ki… Ben ona; "Kardeşim matbaa" diyorum, falanca masraflardan yakınıyor ve sorular hep Ekrem Tektaş’a yöneliyor! Neden?.. Nedeni var mı, Ekrem, Töre’nin isimsiz sahiplerinden, benimseyişi paylaşıyoruz onunla, bundan ötürü o, herhangi biri gibi çıkıp şu kusur var, bu kusur var diye içini boşaltıp, küsüp gitmiyor. Istırap çekiyor. Çileye omuz veriyor…


Evet, on yıllık çile. Anlatmaya niyetli idim, şimdi ise ne lüzumu var, diyorum.. Tekrar tekrar yaşamaya ve yaşatmaya. 1969’un Ocak ayında "Ayşe" ismiyle yayına başlıyan dergi, 1971 Haziranında “Töre” olurken, belki tarafsız bir gözle acınacak, gülünecek fakat hakikaten saf, pırıl pırıl bir heyecan içindeydik. Ayşe’nin hesapları kapanmış, elimizde beş kuruşumuz yok. İşe, iki bin lira borç alarak başlıyoruz. İstanbul’da, ilerde Töre Ailesi’nin çekirdeğini teşkil edecek olan kıymetli yazar arkadaşlarla yaptığımız toplantıda biri çıkıp, kaç paranız var, diye soracak diye ödüm patlıyor. İki bin lira elbet, o zaman için dahi komik, küçümsenecek bir meblağ. Bunu itiraf ettiğim takdirde, vazgeçebilirler endişesindeyim. Kimse sormuyor. Bilâkis büyük bir heyecan ve sevgi ile hizmet sunmayı vadediyorlar.


O zamanlar haftalık yayınlanan ve günlük politikayı aksettiren Devlet Gazetesi’nden başka dergimiz yok. Fikir ve sanat alanında boşluğu dolduracak, Türk milliyetçiliğine hizmet edecek ve genç beyinlere yol gösterecek bir mecmuanın ihtiyacı içindeyiz. Bu meselede, herkes hemfikir.


O halde TÖRE!.. El birliği, gönül ve fikir birliği ile yola çıkıyoruz. Dündar Taşer Bey, ilk sayının “Sunuş” yazısını yazıyor ve şöyle söylüyor: “Düşünce eşkiyalığından şikâyet edenler, fikir jandarmalığını niçin omuzlamazlar? (…) Artık ayılmak zorundayız, yıkıcı neşriyatın bir kaç senede eriştiği hedef ortadadır. Cinayetler, tahripler, baskınlar hep bu yazıların sonucudur. Yine de her şey geçmiş değildir. Tehlikeler savulmamıştır. Millet ve ülke birliğini aziz tutan insanların varlığımız ve bütünlüğümüzü kurtarmak, korumak ve yüceltmek için ilim, fikir ve emeklerini gençliğe sunup, onun asil ruhunu millî ateşle tutuşturmak çabalarını birleştirecekleri güne kadar da, tehlike devam edecektir.”


Rahmetli Dündar Taşer Bey, bir falcı değildi fakat ileriyi çok iyi görebilen bir insan olarak, 1971 yılının Haziran ayındaki makalesinde, memleket gerçeklerine ışık tutarken, endişelerimizi aksettiriyor, millet ve ülke birliğini aziz tutan kişilere sesleniyordu.


Bizler ise o saf, o pırıl pırıl heyecanla işe başladık ve yürüdük. Bütün duygularımız seferber olmuştu, koşacağımızı hattâ uçacağımızı ümit ediyorduk. Dedim ya, saflık işte. Yürürken topallamaya, tökezlemeye başladığımız zaman, ancak öğrendik ki, “hizmet aşkı” kaliteli bir dergi çıkarmak ve yürütmek için yeterli değilmiş. Hiç değilmiş.


Meğer önce, dayanacak bir sermaye bulmak gerekiyormuş. Şöyle büyük bir gazete yahut para babalarından birinin desteği. Ve ne acıdır ki, Türkiye’de -en azından- Türk’ü küçümsemek lazımmış, Hani “kızıl” olmasanız bile, “pembe” tonların türküsünü tutturmak, pembe tonlarla fikir ve sanat yapmak gerekiyormuş. İşte Hüseyin Mümtaz’ın gösterdiği o naylon kaplı, kuşe kapaklı dergiler.. Hangisi Türk’ün yanındadır ve hangisi büyük sermayeye dayamamıştır sırtını? Türk’ü değerli bilip, binlerce yıllık değerlerine sahip çıkmamak, milleti ve ona ait ne kadar kıymet varsa, örtüp saklamak… Bölüp parçalamak gerekiyormuş, insan haklarından, hürriyetlerinden bahsedip, Afrika ormanlarının sık dalları arasında dolaşmak ama komşumuz Bulgaristan’da, Yunanistan’daki meselâ, esir Türkler’den hiç bahsetmemek lazımmış.


Muş, miş, mış. Üslûp masal üslûbu olsa da, şu yazdıklarım maalesef Türkiye’nin gerçekleridir. Çok söylendi, çok yazıldı. Tekrarlamak abes. M. Çınarlı, Hisar’ı kapatırken; elin topuna, uçağına karşı, piyade tüfeği ile karşı çıkılamayacağını, söylemişti.


Doğru.. Ve dayanmaya kalkarsanız, sonucu görüyorsunuz. H. Mümtaz’ın sıraladığı ve sıralayamadığı bir sürü kusur. Şu satırları Haziran sayısı için yazıyorum, Mayıs sayısı dizilmiş hâlde matbaada kâğıt bekler. SEKA’ya çoktan yatırdık paramızı, daha Ankara’ya ulaşmadı. 3. hamur, 54 gram!


Piyasada aynı kâğıdı iki misli fiata bulmak mümkün, mümkün.. ama!


Topallamak, tökezlemek derken., yukarda saydıklarım mı tek engel?Hayır…


Bizim ne şahâne tembellerimiz vardır; semaverlerde çay, paketlerde sigara tükenir ama, sohbetleri bitip tükenmez. Onlar, yazı yazmazlar… Lâf ebeleridir, lâfla peynir gemisinin bile yürüyemiyeceğini bilmezler. Mi?.. Bilirler de, işte şu şahane tembellik! Sonra bir iki milliyetçi kuruluşun tertip ettiği seminerlerde görünen belirli simalar vardır, onlar hep vardır, münazaralarda hâzır ve nâzırdırlar, size ve cümleye vatanın nasıl çöktüğünü ve nasıl kurtulacağını pek iyi öğretirler. Ama yazı yazamayacak kadar meşguldürler. Öyle, ürkek demiyelim.. meşgul olanlarımız vardır. Pek nazlı, çabuk kırılan, yahut sırf, meselâ ben çok sigara içiyorum diye Töre’yi karalayanlar yahut ben kadın haklarını savunuyorum diye, dergiyi batıranlar, duyguyu fazla bulanlar yahut duygusuzlukla suçlayanlar, söz verip de, sözlerini tutmayanlar vardır.


İç kemirgenler de vardır; dedikodu makinaları. Sol veya sağ yobazın ithamlarını sıraladığını hiç fark etmeden, daha kendi kafasında bile tam belirmemiş hakikatler uğruna, sizi yıpratmaya çalışır.


Sonra, "yeni olanı" tercih edenler… Evet, Töre ilkti. Derken pek çok dergi çıktı, silindi, yenileri çıktı. Töre eskidi bir bakıma. Eskimek, ne demekse? Bir Fransız romanında okuduğum şu cümleyi pek beğenmişimdir: ”Hayır, modadan başka şeyler de var: Değerler ve gerçekler.”(Güzel Görüntüler, Simone De Beauvoir) 


Değerler ve gerçekler eskir mi? Eskimez pek tabii, fakat şu da bir memleket ve dünya vakıası: Yeni olana, itibar fazla!


O halde, Töre kapansın mı? Bu sual, şu geçen yıllar içinde, pek çok defa günlerimizi kararttı, gecelerimizi böldü. Maddî ve manevî sıkıntılar içindeydik ve hep dergiyi yaşatmaya karar verdik. Çünkü sualimize, bir başka sualle cevap veriyorduk: Hizmetin sınırı yahut sonu var mıdır?


Böylece kör topal, eksikli kusurlu “ateşten gömlek”i tenimizde hissedip fakat gülümsemeye çalışarak, canlı ve neşeli görünmeyi bir vazife bilip, asıl vazifemizi yerine getirmeye gayret ettik. Bizim de şurada sayıp, sayamadığım bütün engeller karşısında elimizden geleni, ancak buydu. Şu Töre idi. Pek tabii, en iyisini yaptık diyemem ancak sınırları zorlayarak elimizden geleni yaptık, diyebiliyorum gönül rahatlığı ile.


Fakat ben, on yıllık çileyi anlatmayacaktım. Pek de anlattım sayılmaz ya, temas edip bir lahza, geçtim. On birinci yıla başlarken, özel bir mecburiyetten ötürü, Töre’nin sahipliğini ve Yazı İşleri Müdürlüğümü iki değerli arkadaşıma bırakıyorum. Gayrı bundan sonra çile onların, övgü onlara, ve inşaallah yergi olmaz, olursa yine onlara!


Kıymetli kardeşlerim Yaşar Eşmekaya ve Mehmet Önal, büyük bir iç rahatlığı ile Töre’yi sizlere emanet ederken, çok ağır bir yük de devrettiğimin farkındayım. Fakat eminim sizler bu yükün altında ezilmemeye gayret ederken, buruk bir zevki hep tadacaksınız, çünkü ikinizin de gönlünüzde, o bildik, eski ve değerli “hizmet aşkı” tutuşmakta.


Şimdi.. Töre’nin bir sorumlusu olarak bana, eyvallah!


On yıllık hatıralar içinde canlanıp kımıldanan ıstıraplara, eyvallah.


Çareye, çaresizliklere, mutluluklara, eyvallah.


Akıl verip de, hizmet vermeyenlere, başlayıp da yolda bırakanlara, gelip hizmet edenlere, yazıp hizmet verenlere, okuyucularımızın tümüne eyvallah.


Eyvallah övenlere ve yerenlere. Eyvallah.


“Meğer testiyi kıran da bir, suyu getiren de birmiş” diyenlere.. Yargılayacak ben değilim, Allah’tır. Eyvallah.


Ne yaptıysak, “Türk’e hizmet aşkımız” için yaptık. Ne yapamadıysak, yine aynı sebeptendir. Günahlarımız için, boynumuz kıldan ince. Sevap işlediysek, İşleten’dendir. Eyvallah.


Tanrı Türk’ü korusun ve yüceltsin. Amin."


11 Temmuz 2022 Pazartesi

ŞAİRSİZ ASIR (PEYAMİ SAFA)


Şair İsmail Safa'nın oğlu olan Peyami Safa, Türk nesrinin en önemli temsilcilerinden birisidir. Yalnızca romanlarıyla değil ama aynı zamanda gazete ve dergilere yazdığı fıkralarla da Türk nesrine hizmet etmiş; birbirinden farklı konularla ilgili söz söylemiştir. 

Tabii ki çok konuda konuşan herkes gibi bazen "boşa düştüğü" de görülmüştür. Fakat kendi kendini yetiştirmiş (oto-didakt) birisi olarak, bilhassa edebiyat hakkında kıymeti hâlen geçerliliğini koruyan yazılar yazmıştır. 

Bugün, bunlardan birini paylaşmak istedim. 1937 senesinde yazılmış ve Heray dergisinin ikinci sayısında (20 Nisan-20 Mayıs 1937) yayınlanmış bu makale, adı üzerinde şiir meselesine odaklanıyor. Fakat Türk şiirine değil, genel olarak şiire odaklanıyor. Bu bakış açısını bilhassa vurguluyorum. Çünkü Peyami milliyetçi bir münevverdi. Bununla birlikte, her iyi milliyetçi gibi, dünyayı da izlerdi. 

Peyami'nin "şairsiz" dediği yirminci asır kapandı. Şiir, belki tahtını bu yüzyılda kaybetti ama hiç olmazsa yirmi birinci asrı görebildi. 

İçinde bulduğumuz asır ise "henüz yirmi ikisini sürmektedir". Peyami'nin geçen asırdaki şikayetini aratacak biçimde, çağımızda şiirin tesiri gittikçe azalıyor. 

Yaşasaydı, acaba bu konuda başka ne yazardı diye düşünürken; "Şairsiz Asır" başlıklı yazısını dikkatinize sunuyor, Peyami Safa'yı rahmetle anıyorum. 

(Tespit edebildiğim kadarıyla, bu fıkra ilk kez internet ortamına aktarılıyor.) 


"Yirminci asra sorsak:

– En büyük şairin kimdir?

Cevap alamayız.

Bu, Fuzulî'si, Racine'i, Shakespeare'i, Goethe'si, Byron'u, Hugo'su, Baudelaire'i olmayan bir asırdır. 

Henüz otuz yedisini sürüyor; çok genç mi sayılır? 

Her asır, çocukken en büyük şairlerini vermeğe başlamıştı. On yedinci asır, daha on yaşına gelmeden, Hamlet müellifinin en velût çağını yaşıyordu; on sekizinci asır yirmi yaşına gelmeden Voltaire'i tanıdı; on dokuzuncu asır, otuz yaşına kadar Goethe'nin en olgun, Hugo'nun en taze çağlarını idrak etti. Yeryüzü hiçbir asırda değil, hatta hiçbir devrinde bugünkü kadar büyük şairsiz kalmamıştır. 

Biz yaştakiler, dünya ölçüsünde iki devir yaşadık: Biri bu asrın başından büyük harbe kadar; öteki de harpten sonra. Bu iki devir hep on dokuzuncu asrın mısralarını mırıldandı. İlk devirde bir Edmond Rostand, yirminci asrın büyük şair hilâtini üstüne acele giydi ve hemen çıkarmaya mecbur oldu. Bir Rilke'den bahsediliyor, fakat yastığımızın altındaki şiirleriyle rüyalarımızın arasındaki hummayı devam ettirecek kadar değil. Valéry şiirden vaz geçmiş, felsefe yapıyor. 

Şairsiz bir asırdayız. 

Bu, şiirin mi, asrın mı inhitatını gösterir? Hangisine taziyetlerimizi bildireceğiz? 

Bir tek tesellim var: Zannediyorum ki umumî harpte yaralanan büyük kıymetlerden biri de şiirdir. Kalbinden vuruldu. Fakat ölmedi, hayır, ölmedi. Harpten sonra bir hezeyan devri geçirdi. Sayıklıyordu. Şuurunun mihverini şaşırdı. Cinnete gülümsedi. Kâbuslar içinde idi. 

Her devirde şiir ölüm tehlikesi geçirir gibi olmuştur. V. Hugo, geçen asırda şiirin ölmediğini haykırıyordu. Leon-Paul Fargue da bugün haykırıyor:

"Bir gazete, bir ziraat makinesi albümü, körler ve kalp hastaları için bir Larousse, bir mavi rehber, bir pembe rehber, bir orta tedrisat programı, bir ahçı kitabı, bir telefon rehberi, bir şarap listesi, bir pul albümü, bir bakkal defteri açıyorum, hepsinde şiirin öldüğünden bahsediliyor. 

Halbuki şiir her zaman, en modern, en dinamik şey olmaya devam etmiştir. Bizden evvel vardır ve bizi istikbale sürükler. Bütün kitaplar ve bütün okuyucular ölebilir; bütün züppeler, münekkitler ve münekkitlerin torunları, münevver taslakları çürüyebilir; şiir yine ölmeyecek. Ebedî olan şey yalnız odur. Bu kâinattan hiçbir şey kalmadığı zaman bile boşluğun şiiri doğacak: Son defa, kat'î olarak ve tek başına!"

Şiir ölmedi. Havada koşan elektrik dalgaları gibi kendisini nakledecek büyük bir kalp ve kafa dinamosu, büyük bir şair arıyor. Eminim ki bu şair bugün yeryüzündedir. Fakat beşiklerde mi? Mekteplerde mi? Sisli dağların ardında mı? Tavan aralarında mı? Bilmiyorum. 

Dünya ve asır şairsizdir, fakat her milletin kendine yetecek kadar şairleri var. Belki bunlardan birinin dünya kürsüsüne çıkmasını millî kıskançlıklar istemiyor. Şiir, "sınıf" ve "millet" ideallerinin dar çemberi içinde kaldı. Onu mücerret insana bağlayan büyük sinir uyuştu. 

Fakat kopmadı, hayır, kopmadı. Çünkü ne sınıf, ne de millet, henüz insanı öldürebilmiş değildir ve ihtilâllerle harplerde sınıflarla milletler mahvolabilir, fakat insan kalacaktır."