31 Aralık 2021 Cuma

TETEBBÛ


Bendenizin, işbu blog haricinde, arada sırada yazdığım bir mecra daha var ki; ismi Tetebbûlardır. Peki tetebbû etmek ne demektir? 

Şemseddin Sami üstadımız Kâmûs-ı Türkî'de kelimeyi şöyle tanımlıyor:

"tetebbu‘: tetebbuât. ["teb"dan masdar tefa'ul] bir şeyin arkasına düşüp her tarafını araştırma, arkasını bırakmayarak etraflıca tedkîk ve tahkîk etme: edebiyât-ı Arabiyede çok tetebbu‘ vardır; tetebbu‘âtla iştigâl eder. [başlıca ulûm ve te'lîfât hakkında müstameldir.]

Yılın son yazısını tetebbû'ya ayırmış olduk. Umarım gelecek yıl daha fazla tetebbû eder, etraflıca tetkik ettiğiniz meselelerde kendi iyiliğinize şeyler bulursunuz. İyi seneler dilerim. 

23 Aralık 2021 Perşembe

MEHMET EMİN YURDAKUL'UN GASPIRALI ŞİİRİ


Daha evvel "Gaspıralı'nın M. Emin Yurdakul'a Mektubu"nu paylaşmıştım. Bugün, İsmail Bey Gaspıralı'nın 24 Eylül 1914 tarihindeki vefatı üzerine Mehmed Emin Bey tarafından yazılan şiiri paylaşacağım. 

Biliyorsunuz bizde ölünün arkasından yazılan şiirlere "mersiye" ismi verilir. Fakat bu şiir klasik tarz ölüye ağıttan ziyade; onun hatırasına saygı duyma ve arkasından gidenlere de şevk verme amacıyla kaleme alındığından tam olarak bir mersiye sayılamaz. O yüzden başlıkta ve yazının içinde "mersiyeyi" değil, "şiir" kelimesini tercih ettim.

Okuyacağınız ve "İsmail Gasprinski'ye" başlığını taşıyan şiir, Türk Yurdu Dergisi'nin 10 Aralık 1914 tarihli 72. sayısında yayınlanmıştır. 


İSMAİL GASPRİNSKİ’YE

Ey ulu Türk! Sen Kırım’ın kanlar ile yoğrulmuş,
Vahşîlere esir olmuş, zalim tahtlar kurulmuş,
Şerefleri unutulmuş bir toprağı üstünde…
Onun seni kan ağlatan kara bahtı önünde,
Felâketli milletine: "Uyan!" diye haykırdın;
Bu ilâhî feryadınla onu nura çağırdın.

İstedin ki, medeniyet güneşi
Zekâlara çeliğini akıtsın,
Milliyetin diriltici ateşi
Vicdanları aleviyle ısıtsın.
Ta ki, Fatih Cengizlerin evlâdı
İslavlığın pençesinden kurtulsun,
Onun mazlum, sefil olan hayatı
Hür ve mesut bir talihle can bulsun.

Sen bu aziz, büyük işe tek başına kalkıştın!
Buna asil Zühre’n ile gece gündüz çalıştın.
Yıllar geçti… Türk azmine ne Sibir’in dehşeti,
Ne de ömrün azgın yüzü bir zayıflık vermedi;
Sen arzunu kervan geçmez bozkırlara götürdün.
Bu uğurda katlandığın zahmetleri Türklüğün
Ümit dolu ufukları, nurlariyle okşadı
Resullerin rüyaları sende dahi yaşadı.

Sen kabrinde rahat uyu! Yakında
Bu sonuncu felâket de bitecek,
Yarın, senin hür bakışlı ırkın da
Altın devri terennümler edecek.
Zira, senin bıraktığın izlerde
Kadın, erkek bir genç neslin yürüyor
İman ile aşk sunduğun her yerde
İnkılâbın fikri hüküm sürüyor.

Bizden senin pak ruhuna Fatiha’lar, rahmetler
Unutulmaz hatırana kalp dolusu hürmetler!

11 Aralık 2021 Cumartesi

ATTİLA İLHAN’IN NİHAL ATSIZ'LA ANISI


Bugün Atsız'ın ölüm yıl dönümünü. Bu vesileyle ona dair bir şey paylaşmak istedim. Aklıma "genç' Attila İlhan'ın, "edebiyat öğretmeni" Atsız'ı anlattığı hatırası geldi. Her iki Türk'ü rahmetle anarken, bu hoş anıyı da dikkatinize sunuyorum. 

1941’di galiba, İzmir’deki bir liseden komünistlikten dolayı kovuldum. Belge aldığım için hiçbir yerde okuyamıyordum. Özel bir lisede okuyabilir mi diye beni İstanbul’a yolladılar. Boğaziçi Lisesi’ne geldim. Boğaziçi Lisesi’nde edebiyat hocam kimdi, biliyor musunuz? Nihâl Atsız idi. Ben, “eyvah” dedim, “Bu adam beni hemen mimleyecek ve perişan edecek.”

Ne bekliyorum biliyor musunuz, bir Hitler bekliyordum ben. Geldi, hiç de öyle bir adam görmedim. Derli toplu, aklı başında, işini ciddiye alan bir adamdı. Her çocuğun İstiklâl Marşı‘nı baştan aşağı ezbere bilmesini isterdi. Onu yapamadın mı, sıfırı alıp oturuyordun.

Ve sınıfta bu işi yapan tek adam ben çıktım. “Sen kimsin, nereden çıktın yahu?” dedi. “Ben şuyum.” dedim. “Sende iş var.” dedi. Birkaç soru daha sordu ve bizim Nihal Bey ile öğrenci-hoca ilişkisi çok büyüdü. Derslerinde hiç politik telkinde bulunduğunu hatırlamıyorum. Sadece, İslam öncesi Türk tarihinden daha çok bahsederdi. Yani onunla daha çok ilgilenirdi.

Çok sonra, okudukça fark ettim ki, Gaspıralı da aynı yolda. Gaspıralı, “Dilde, fikirde, işte birlik” der. Neden, çünkü bulunduğu yerde Hristiyan, Musevi Türkler de vardır. “Dinde birlik” ne demek. Böyle dersen müslüman olmayanı dışlamış oluyorsun…

30 Kasım 2021 Salı

İNŞA


Unutulmuş kelimelerde bugün "inşa" sözcüğünü ele alacağız. 

Ziya Paşa'nın "Şiir ve İnşâ" makalesini okurken, inşa kelimesini düşünmeye başladım. "Düzyazı" anlamında da kullanırken, ne oldu da, yalnızca bina inşa etmek manasına "düştü", hakikaten merak ettim. Tabii hemen üstadımız Şemseddin Sami'ye müracaatla merakımın sözlük cihetini giderdim. Bakınız "inşâ" kelimesini nasıl tanımlıyor üstad:

"inşâ: inşâât. ["neş'e"den masdar if'âl] 1. yapma, vücûda getirme, i'mâl: bir ev, bir gemi inşâ etmek. 2. kaleme alma, edebiyât kâidesine tatbîkan ve nesren edilen ifâde-i tahrîriye: şiir ve inşâda yed-i tûlâ sâhibi. 3. emr ve temennî ve duâ yani yapsın, yapmalı, yapsa gibi vuku bulmamış hiddet, mukâbili: ihbâr. 4. ilm-i mürâselede kesb-i mümârese için muhtelif mektup, tezkire, arzuhâl, tebrik ve ta'ziye-nâme, sened, mukâvele-nâme vesâire örneklerini hâvî kitap. inşâ-i cedîd: inşâât= yapıya ve sefâin i'mâline müteallik işler: inşââtla uğraşmak; inşaat dâiresi. "inşâ" ile "i'mâl" arasında şu fark vardır, ki inşâ kereste ile yapılan mimârlığa ve gemiciliğe müteallik işlere mahsus olduğu hâlde, i'mâl her sûretle yapmaya ve mesela madenden evânî yapmaya dahi ıtlâk olunur."

Neye inandığınız, nerede yaşadığınız, ne zamandır hayatta olduğunuz önemli değil. Bir şeyler inşa edebilmenizdir mühim olan... Hepinize, ömrünüzce; bol, kaliteli ve kalıcı "inşa" faaliyetleri temenni ederim...

18 Kasım 2021 Perşembe

SÜRGÜN ÜLKEDEN BAŞKENTLER BAŞKENTİNE (SEZAİ KARAKOÇ)


16 Kasım 2021 günü, Türk şiirinin yaşayan en büyük üstadı Hakk'ın rahmetine kavuştu. Sezai Karakoç'un sürgünü son buldu. 


Bir şairi en iyi anlatan onun mısralarıdır düşüncesiyle, üstadın meşhur "Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine" şiirini aktarmaya karar verdim. İnternet ortamında da çokça paylaşılan bu şiirin birinci bölümü - her nedense - alınmamış. Ben eserin tamamını sizlerin istifadesine sunuyorum.


Şiiri, Sezai Karakoç'un Zamana Adanmış Sözler - Şiirler kitabının 5. cildinden, 47-56. sayfalar arasından, iktibas ettim. 


Sezai Bey'e Allah'tan rahmet diliyorum. Türk şiirinin başı sağolsun. 




1.


Gelin gülle başlayalım şiire atalara uyarak

Baharı kollayarak girelim kelimeler ülkesine

Dünya bir istiridye

Dönüşelim bir inci tanesine

Dünya bir ağaç

Bir özlem duvarı

Bülbül sesine

Şair

Gündüzü bir gül gibi

Akşamı bülbül gibi

Sarıp sarmalayan öfkesine


Anılar demirden alçısı zamanın

Şair kollarını çarmıha geren

Ve mısraları boyu kireçleşen

Gençlik hayalleri

Ah eski kemik ah eski deri

Ve kemikle deri arasına gerilen

Ruhumun şenlik günleri

Ah eski kemik ah eski deri

Yenilgi sanılan zafer saatleri

Bana ne Paris'ten

Avrupa'nın ülkü mezarlığından

Moskova'dan Londra'dan Pekin'den

Newyork

Bütün bu türedi uygarlıklar umurumda mı

Birazcık Roma'yı hesaba katabilirdim

Ama Roma

Kendi kendini inkâr edip durmakta

Buz gibi eriyerek

Bir kokakola

Veya bir votka bardağında



2. 


Gelin gülle başlayalım atalara uyarak

Baharı koklayarak girelim kelimeler ülkesine

Bir anda yükselen bir bülbül sesi

— Erken erken karlar ortasında

Güneş donmuş ışık saçan bir yumurta — 

Bana geri getirir eski günleri

... Paslanmış demir bir kapı açılır

Küf tutmuş kilitler gıcırdarken

Ta karanlıklar içinde birden

Bir türkü gibi yükselirsin sen

Fısıldarım sana yıllarca içimde biriken

Söyleyemediğim ateşten kelimeleri

Şuuraltım patlamış bir bomba gibi

Saçar ortalığa zamanın

Ağaran saçın toz toprağını

Bana ne Paris'ten

Newyork'dan Londra'dan

Moskova'dan Pekin'den

Senin yanında

Bütün bu türedi uygarlıklar umurumda mı

Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu

Geceme gündüzüme

Gözlerin

Lâle Devri'nden bir pencere

Ellerin

Baki'den Nefi'den Şeyh Galib'den

Kucağıma dökülen

Altın leylâk


3. 


Ölüler gelmiş çitlembikler sarmaşıklarla

Tırmanmışlar surlarıma burçlarıma

Kimi ırmaklardan yansıma

Kimi kayalardan kırpılma

Kime öteki dünyadan bir çarpılma

İçi ölümle dolu

Dönen bir huni

Doğarken güneş

Kesilmiş ölü yüzlerden

Bir mozaik minyatürlerden

Dokunur tenimize

Soğuk bir Azrail ürpertisiyle ay

Ve birden senin sesin gelir dört yandan

Menekşe kokulu sütunlardan

Komşu dağlardaki nergislerden leylâklardan

Gözlerine ait belgeler sunulur

Ey aşkın kutlu kitabı

Uçarı hayallere yataklık eden

Peribacalarının yasağı

Gönlümün cellâdı acı mezmur

Bana bıraktığın yazıt bu mudur

Ölüm geldi bana düğün armağanın gibi

Senden bir gök

Senden yıldızlar ördüler

Ateşböcekleri

O gece dört yanıma

Ey bitmeyen kalbimin Samanyolu destanı

Sen bir anne gibi tuttun ufukları

Ve çocuklar gülle anne arasında

Seninle güller arasında

Tuhaf bir ışık bulup eridiler

Çocuklar dağ hücrelerinde erdiler

Aramızdaki sırra

Bir de ay ışığında büyüyen fısıltılar

Gençlik monologları

Seni alıp kaybolmuş zamanın çağıltısından

Bana getiren

Yasamız vardı

Öfkeyle yazardın sen bir yüzüne

Ölür ölür okurdum öbür yüzünde ben


4.


Senin kalbinden sürgün oldum ilkin

Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği

Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında

Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim

Af dilemeye geldim affa lâyık olmasam da

Uzatma dünya sürgünümü benim

Güneşi bahardan koparıp

Aşkın bu en onulmazından koparıp

Bir tuz bulutu gibi

Savuran yüreğime

Ah uzatma dünya sürgünümü benim

Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil

Ayaklarımdan belli

Lâmbalar eğri

Aynalar akrep meleği

Zaman çarpılmış atın son hayali

Ev miras değil mirasın hayaleti

Ey gönlümün doğurduğu

Büyüttüğü emzirdiği

Kuş tüyünden

Ve kuş sütünden

Geceler ve gündüzlerde

İnsanlığa anıt gibi yükselttiği

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim


Bütün şiirlerde söylediğim sensin

Suna dedimse sen Leylâ dedimse sensin

Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome'nin 

Belkıs'ın

Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikârsın bellisin

Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için

Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini

Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini

Ey gönüllerin en yumuşağı en derini

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim


Yıllar geçti sapan ölümsüz iz bıraktı toprakta

Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında

Çatı katlarında bodrum katlarında

Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lâmba

Hep Kanlıca'da Emirgân'da

Kandilli'nin kurşunî şafaklarında

Senin ne söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında

Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında

Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim

Af dilemeye geldim affa lâyık olmasam da

Ey çağdaş Kudüs (Meryem)

Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha)

Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim


Dağların yıkılışını gördüm bir Venüs bardağında

Köle gibi satıldım pazarlar pazarında

Güneşin sarardığını gördüm Konstantin duvarında

Senin hayallerinle yandım düşlerin civarında

Gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında

Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda

Verilmemiş hesapların korkusuyla

Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim

Af dilemeye geldim affa lâyık olmasam da

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim


Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır

Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır

Aşk cellâdından ne çıkar madem ki yar vardır

Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır

Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır

O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır

Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır

Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır

Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır

Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır

Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır

Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır

Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili


(1971) 






10 Kasım 2021 Çarşamba

ATATÜRK’ÜN TSK’YA SON MESAJI!


29 Ekim 1938 günü Ankara Hipodrom’da Cumhuriyetin 15. yılı kutlamaları gerçekleştirildi. Cumhuriyetin banisi Mustafa Kemal Atatürk İstanbul’da hasta bulunduğundan törene katılamadı. Fakat Türk Silahlı Kuvvetleri’ne hitaben bir mesaj yazdı. Bu mesaj Başbakan Celal Bayar tarafından geçit resminden hemen önce okundu.


Atatürk, 1938’in 10 Kasım’ında bu dünyadan ayrıldığından aşağıdaki metin, “Atatürk’ün TSK’ya son mesajı” olarak isimlendirildi. Kısa fakat oldukça etkili bu metni dikkatinize sunuyorum.



"Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurları taşıyan kahraman Türk ordusu! Memleketini en buhranlı ve müşkül anlarda zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmış isen, Cumhuriyet’in bugünkü feyizli devrinde de, askerlik tekniğinin bütün modern silah ve vasıtalarıyla mücehhez olduğun hâlde, vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur.


Bugün, Cumhuriyet’in on beşinci yılını mütemadiyen artan büyük bir refah ve kudret içinde idrak eden büyük Türk milletinin huzurunda kahraman ordu, sana kalbi şükranlarımı beyan ve ifade ederken büyük ulusumuzun iftihar hislerine de tercüman oluyorum.


Türk vatanının ve Türk camiasının şan ve şerefini, dâhilî ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam inanç ve itimadımız vardır. Büyük ulusumuzun orduya bahşettiği en son sistem fabrikalar ve silahlar ile bir kat daha kuvvetlenerek büyük bir feragati nefs ve istihkarî hayat ile her türlü vazifeyi ifaya muhaya olduğuna eminim. Bu kanaatle Kara, Deniz ve Hava ordularımızın kahraman ve tecrübeli komutanları ile subay ve eratını selamlar ve takdirlerimi bütün ulus muvacehesinde beyan ederim.


Cumhuriyet Bayramı’nın on beşinci yıldönümü hakkınızda kutlu olsun!"


Mustafa Kemal ATATÜRK

29 Ekim 2021 Cuma

CUMHUR


Cumhuriyetimiz 98 yaşında! Kutlu olsun. 

"Günün anlam ve önemine binaen" unutulmuş kelimeler bölümünde cumhur kelimesini ağırlıyoruz. 

Şemseddin Sami üstadımız kelimeyi şöyle tanımlıyor: 

"cumhûr: cemâhir. 1. halk, nâs, umûm, enâm; müdebbir-i umûr-ı cumhûr. 2. takım, gürûh, heyet: cumhûr-ı fukahâ, cumhûr-ı hükemâ. 3. cumhuriyet sûretiyle idâre olunan heyet: Amerika cemâhîr-i müctemiası." 

Sami üstadın ömrü Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğunu görmeye yetmedi. Bu yüzden örnek olarak Amerika'yı yazmış. Cumhuriyet kelimesine misal olarak da İsviçre'yi vermiş. 

Aradan geçen yıllarda Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde cumhuriyet ilan edildi. Biz, bugün, gururla kendi cumhuriyetimizi örnek gösterebiliyoruz. 

Cumhurun içinde, cumhuriyetle dolu bir ömür dilerim...

20 Ekim 2021 Çarşamba

BÜLENT ECEVİT'İN TUNA BAŞLIKLI ŞİİRİ


1943 yılında, Reha Oğuz Türkkan'ın idaresinde çıkan Gök Börü dergisinin 6. sayısında yayınlanan “Tuna” başlıklı bu şiir, o zamanların "genç şair adayı" Bülent Ecevit'e aittir. 

Sonraları gazetecilik yapan ve şiirler yazmayı sürdüren Ecevit, bu şiirin yazılmasından 30 sene sonra CHP Genel Başkanı olacaktı. 


TUNA

Bir destanın yasları gibi yükselir
Tuna kıyılarında Türk kaleleri.

Bu kalelere girme, belki ürkersin:
Taştan duvarlarında bu kalelerin
Yarasaların kanat sesi parıldar
Tarih içinde söndü artık kılıçlar.

Kalelere yaklaşma, belki korkarsın;
Baykuş seslerinde bir ağıt duyarsın
Kale mazgallarının en yükseğinde…

Tuna kıyılarında Türk kaleleri…
Vidin, Silistreden Mohaca kadar,
Tuna kıyılarında Türk kaleleri…

Bayram sabahları bu burçlar üstünde
Beyaz ay yıldızlı al bayrak çekilmez;
Ve Tunanın koyuca mavi göğsüne
Sipahi akisleri bir, bir dizilmez.

Bir yaslı günden beri, güzel Tunaya
Yabancı gelir bu aktığı toprak;
Sabahları güneşin doğduğu yana
Akar Tuna içinde hasret yanarak…

Sor Tunaya nedendir bu ağlayışı
Baykuşun bütün gece öten sesinden
Yüksek mazgallarda bir ağıt duyunca!

Sor Tunaya nedendir bu ağlayışı
Rüyasında bir TÜRK’ün aksi durunca.
Bülend ECEVİT

8 Ekim 2021 Cuma

ENVER PAŞA'NIN GÖREMEDİĞİ ÇOCUĞUNA MEKTUBU


Enver Paşa adını son senelerde daha fazla telaffuz ediyoruz. 

Hakkında türlü türlü şeyler söyleniyor. Bunlar bir ölünün ardından ortaya atılan düşüncelerdir. Bu "ölü" bir şehiddir ve tarihimizin parçasıdır. Tarihimizin - bilhassa yakın tarihimizin - mühim adamlarından birisidir. 

Ortaçağ'ın şövalyelerinin, ilk çağın Türk süvarilerinin ruhuna sahip olan bu adam, belki de yanlış çağda yaşamasının cezasını çekmişti. Lüzumsuz bir "kahramanlık" anlatısıyla birarada anılan Enver Paşa esasen tek bir şeyin kahramanıdır: kendi trajedisinin. 

Bu trajediyi yazmayı pek sevdiği mektupları sayesinde izleyebiliyoruz. Nitekim onu yâd etmek isteyenler de mektuplarından bazılarını paylaşıyorlar. Ben bugün Paşa'nın muhatabını bilmediği birisine yazdığı mektubunu paylaşacağım. 

Gayet kısa olan bu mektup, oldukça duygusaldır. Göktaş'ta, 23 Ocak 1921'de kaleme alınmıştır. Muhatabı ise doğup doğmadığını, doğduysa bile cinsiyetini bilmediği çocuğudur! Ve şundan ibarettir:

"Benim saadet nûrum yavrum, 
Nesin? Ne oldun, erkek mi, kız mısın? Hâlâ bilmiyorum. Bundan o kadar müteessirim ki anlatamam. Her ne ise, Allah seni uzun ömürlü; annenle bana da saadetle senin ak saçlı olduğunu, torunlarını sevdiğini göstersin. Seni uzun uzun öper, Hakk'a emanet ederim. 

Baban
Enver"

Enver Paşa, mektubun muhatabının cinsiyetini çok sonra öğrenecektir: erkek. İki kızdan sonra olan üçüncü çocuğudur ve kendisine Ali ismi verilmiştir.

Enver Paşa, üçüncü çocuğu ve tek erkek evladı olan Ali'yi (Ali Enver, ölüm: 1971) hiç göremeyecektir. 

28 Eylül 2021 Salı

BEŞİKTAŞ NASIL KURTULUR? (GALİP ERDEM)


12 Eylül ihtilâli gerçekleşmiş, ülke her alanda olduğu gibi muhalefet alanında da kısırlaşmıştı. Türk milliyetçilerine yönelik kitlesel tutuklamalar can yakıyor fakat ses çıkarmak kaabil olmuyordu. Bu süreçte Galip Erdem Yeni Sözcü gazetesinde, 1981’in Ocak ayında, aşağıdaki yazıyı yayınladı. Beşiktaş metaforuyla askerî cuntanın eleştirildiği bu yazı Türk milliyetçiliğinin tarihinde önemli bir yerde durmaktadır.


"Yılbaşı gecesi. Evdeyim ve yalnızım. İş olsun niyetine, âdet yerine gelsin diye TV’nu açmışım. Birileri eğleniyor, zıplıyorlar, sıçrıyorlar, mütemadiyen gülüyorlar ve galiba marifetleriyle beni de güldürmek istiyorlar. Bakıyorum ama, gördüğüm çok şüpheli! Kulağıma bir takım acaip sesler geliyor, hiç anlamıyorum.

Bir türkü olsa dinlerdim:
“Bayram gelmiş neyime
Anam anam garibem;
Kan damlar yüreğime,
Anam anam garibem…”

Bir Horyat da fena sayılmazdı:
“Düş de gör
Hayâlde gör düşde gör;
Düşenin dostu olmaz
Hele bir yol düş de gör.” 

Başka bir Kerkük türküsü en iyisi idi:
“Sevmiş bulundum efendim gayrı ne çâre.” 

Hiçbirini söylemediler. Seçtiklerini de ben dinlemedim.

Evet efendim, ayıp değil ya, ben de Beşiktaş’ı sevmiş bulundum! Aklım fikrim hep Beşiktaş’ta. Dünyanın diğer işleri ile hiç ilgilenmiyorum. Siyâsetmiş, iktisatmış, ticaretmiş bana ne, hiçbirine aldırmıyorum. Yeni zamanların Mecnûn’u gibiyim; kâinatı, Leylâlaştırmışım. Beynimi kemiren soruya cevap arıyorum: Beşiktaş nasıl kurtulur? Kınamayın dostlarım; benim yaşamam Beşiktaş’ın kurtulmasına bağlıdır. Beşiktaş düşerse, artık hiç iflah olmam!

Beşiktaş, bildiğiniz gibi, henüz unutulmamış yakın geçmişte çok güçlü bir takımdı. Üstüste beş yıl ve daha birçok şampiyonluğu vardır. Üç kıt’ada at, şey affedersiniz, top koşturan, şanlı şöhretli nice takıma diz çöktüren Beşiktaş, şimdi puan cetvelinin 13. sırasında, ha düştü ha düşecek! Bir zamanlar dünyanın en büyüğü Real Madrid’e kafa tutan 70 yıllık Beşiktaş, bugün iki yıllık Rizespor’u tek golle yendiği için bayram ediyor. Olur mu böyle, üzülmez mi insan?
Beşiktaş’ı kim kurtarabilir, o muhteşem maziyi kim yeniden yaşatabilir?
Şüphe mi ediyorsunuz? Elbette Beşiktaşlılar!

Yalnız bazı cahiller -Hain de olabilir- zannediyorlar ki, İstanbul’un bir semtinde oturmak demek, Beşiktaşlı olmak demektir. Oysa benim sevmiş bulunduğum ve kurtarılması gereken Beşiktaş bir semt değil, bir takımdır. Hemen hatırlanması gerekir ki, Beşiktaş semtine girenler içinde, Bursaspor’un ajanları ve Trabzonspor’un uşakları da vardır. Şu halde bir: Beşiktaş’ın kurtulması için, küme düşmesi imkânsız Beşiktaş semti ile küme düşmesi muhtemel Beşiktaş takımını birbirine karıştırmamak şarttır. İki: Türkiye’nin her yerinde, hatta Türkler’in yaşadığı diğer ülkelerde “koyu” Beşiktaşlıların bulunduğunu hiç unutmamak lâzımdır.

Son zamanlarda Beşiktaşlılar’dan çok, diğer takımlara mensup olanların “Beşiktaş nasıl kurtulur?” konusunu münakaşa ettiklerini, çâre aradıklarını, yol gösterdiklerini öğrenmekteyim. Bazı saf Beşiktaşlılar da, bu aşırı dostluk(!) gösterileri karşısında heyecanlanıyorlar ki, gözyaşlarını tutamıyorlar. Ne oluyoruz, akılsızlığa faiz mi ödeniyor? Takımlarının şampiyonluğu için, şüphesiz haklı olarak, Beşiktaş’ın yenilmesini isteyenlerden fayda beklenir mi? Beşiktaş elbette ilim ve tekniğin rehberliğinde, ancak ve ancak Beşiktaşlıların gayretleriyle kurtulur.

Yanlışlık nerede, suç kimde? 
İsterseniz, önce futbolculardan başlayalım: Beşiktaş, birkaç yıldır, Türkiye’nin en pahalı futbolcularını oynatıyor. Beş milyonluk, on milyonluk adamları, Beşiktaş’ın kurtulması için en hızlı koşan, en iyi çalım atan, en geç yorulan, en sert ve düzgün şut çeken futbolcuların alınması yetmez. Beşiktaş’ı canından çok sevmeyen, takımı için her fedakârlığı göze almayan; gençliğinden, hattâ çocukluğundan itibaren siyah-beyaz renklerin rüyasını görmeyen, Karakartal’ın hayâlini kurmayan oyunculardan hiç hayır gelmez. Forma aşkı kuru bir edebiyat değildir. 25 yıl önce bir “Beton” Mustafa vardı, Harbiyede oynardı. Bilenlerin anlattığına göre, öyle ahım şahım bir futbolcu değildi.
Ama millî formayı bir giydi mi arslan kesilir, harikalar yaratır, maçlardan sonra takımın en başarılı oyuncusu olduğunda ittifak edilirdi.

Hele hele kafasında ve yüreğinde başka bir takıma mağlubiyet şuuru ve duygusu taşıyanlardan şiddetle kaçınmak gerekir. Beşiktaş’ın milyonlar sayarak aldığı bir oyuncu, Trabzonspor’un geçen yılki şampiyonluğunda en fazla pay sahibi idi; bu yıl, Beşiktaş’ı küme düşme hattına yuvarlayanların en başında bulunuyor. Acaba, demez misiniz?

Gelelim yöneticilere: Duyduğumuza göre, özellikle son yıllarda, Beşiktaş’ı yönetenlerin çoğu takımın tarihinden, zaferlerinden, gayesinden, hedefinden ve ülküsünden habersiz kimselermiş. Yöneticiliği ikinci bir meslek saymışlar. Siyaset mücadelesinde taraftar toplamak için, bol kazançlı bir yatırım yapmak için, nihayet meşhur olmak için Beşiktaş’ı kullanan yöneticiler varmış. Hattâ vebali anlatanların boynuna Beşiktaş’ın ne zaman kurulduğunu bilmeyen, ilk forma renginin ne olduğunu duymayan yöneticilere bile rastlanmış; önce kırmızı-beyaz renklerin seçildiğini, Batı Trakya kaybedildikten sonra siyah beyaz’a çevrildiğini öğrenmemiş, Fuat Bolkan’ı hiç tanımamışlar. Böyle yöneticilerin elinde Beşiktaş’ın niçin şampiyon olamadığına değil de nasıl hâlâ kümede kaldığına şaşmaz mısınız?

Şimdi de, Beşiktaş’ı kurtarmanın asıl çaresine geçiyorum: Önce yönetim Beşiktaşlılık ruhunun gerçek temsilcilerine teslim edilmeli, Beşiktaş’ın büyüklüğünü ve Beşiktaşlılığın şerefini anlamakta geciken oyuncular hemen takımdan çıkarılmalıdır. Sonra da Beşiktaşlılar, yöneticisi, sporcusu ve taraftarı ile bütünleşmeli, bir granit sağlamlığı içinde olmalı, her güçlüğü birlikte göğüslemeli, her engeli beraber aşmalıdırlar. Sevgi en büyük başarıların, en parlak zaferlerin kaynağıdır. Bütün Beşiktaşlılar birbirlerini çok, ama pekçok sevmelidirler. Sevinçler gibi üzüntüler de paylaşılmalı, birlikte bayram edildiği gibi, birlikte yas tutulmalıdır. Beşiktaşlı bir oyuncuya atılan her tekmenin, takılan her çelmenin, vurulan her dirseğin acısını yalnız oyuncu arkadaşları değil, bütün yöneticiler ve taraftarlar da hissetmelidirler. Bir Beşiktaşlı incindiği zaman, her Beşiktaşlının yüreği kanamalıdır. Fenerbahçelilere, Galatasaraylılar’a ve Trabzonsporlular’a vereceğimiz en güzel cevap, birbirimize sunduğumuz sevginin kuvvetidir, derinliğidir ve ölümsüzlüğüdür.
Yöneticilerle oyuncuların münasebeti bir baba-oğul münasebetine benzemelidir. Yaramazlık yapanın kulağı çekilecektir. Ama kötü bir âmirin insafsız şiddeti ile değil, iyi bir babanın şefkatli yumuşaklığı ile çekilecektir.

Beşiktaşlılar, inanan insanlardır. İnanan insanlar güçlüdür, güçlü insanlar sabırlıdır. Fırtına dinecek, bulutlar dağılacak, hava açacak, güneş yeniden doğacak, eski günler yeniden gelecektir. Takımımızın puan cetvelindeki sırasına üzülmeyin. Bütün büyüklerin hayatında böyle talihsizlikler vardır. Birbirinizden kuvvet alın, birbirinize kenetlenin, güzel günleri bekleyin. Dâva büyüktür ve elbette çetindir. Ama mutlaka kazanılacaktır ve Beşiktaş düşmemekle kalmayacak, mutlaka şampiyon olacaktır…"

19 Eylül 2021 Pazar

TEVAKKUF



Zaman çok hızlı akıyor. Unuttuğumuz şeylerden birisi de "durmak". Eskiden dilimizde durmak anlamında çok fazla kelime vardı. Hatta "eğlenerek durma" diye tabir edebileceğimiz bir kelimemiz bile bulunuyordu: tevakkuf. 

Şemseddin Sami üstada müracaat edelim. Bakalım tevakkufu nasıl tanımlıyor?

"tevakkuf: [ vukûf'dan masdar tefa'ul] 1. durma, meksetme, eğlenme: orada birkaç gün tevakkuf etti. 2. merbût ve muallâk olma, taalluk etme: bu işe karar verilmesi sizin hâzır bulunmanıza tevakkuf eder." 

1944'te tevkif edilip zindanlara tıkılan milliyetçiler, hapisteki günlerini "Paris tevakkufu" olarak anarlarmış. Umarım sizler kelimenin gerçek anlamıyla dünyada tevakkuf edersiniz... Yeni kelimelerde buluşacağız... 

8 Eylül 2021 Çarşamba

TÜRK MİLLETİNE ÇAĞRI (H. NİHAL ATSIZ)

Atsız ve arkadaşları, Türkçüler Derneği'nde...


Orkun dergisinin ilk sayısında, Şubat 1962’de, imzasız olarak yayınlanan bu çağrı Türkçülüğün cumhuriyet devrindeki ilk program çalışmasıdır. Ayrıca yazı sonunda sayılan Dokuz Umde, birkaç yıl sonra Türkeş tarafından kaleme alınacak Dokuz Işık’ın habercisi gibidir. Başlıkta yazının Atsız’a ait olduğunu belirtme sebebim ise; çoğunun Atsız tarafından yazıldığına dair bazı hatırât ve yine Atsız’ın sonraki yazılarında bu çağrıdan kimi kısımları kaynak göstermeden kullanmış olmasıdır.


"Milletimiz Orta Asya’daki hayatının en eski yüzyıllarında atı ehlileştirmek suretiyle mesafeleri kısaltmayı bilmiş, böylelikle geniş bölgeleri kontrol etmek imkanını bularak büyük devlet kurmak başarısını sağlamıştır. Başka milletler ancak şehir devletleri kurabilirlerken, birçok şehirleri de içine alan bu devletler, Türklerde cihan hakimiyeti ve büyük ülkülere bağlanma düşüncelerini doğurmuştur.


Hun, Göktürk ve Osmanlı imparatorlukları bu büyük ülkünün sonucu olup cihan tarihinde bunlarla kıyaslanabilecek devletler olarak yalnız Roma ve Abbasiler gösterilebilir.


Milletimiz, tarihinin her devrinde büyük devlet sahibi olmuş ve yalnız 1918 yılına kadar, en güçsüz zamanlarımız da dahil olmak üzere, Türkiye daima büyük devlet sayılmıştır. Fakat Birinci Dünya Savaşı'nda yenilip topraklarımızın yarısını elden çıkarmamız üzerine, Türkiye, artık büyük devlet olma vasfını kaybetmiştir. Toprağın yüz ölçümü, nüfus, tarih, askeri güç, bilim, sanayi gibi türlü faktörlerin sonucu olan büyük devletlik bugün Amerika, İngiltere, Rusya, Fransa, Almanya, Japonya, Çin, Hindistan, Brezilya ve Kanada’nın elindedir.


Cumhuriyet devrine kadar milletimiz, bilinen ve görünen düşmanlarla mücadele ediyordu. Bu düşmanlar bazı devletlerle kendi tabaamız olan bazı Türk olmayan unsurlardır. Fakat cumhuriyetle birlikte, iş değişti. Devlet ve tabaa olarak düşmanlarımız azaldığı halde yepyeni bir düşman Türk milletini, tarihinin en büyük tehlikesiyle karşı karşıya getirdi. Şimdiye kadar ki düşmanlarımız, Türkiye’nin bazı parçalarını istemekle yetiniyorlardı. Sevr Barışı'nda bile ordusuz da olsa küçük bir Türkiye bırakılmıştı.


Fakat yeni düşman böyle değildir. Yeni düşmanın planlı hedefi Türkiye’nin topyekûn yokedilmesidir. Bu düşmanın adı komünizmdir.


Yeni düşmanın tehlikesi gizliliğinden geliyor ve saf insanları aldatacak düşüncesi, kanaati olmayan insanlar, o konu hakkında yapılacak propagandaya kendilerini kaptırabilirler. Bu, insan yaratılışının gereğidir. Bu kendini kaptırma, karşı bir propaganda ile düzeltilmezse daha da tesirli olur. Kimine refah ve zenginlik, kimine tatmin edilmemiş cinsi isteklerin doyurulması, kimine büyük insanlık ülküsü diye anlatıp gösterilen komünizm, birkaç saf insanları avlayabilir. Bütün bunlar Türklük yapımıza indirilmiş birer darbedir.


Türkiye’nin kalkınması davası aynı zamanda onun tekrar büyük devlet olma davasıdır. Bu sebeple, milli davayı sadece servetin daha adilane dağıtılması diye almak, milli ruhu anlamamak hatta onu inkar etmek demektir. Çünkü servet davası yalnız maddeye ilişkin olmamakla insani ihtiyaçların tamamını ifade etmekten uzaktır. Madde ile birlikte mana da olmalıdır ki, Türk toplumu ihtiyaçlarını karşılamış sayılsın.


Yalnız servet ve refah bir topluma bahtiyarlık getirmez. Olsa olsa hayvana rahatlık getirir. İsviçre çiftliklerindeki inekler de ahır, yem, bakım mükemmelliği yönünden refah içindedirler. Fakat bahtiyar sayılamazlar. Çünkü bahtiyarlık ruhi hazlarla duyulan bir haldir ve yalnız insanlara mahsustur. Ruh dediğimiz manevi değer yalnız insanlarda vardır.


Yirminci yüzyılda müsbet ilmin ve batı medeniyetinin ışığı altında, medeni milletlerin ve toplumların dine bütün varlıklarıyla sarılmış olduklarını görüyoruz. Çünkü Tanrı inancı ve dolayısıyla din, fert olarak da, millet olarak da vazgeçilmez manevi ve ahlaki büyük bir dayanaktır. Bu sebeple, bugünkü Türk dünyasının dayandığı iki esaslı temelden birisini teşkil eden İslam dininin, milli varlığımızın ayrılmaz bir parçası olduğuna inanıyoruz.


İnsanı hayvandan ayıran özellikler utanma, ülküye bağlanma ve bir iman ve fikir uğrunda ölebilme hasletleridir. Utanan insan suç işlemekten ve ayıplanmaktan sakınır. Ülküye bağlanan insan maddi sıkıntılara şikayetsiz katlanır. Bir iman ve fikir uğrunda ölen insan da kendisinden sonra geleceklerin terbiyesinde olağanüstü rol oynar. Bunların madde ile ilgisi yoktur.


Türkiye’nin kalkınmasını düşünürken, fertlerin yalnızca refahını düşünmek, memleketi kuvvetlendirmeye yetmez. Refah içinde ve ileri bir memleket, ahlak ve fikir bakımından da üstün değilse, yıkılmaya mahkumdur. Fertlerinde bir fikir için ölmek hasleti bulunmayan milletler, düşman saldırışı karşısında ölmekten kaçınacakları için, o refahtan hiçbir hayır gelmeyecektir.


Halbuki Türkler, yüzyıllar boyunca, büyük devlet kurmak ülküsünü taşımış bir millet oldukları için, onları kalkındırmak aynı durumdaki başka milletleri kalkındırmaktan daha kolaydır. Fedakarlığa dayanan kalkınma hamlesini, Türk milleti birçok milletlerden daha hızlı yapabilecek kaabiliyettedir. Fakat yüzyıllar boyunca kudretli önderler tarafından idare edilmiş olan Türk toplumu, tarihin her çağında olduğu gibi bugün de büyük kılavuzlar istemektedir.


Milli şuur ve gurura malik liderlerin en büyük faydası, toplumu aşağılık duygusuna düşmekten korumaktır. Bir millet büyük iş yapabilmek için, kendisinin büyük millet olduğu inancını duymalıdır. Atatürk devrinde, Türk milleti nüfus, servet, teknik ve kültür bakımından, bugüne göre çok geride olmasına rağmen manevi güç bakımından kudretliydi. Ve onun içindir ki, kendisinde her tehlikeyi yenebilecek inanç ve kuvveti bulunuyordu.


Halbuki önderler ve aydınlarda aşağılık duygusu olursa, o milletin kalkınmasına imkan yoktur. Çünkü kalkınma hamlelerinin boşuna olacağı kuruntusu ruhlara işlenmiş, gönüller ümitsizlikle dolmuştur.


Zafer hiçbir zaman, mahvolduklarını sananlar tarafından kazanılmaz.


Kalkınma hamlesi hiç şüphesiz bilim metodları ile olacaktır. Fakat milletimizin toplum ve fert psikolojisiyle tarihi, milli gelenekleri, toplumsal yapısı da hesaba katılmazsa, bilim metodları ile davranış başarıyı sağlayamaz. Çünkü nasıl ilaçlar, aynı hastalığa tutulmuş insanlar üzerinde aynı tesiri göstermiyorsa, bilim metodu da her toplum üzerinde aynı sonucu vermiyecektir.


Bilim metodu, öndüşüncelerden sıyrılmayı da emreder. Bu sebeple Türk milletinin siyasi rejiminin ne olması gerektiği hakkında açıkça konuşmanın zamanı da gelmiştir. Rejimler gaye değil, milletlerin saadeti için birer vasıtadır. Bu sebeple milletler, tarihleri boyunca bazan rejim değiştirmişlerdir. Bir bakıma rejim, milletlerin elbisesidir. Şahıslar gibi milletler de zaman ve mekana göre elbise giyerler. Sıcak bölgeler için pek uygun olan ketenden göğsü açık bir elbise, soğuk iklim bölgelerinde nasıl bir insanın ölümüne sebep olursa şu veya bu rejim de bazan bir milletin çökmesini hazırlayabilir.


Bugün içinde bulunduğumuz siyasi ve toplumsal şartlara göre bize en uygun gelen toplum elbisesi yani rejim, demokrasidir. Milletimizde bu fikir günden güne yerleşip kökleştiği gibi, birlikte hareket etmeye mecbur olduğumuz müttefiklerimizin rejimi de budur.


Fakat demokratik rejimde kalmaya kararlı oluşumuz, demokratik olmayan eski tarihimizi ve bize övünç veren kahramanlarımızı saygı ile anmamıza engel olamaz. Çünkü geçmişini hor gören bir millet, ancak şerefsiz insanlardan kurulu bir topluluk olabilir.


Şunu da gözden uzak tutmamalıyız ki, demokrasinin başarılı olması, toplumdaki milli şuurun kuvvetiyle orantılıdır.


Türk milletinin kalkınması derken, bu harekete, gönülleri heyecanla çarpıştıracak ve yurttaşları fedakarlığa ve hatta kahramanlığa sürükleyecek bir anlam vermek için kalkınma hedefinin Büyük Türkiye olması birinci şarttır. Kültürü, bilimi, tekniği ile birlikte ahlakı ve erdemi ile de ileri ve üstün olacak Türkiye… Yoksa sadece refah ve zenginlik için yapılacak hamlenin, bir ticaretevi hareketinden farkı yoktur.


Devlet ile ticaret kurumu başka başka şeylerdir. Ve devlet olmayı ticaret kurumu olmakla karıştıran topluluklar, daima başkalarının gölgesinde yaşamaya ve ilk darbede yıkılmaya mahkumdurlar.


Devlet sahibi Türkler olarak siyasi sınırlarımız dışında kalan Türklere karşı ilgisiz kalamayız. En küçük, güçsüz ve yeni devletlerin bile sınırdışı soydaşlarına karşı ilgisi varken, henüz bağımsız bile olmayan Cezayir, ne Sahra’da, ne de kıyılarındaki Fransız sermayesine ve çoğunluğuna karşı bir hak tanımazken, tarihin en büyük imparatorluklarını kurup birçok milleti idare etmiş bir toplum olarak, siyasi sınırlarımız dışındaki Türkleri düşünmek vazifesinden asla geri kalamayız.


İmzamızı attığımız Birleşmiş Milletler Anayasasına dayanarak, siyasi sınırlarımız dışındaki Türklerin de bağımsız olmak ve yabancı hakimiyetinden kurtulmak davalarını desteklemek hem milli borcumuz, hem de insanlık görevimizdir. Henüz yamyamlık devresini bile bütün bütün atlatamamış olan toplumların devlet kurma hakkı tanınırken, medeni ve üstün kabiliyetli millet olan Türklerin şurada burada tutsak hayatı sürmelerini kabul edemeyiz. İyi çalışan ve şuurlu ellerde bulunan bir Türk hariciyesinin, bu hakkı bütün dünyaya tanıtacağından eminiz.


Bugünkü çok tesirli silahlar karşısında savaşı istememekle beraber, artık bir daha savaş olmayacak diye yapılan propagandalara inanmayız ve bu propagandayı, bizi gevşetmek için yapılmış bir düşman hilesi sayarız. Askeri hazırlıkların alabildiğine arttığı bir dünyada, dünyayı karıştıran hain kuvvetler tasfiye edilmedikçe, savaşın daima yapılacağına inanmış olarak, milletimizin askerlik geleneğine tekrar dönmeyi lüzumlu buluruz.


Askerlik geleneği bugünkü milletlerin hepsinden eski bir millet olarak ordumuzun yeni baştan ve bize layık şekilde düzenlenmesine ve müttefiklerimiz ile standart silahlar kullanmak mecburiyeti dışında, askeri özelliklerimizin korunmasına şiddetle taraftarız. Askerlik çok şerefli ve güç bir meslek olduğu için, subay ve astsubaylarımızın erdemli aile çocuklarından seçilmesini ve fedakarlıklarına karşı bazı imtiyazları bulunmasını doğru buluyoruz.


Büyük devlet olmanın şartlarından biri de zengin ve kudretli bir dile sahip olmaktır. Milli ihmaller dolayısıyla gelişmemiş olan kökü kuvvetli dilimizi, büyük bir bilim ve sanat dili haline getirmek ihmal olunamıyacak bir davamızdır. Ne melezleştirilmiş eski dil, ne de öztürkçe denilen uydurma dil, büyük bilim ve edebiyat dili olamaz. Terimleri Türk köklerinden üretme, konuşma dilinde Türkçeyi veya Türkçeleşmişi seçme esasında olan “Arınmış Türkçe” ye taraftarız. İnsanın yüreği ne ise, milletin dili de o olur. Bu değerli varlık, gerçek değerlerden meydana gelecek bir akademi ve milli şuura malik uzmanlar ve sanatçılar eli ile korunmalıdır.


Millet olarak yaşamak isteyen toplumlar, kendi milli özelliklerini kıskançlıkla korurlar. İskoçların etek giymesi, Hintlilerin bize garip gelen kıyafetleri gibi, biz de Türk kültürüne ait özelliklerimizi saklamaya, milli tarihimizin kadrosunu çizmeye ve gerekirse, dilimizin bütün inceliklerini ifade edebilmek için alfabemize bir iki harf daha katmaya taraftarız.


Milli gelirin adaletle üleştirilmesi, Türk toplumu için de elbette milli bir gayedir. Ferdi ihtiyaçların rahatça karşılanabildiği, refahın yaygın bulunduğu bir ülkede, toplumsal adalet davası gerçekleşmiş olur ve böyle bir davadan bahsetmeye de lüzum kalmaz. Bu sebeple, bir yandan toplumsal adalet tedbirleri alır ve onları sağlam kanuni esaslara bağlarken, diğer taraftan da eğitim ve öğretimi yayarak ve ayrıca memleketimizi iktisadi alanda hızla kalkındırarak, toplumsal adaletin ortamını hazırlamamız gerekir. Aksi takdirde toplumsal adalet davasının, özellikle geri ve yoksul ülkelerde, komünizm silahı haline geleceği asla unutulmamalıdır.


Çünkü komünizm, yoksulluk, gerilik ve bilgisizlik bataklıklarından açan bir çiçektir.


Sosyalizmin, komünizmi önlediği yolundaki iddialar doğru değildir. Amerika’da sosyalist bir parti olmadığı, rejim tamamen kapitalist ve liberal esaslara dayandığı halde komünizm yoktur. Toplumsal adaletin tam veya çok miktarda uygulandığı memleketlerden Kanada’da Liberaller ve Muhafazakarlar; Belçika’da Hırıstiyan Demokratlar, Avusturya’da Katolik Halkçılar, İngiltere’de Muhafazakar (1950’den beri) hakimdir. Bu memleketlerin çoğunda sosyalistler küçük birer partidir.


Partiler ve sosyalizm hakkında tecrübesi olmayan geri memleketlerde ise sosyalizm, komünizmin öncüsü rolünü oynamaktadır. Küba’da olduğu gibi… Bu sebeple, demokratik düzen içinde ve huzurla gelişme isteğini duyduğumuz bir zamanda, bize türlü huzursuzluklar getirip memleketimizi komünist yapmaya çalışacak sosyalizmin aleyhindeyiz.


Memleketimizdeki bütün sosyalist hareketlerde komünizmden hüküm giymiş sabıkalıların bulunması, en büyük delilimizdir.


Sosyalizmin aleyhinde olmamızın önemli bir sebebi de, bizim memleketimizde sosyalizmin tamamiyle kozmopolit şahıslar yetiştirmesi ve sosyalizmin milliyet aleyhtarlığı olarak ortaya çıkarılmasıdır. Büyük bir tarihin varisi olarak ortaya çıkarılmasıdır. Büyük bir tarihin varisi olarak Türk kalmaya azmetmiş bulunduğumuz için, bizi milliyetimizden uzaklaştırmak isteyen ve Türklüğü birinci plana almayan her fikir ve her ülkünün karşısındayız.


Yüksek bir millet haline gelmenin diğer bir özelliği olarak sağlam kanunlar koymak ve kanuna saygıyı inanç haline getirmek için, her türlü tedbirin alınmasına, tercüme kanunlara değil de milli örften çıkarılan ve çağdaş hukuk prensiplerine dayanan yasalara taraftarız. Kanunlar devleti, milleti, milli kültürü, ahlakı, düzeni, aileyi, fertleri şerefi ve hakları koruyacak kanunlar olmalı; adalet ölçüsü en kesin terazi ile sağlanmalıdır.


Devlet, nazari olarak, vatandaşların hayatını koruyup saadetlerini sağlamak için kurulmuş bir müsesse olduğundan, her Türk’ün sağlık, hastalık ve işsizliğe karşı sigortalanması şeklindeki toplumcu anlayışımızı huzuru sağlayacak en temelli faktör olarak sayıyoruz.


Toprak, devletin temeli olduğundan, toprakla uğraşanların temel korunur gibi korunması ve kalkındırılması şarttır. Milletimiz göçebe zamanlarda bile toprak mülkiyetini kabul etmiş olduğu için, bu mülkiyetin devamı, sosyal yapımızın icaplarındandır.


Sonuç olarak “Milli Kalkınma” programımızı şöylece özetliyoruz:


1. Türkçüyüz.


2. Arınmış Türkçeciyiz.


3. Yasacıyız.


4. Toplumcuyuz.


5. Milli gelenekçiyiz.


6. Şuurlu demokrasiye taraftarız.


7. Ahlakçıyız.


8. Bilimciyiz.


9. Teknikçiyiz."

24 Ağustos 2021 Salı

HARİTADA BİR NOKTA (SAİT FAİK ABASIYANIK)

Çocukluğumdan beri haritaya ne zaman baksam gözüm hemen bir ada arar; şehir, vilayet, havali isimlerinden hemen mavi sahile kayar… Robinson Krusoe’yi okumuşumdur herhalde; unuttum gitti. Onun zoruyla mavi boyaların üstünde bir garip ada ismi okuyunca hülyaya daldığımı sanmıyorum. Romanlar yüzünden adaları sevdiğimi pek ummuyorum ama belki de o yüzdendir. Haritada ada görmeyeyim. İçimdeki dostluklar, sevgiler, bir karıncalanmadır başlayıverir. Hemen gözlerimin içine bakan bir köpek, hemen az konuşan, hareketleri ağır, elleri çabuk, abalar giymiş bir balıkçı, yırtık bir muşamba kokusuyla beraber küpeşte tahtaları kararmış, boyası atmış, ağır ve kaba bir sandal, sandalın peşini bırakmayan bir kuş, ağ, balık, pul, sahilde harikulade güzel çocuklar, namuslu kulübeler, kırlangıç ve dülger balığı haşlaması, kereviz kokusu, buğusu tüten kara bir tencere, ufukları dar sisli bir deniz…

Tabiat çoğunca dosttur. Düşman gibi gözüktüğü zaman bile insanoğluna kudretini ve kuvvetini tecrübe imkânları veren, yüz vermez bir babadır; fırtınasında kayığını batırdığı zaman yüzmesini, rüzgârında kulübenin damını uçurduğu zaman daha sağlamı, daha hünerliyi bulmayı öğretiyor, canavarıyla karşı karşıya bıraktığı zaman adale kuvvetini sınıyordur. Orada dört tarafı suyla çevrili yerde insanların büyük, sağlam dostluklar, sağlam adaleler, namuslu günler ve gecelerle birbirlerine sokulmalarını, yardımlaşmalarını buyuran rüzgârlar, fırtınalar, deniz canavarları, kayaları günlerce, haftalarca döven dalgalara ancak tabiatın buyurduğu şekilde yaşanabileceğini, sıkı ve sağlam adalelerin çelimsizlere yardım için, keskin aklın daha kör, daha mülayim, daha gürültüsüz ve yavaş akla, hatta akılsıza arkadaşlık için verildiğini, çorbanın çorbasızlarla taksim edilmek için mis gibi koktuğunu öğreten, belki de öğretmeden öyle iyi, öyle mübarek anadan doğulduğunu hayal ettiren bir düşünceyle haritalardaki maviliğin ortasında, kocaman kıtaların kenarındaki büyük denizlerin bir tarafına kondurulmuş adalara bakar, kurar dururdum.

Yatak odama da bir tane asmışımdır; geceleyin yatmadan önce okuduğum kitaba inanmazsam, canım sıkılır da gözümü kitaptan kaldırırsam haritaya gözüm ilişsin diye. Haritayı görünce bir nokta ada, ada görünce de hemen fırtınaları, rüzgârları, uğultuları, köpekbalıklarını, sonra birdenbire adanın namuslu insanlarını hatırlayıveririm. Haritada herhangi kargacık burgacık şekil almış adalara karasevdalıya kurşun döken bir ihtiyar kocakarının aklı veya sezişleriyle dalar, bir şeyler bulup çıkarırım a, daha çok şekilsiz, ancak bir nokta gibi gözüken adalar merakımı çeker.

Bir gece ansızın bir motor katranlı bir iskeleye yanaşır, ışıkları kan portakalı kırmızılığında yanan haritadaki nokta adaya çıkıveririm. Hemen üç günlük sakalı pırıl pırıl beyaz, orta yaşlı bir adam yakaları kalkık, gocuklu bir paltoya gömülmüş yüzüyle gülerek yanıma yaklaşır.

– Geldin mi, kardeş? der.

– Geldim, ağam, derim.

– Artık gitmeyeceksin ya?

– Aaah, derim, bir daha mı?.. Bir daha mı?..

– Adamızdan iyi yoktur.

– Yokmuş, ağabey, derim.

– Babam sizlere ömür…

Gözümüz bulanmış, tahta havalesinden hiç gözükmeyen bahçeli bir eve gireriz. Bir asma çardağın altından geçeriz.

– Ben bir elimi yüzümü yıkayayım hele… der, eve girmeden sağ kolda bir çeşme vardır, hatırlayıverir, yönelirim.

Heyecandan, üzüntüden, utançtan, titreye titreye, yüzüme suyu çarpa çarpa yıkanırım. İki üç kişi boynuma sarılır. Komşular seslenir. Ürkütülmüş tavuklar bağırır, anam ağlar, ağam ekmek keser, bacım bardağı doldurur, ben duvardaki ağları seyre dalarım.

– Hava bugün lodos muydu, ağabey? derim.

– Başlarken lodos başladı. İkindiye doğru batıya çevirdi. Şimdi batı karayelden esiyor ama çevirecek, karayele çevirecek.

– Sonu kar mıdır, ağabey, karayelin?

– Geldiğin yerlere kar amma bize pek yağmaz… Sen nasılsın bakalım? Rengin iyi maşallah!

– Çok şükür ağabey!.. Köy nasıl?

– Bildiğin gibi gardaş! Hep öyle… Çocuklar iskambile dadandı, başka bir kusurcukları yok.

– Parasına mı oynarlar ki?

– Yok be anam! Para nerede ki, parasına oynasınlar. Balığına oynarlar, misinasına oynarlar, çaparasına oynarlar, olta iğneciğine oynarlar. Hele bir oynaya görsünler parasına da…

Hani Frenklerin “l’enfant prodigue” dedikleri bir oğlan vardır. Ben o çocukmuşum; israftan, delilikten, serserilikten dönmüşüm gibi olurum yatağımın içinde. Işığı söndürmemle uykumun başlangıcı arasına güneşli bir sabah, kayıklar, bütün bir balıkçı köyü halkı dolar. Kalkık uçları çiçekle balık resimli çifte kayıklar, bir anda uzaklaşır.

Bugün deniz, yüz veren bir anne gibidir. Bu kadar naz etmemeli, bu kadar yüz vermemeli, bu kadar ışıklı, bu kadar sakin, bu kadar lastik çizme gibi pırıl pırıl olmamalı deniz. Bunun yarını var. Dalga kırık cam parçaları gibi keskin ve soğuk vurduğu zaman olacak, o canavar su, baştan girip kıçtan çıkacak.

İşte çocukluğumun ve ilk gençliğimin haritalarındaki adalar beni, sonunda bir gün özlediğim gibi bir adaya tesadüfen bırakıverdiler. Yaşım orta yaşı bulmuştu ama nihayet asıl yuvama dönmüştüm. Sanki on dört yaşında sarışın bir oğlanken basıp gitmiştim. Bir motor beni alıp büyük şehirlere götürmüştü. Yaşamıştım. Cebim para görmüştü. Kadın görmüştüm. Şehvet tatmıştım. Kumar görmüştüm. Hırsızlık, mahpusane görmüştüm. Kerhane görmüştüm. Yankesicilerle, hırsızlarla arkadaşlık etmiştim. Sulanmışlar, sulanmıştım. Aç yatmıştım. Para çalmıştım. Irza geçmiştim. Sevmiş sevilmemiştim. İşte bitkin, işte yorgun, işte hepsini hepsini yitirmiş; gittiğim motorla yine geri dönmüştüm.

Şimdi namuslu insanların arasında başım önüme eğilmiş, gülmeden, eğlenmeden, müsamaha dolu, kötülüğü göz kırpışından anlayınca cesaretten canavar kesilecek bir insan haliyle sessiz, sakin, ağzına vur lokmasını al bir halde balığa çıkacak, iyiliklere hasret duya duya ömrümün sonunu burada kesik bir son nefesle bahtiyar bitirecektim.

Sonbahar uzun ve güzel geçti. Çardaklardaki yapraklar kırmızının en son haline doğru ağır ağır kızara kızara, kırmızının renk oyunları içinde, düşmeden önce ne kadar sallanıp durdular.

İnsanlara ağır ağır sokulmaya çalışıyordum. Babadan kalma ev, anamın sayesinde gürül gürül işliyordu. Bense, orada kafamı kuma sokmuş devekuşu gibi oldum önce. Artık bütün günümü ve gecemi burada geçirecektim. Etrafımı çeviren insanların hepsini kendimden çok iyi, çok namuslu, hani demin söylediğim evine dönen “müsrif çocuk” ruhuyla seyrediyordum. Niyetim, yazı yazmak bile değildi. Balığa çıkacaktım. 10 kuruşa kahve, 20 kuruşluk köylü cıgarası içecektim. Kaybettiğim her şeyi; insanlığı, cesareti, sıhhati, iyiliği, saffeti, dostluğu, alın terini, sessizliği yeniden bulacak, belki yeniden bir adam olmasam bile bir temiz hayatın içinde hayran, meyus ve mahcup ölümü bekleyecektim. Aklıma ara sıra esen yazı yazmak arzusunu, arzusunu değil kötü huyunu, bu tek kötü huyu muvaffakıyetler, şöhretler düşünmeden, “düşünürsem Allah canımı alsın!” düşüncesiyle yeniden bulabilirsem, kalemsiz kağıtsız dağlara fırlayacak, balığa çıkacaktım. Yazmayacaktım. Biliyordum ki, insanlar beni pek sevmeyeceklerdi. Bir adam ki onlar gibi değildir. Balığa çıkacak olsam, “Koca evi barkı var. Ne bok yemeye balığa çıkar? Deli midir nedir? Pay da almaz” diyeceklerdi. “Baba fırını has çıkaran enayi, çalışmıyor, bereket ki, anası var, yoksa satar savar sürünür” diyeceklerdi. Hiçbir zaman yeniden damla damla, dakikaları duya duya, sıkıla patlaya; rüzgârı, balığı, denizi, ağı seve seve ölümü beklediğimi bilmeyeceklerdi.

Ne zararı vardı. Ben onları hayalimde adanın insanlarıyla ölçe ölçe, en büyük kusurlarını müsamahasızlıklarında bularak mahcup sevecek; bir cıgara, bir ada çayı, bir kâğıt oyunuyla rüzgârlı günü bitirdikten sonra yatağıma yeni doğmuşçasına günahsız, hatıraları kova kova; iyileri, kahramanları, namusluları, hak yemezleri, alın teriyle sert tabiattan kavga ve dostlukla ekmeğini çıkararak, birbirlerine fedakârlıklar ederek yaşayanları seyirden duyduğum hazla derin ve rüyasız bir uykuya dalacaktım. Sabahleyin yine rüzgârlarla, yağmurla uyanacaktım. Camları buğulu bir kahvenin içinde elleri nasırlı, yüzleri güneş ve rüzgârla çizgili insanların arasında bugünü de bir günah, daha doğrusu bir kötülük işlemeden bitirecektim.

Onların arasına seyirci sıfatıyla sessizce karışarak oldukça mesut yaşadım. Şehre bile inmiyordum. Her şey tahayyül ettiğim gibiydi. Yalnız pay meselesinde çirkin hadiseler geçtiğini işitiyor, onu da duymamazlığa geliyordum.

Bir sabahtı. Kayık hülyalarımdaki gibi balıktan dönmüştü. Çevaleler vapura verilmişti. Şimdi ağları denize çarpa çarpa yıkıyorlardı.

Balıkhanede hiç tutmayan, fiyat bile verilmeyen on, on beş dülger balığı kayığın küpeştesinde hâlâ canlı, ince, zar gibi kanatlarıyla titreşiyorlardı. Biraz sonra işlerini bitirmiş olacaklar, hepsi orta parmaklarına birer dülger balığı takarak çekip gideceklerdi. Umduğum gibi dülger balığı çorbası çok evlerde tütecekti.

Kayığı temizleyenler sekiz kişiydi. Yedisi bizim adadandı. Sekizincisi zayıf, sarı, hastalıklı adamı hiç görmemiştim. Ne kadar dostça, ne kadar içten bir sevgiyle çalışıyordu.

Balığın bol çıkmaya başladığı duyulduğu zaman dışardan da insanlar gelirdi. Dışardan ırıba katılanlar pay almazlardı. Irıp tayfasıyla reis, gönüllerinden ne koparsa o kadar balık verirdi kendilerine.

O adam da bir dülger alabilmek, bu balığı hak edebilmek için elinden geleni yapıyordu.

Nihayet iş bitti. İki büyük dülger balığını reis kıç altına attı. Tayfalardan birine:

– Bunu bize götür sonra, dedi, ötekilerini pay yap.

Üçer tane alanlar oldu. Dışardan gelen bir tane versinler diye bekledi. Yüzünde tatlı bir gülümseme ve çalışmaktan doğabilmiş hafif bir kırmızılık vardı. Bu kırmızılık pay dağıtan adamın elinde tek balık kalıncaya kadar adamın yanağında durdu. Sonra birdenbire uçtu. Yüzündeki gülümseme önce tehlikeli bir halde dondu. Sandım ki, böyle, bütün ömrünce böyle donuk bir tebessümle kalıverecek adam. Gülümseme birdenbire yüzünde bir meyve gibi çürüyüverdi. Gözleri hayretle büyüdü. Son balığı, kayıktaki adam rıhtıma fırlatmıştı. Adamın yüz ifadeleri neredeyse yine eski temiz, memnun halini, taze meyve halini alıverecekti. İki adım attı. Elini balığa doğru uzatmak üzere eğildi. Ama ötekilerden, başparmağına irisinden bir tane dülger balığı takmış birisi, kocaman çizmeli ayağını dülger balığının sırtına bastı.

– Ne o? dedi, hemşerim. Dur bakalım. Dağdan gelip bağdakini kovmayalım.

Adam elini çekti. Bir şey söylemedi. Söyleyemezdi. Söyleyecek halde değildi. Rıhtım kahvesine doğru yürüdü. Dışarıdan kahvenin önündeki seyircilerden biri seslendi:

– Bırak yahu! O adam da çalıştı. Veriver bir tane, ne olur? Kalkmış nerelerden gelmiş işte.

– Ne yapalım, gelmesinler. Kırmızı götlüyle davet mi ettik biz bunları? O balığın bir iki buçukluğu var. Balık çıkmadığı zaman yanaşmıyorlar ağı temizlemeye hiç. Yağma yok hemşerim!

Kayıktakilerden hiçbiri kalkıp da, “Ayıptır yahu, ver adama” demedi.

Bir ikisi, en umduklarım konuşacak gibi oldular. Bekliyordum. Şimdi umduklarımdan birisi payına düşen balıktan birini, en küçüğünü adama doğru fırlatacak diye bekledim. Reis kahvenin önünde kahvesini öttürüyor, kayığın asıl tayfasına keyifle bakıyordu.

Hadiseye karışan adam:

– Ayıp yahu,dedi, ayıp!

Bu sefer konuşacaklarını, hatta paylarına düşen balıklardan en küçüğünü fırlatacaklarını sandıklarımdan biri:

-Sen karışma bakalım babalık! Fazla söylenmeye başladın. Ayıp ne demek? Ayıp yorgan altında.

– Babanızın malı mı bu deniz, sizin?

– Onun babasının malı mı?

– Değil ama, gelmiş kayığınızda çalışmış bir kere.

– Kim gel de çalış demiş ona, gelmeseydi.

Balık verilmemiş adam, kahvenin bir iskemlesine çökmüştü. Kahveci başına dikilmişti. Kahveciye “Kalkacağız, kalkacağız,” dedi.

Ayağa kalktı. Kendisi için laf işitmiş adama, “Zararı yok, hemşerim,” dedi. “Zararı yok. Vermesinler, istemez.”

Gözüken vapura doğru yürüdü. Küçük adımlarla bir Şarlo gibi seğirterek uzaklaştı.

Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.


1952


11 Ağustos 2021 Çarşamba

ÖREKE



Argo, dili zenginleştirir ve kelimelerin kıymetini artırır. Hatta bazen başlı başına dil olarak da değerlendirilebilir. Bugünkü unutulmuş kelimeyi Türk argosundan ödünç alacağım: Öreke. 

Genelde, içinde 'ebe'lerin de geçtiği tamlamalarda karşımıza çıkan öreke kelimesinin anlamı için Şemseddin Sami üstadın Kâmûs-ı Türkî'sine başvuruyoruz:

"öreke: yahut örike. [ "örmek"den mi yoksa Rumca Póxa'dan mı?] kadınların büktükleri yün ve keten vesâireyi taktıkları tepesi çatal değnek ki bellerine sokarak sol elleriyle o yünden birer parça çeker ve sağ elleriyle ikiye çevirerek bükerler, müfettele. ebe örekesi= câhil ebelerin doğurttukları kadınları oturttukları bir cins iskemle. öreke taşı= denizde yassı kaya."

Örekeyi yalnızca gerçek anlamıyla göreceğiniz bir hayat dilerim. Bir başka unutulmuş kelimede görüşmek dileğiyle...

3 Ağustos 2021 Salı

KARA BİR GÜN (SÜLEYMAN NAZİF)

“Kara Bir Gün” yazısının 9 Şubat 1919’da Hâdisât Gazetesi’nde yayınlanan özgün hâli

8 Şubat 1919, Türk’ün tarihine kara bir gün olarak geçti. İstanbul’daki Fransız işgal orduları komutanı Franchet d’Esperey atına binerek bir fatih edası takındı, şehirdeki Rum ve Ermeniler ise “fatihlerini” törenle karşılayarak “onurlandırdı.” İstanbul zaten İtilaf Devletlerinin işgalindeydi. Yapılan, ucuz bir şov ve Türk’e hakaretten başkası değildi.

Şehirde o gün matem havası esti. Yapılan terbiyesizlik kadar buna bir cevap verilememiş oluşu da vicdanları sızlatıyordu. Daha öncesinde valilik gibi görevlerde bulunan fakat yazı ve şiirleriyle de milletçe tanınan Süleyman Nazif bu matem havasını dağıtacaktı. Fransız generalinin merasiminin ertesi günü aşağıda verdiğim “Kara Bir Gün” yazısını yayınladı. (9 Şubat 1919- Hâdisât Gazetesi)

Bu yazıdan sonra milli ruh canlandı. Tabii Fransız generali de çılgına döndü. Süleyman Nazif’in bulunmasını ve yok edilmesini emretti. Nazif birkaç ay kaçak yaşadı. Kaçaklık devresi İngilizlerin eline düşmesiyle sona erdi. İngiliz ve Fransızların çekişmesi sebebiyle kurşuna dizilmedi. Fakat Malta’ya sürgün edilmekten kurtulamadı.


“Kara Bir Gün” yazısının Latin harflerine aktarılmış hâli:

“Fransız generalinin dün şehrimize vürûdu münasebetiyle bir kısım vatandaşlarımız tarafından icra olunan nümayiş, Türk’ün ve İslam’ın kalbinde ve tarihinde müebbeden kanayacak bir ceriha açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüzün ve idbârımız şevk ve ikbale münkalib olsa yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzün ve teessürü evlad ve ahfâdımıza nesilden nesile ağlayacak bir miras terk edeceğiz.

Almanya orduları 1871 senesinde Paris’e dahil olarak, -Büyük Napolyon’un neşide-i mütehaccire-i muzafferiyâtı olan- tâk-ı zafer altından geçerlerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti. Ve bizim dün sabah saat dokuzdan on bire kadar hissettiğimiz ye’s ve azabı duymamıştı. Çünkü (Fransız) nâmını taşıyan her ferd, çünkü yalnız Hristiyanlar değil, Yahudi Fransızlarla Cezayirli Müslümanlar, o matem-i milli karşısında aynı telehhüf ve hicab ile ağlamış ve kızarmışlardı.

Biz ise mevcûdiyet-i milliyye ve lisâniyelerini bizim âlîcenabımıza medyûn olan bir kısım halkın hay-huy şemâtetiyle bu mâtem-i muazzezimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. (Buna müstehak değildik) diyemeyiz. Müstehak olmasaydık, bu felakete düçâr olmazdık.. Her milletin sahâif-i hayatında birçok ikbal ve idbâr sahîfeleri vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva’yı (Şarlken)’in mahbesinden kurtarmış ve koca Viyana şehrini kerrât ile sarmış bir ümmetin defter-i mukadderâtında böyle bir satr-ı elîm de mestûr imiş. Her hal muhavveldir. Araplar’ın güzel bir sözü var:

“Isbır feinne’d-dehre lâyesbır” (Sen sabret, çünkü zaman sabretmez) derler.”

 
“Kara Bir Gün” yazısının günümüz Türkçesine uyarlanmış şekli:

‘‘Fransız generalinin dün şehrimize gelişi dolayısıyla bir kısım vatandaşlarımız tarafından yapılan gösteriler, Türk’ün ve İslam’ın kalbinde ve tarihinde sonsuza kadar kanayacak bir yara açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüznümüz ve bahtsızlığımız sevince ve mutlu bir talihe dönse bile, yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzünle üzüntüyü çocuklarımıza ve soyumuzdan gelecek olanlara nesilden nesile ağlanacak bir miras olarak terkedeceğiz.

Almanya orduları 1871 senesinde Paris’e girdikleri sırada, Büyük Napolyon’un zaferlerini kutlamak için dikilmiş olan zafer takının altından geçerlerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti. Bizim dün sabah saat dokuzdan on bire kadar hissettiğimiz üzüntüyü ve azabı duymamıştı. Çünkü ‘‘Fransız’’ namını taşıyan her kişi, yalnız Hristiyanlar değil, Yahudi Fransızlarla Cezayirli Müslümanlar, o millî matem karşısında aynı keder ve utanç ile ağlamış ve kızarmışlardı.

Biz ise millî varlıklarının ve dillerinin devamını bizim âlîcenaplığımıza borçlu olan bir kısım halkın hay-huy şamatasıyla bu aziz matemimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. ‘‘Buna müstehak değildik’’ diyemeyiz. Müstehak olmasaydık, bu felakete düşmezdik. Her milletin hayat sayfalarında birçok talihler ve bahtsızlıklar vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva’yı Şarlken’in zindanından kurtarmış ve koca Viyana şehrini defalarca kuşatmış bir ümmetin kader defterinde böyle bir kederli satır da gizli imiş.

Araplar’ın güzel bir sözü var: ‘Isbır feinne’d-dehre lá yesbır’ (Sen sabret, çünkü zaman sabretmez) derler.”


16 Temmuz 2021 Cuma

YILMAZ ÖZTUNA'NIN KALEMİNDEN H. NİHÂL ATSIZ


Rahmetli Yılmaz Öztuna, Atsız'ın en yakın dostlarındandı. Öztuna'nın kelimeleriyle "24.5 yıl" arkadaşlık ettiler. Bu dünyadaki dostlukları Atsız'ın ölümüyle son buldu. 

Atsız öldüğü zaman, Öztuna Hayat Tarih Mecmuası'nı çıkarıyordu. Atsız'a dair -aşağıda okuyacağınız yazıyı- ilk defa bu dergide yayınladı. (Mart 1976, Sayı:3)  Daha sonra aynı yazıyı Türk Tarihinden Portreler isimli kitabına da aldı. Adı geçen kitabın 319-329. sayfalarından aynen iktibas ediyorum


"5-20 Aralık 1975 günlerinde, Japonya'da idim. Cumartesi gecesi Ankara'daki evime geldim. Gece yarısından sonra, birikmiş mektupları okumaya başladım. Bu arada Atsız'ın Aralık tarihli bir sahifelik mektubu vardı. Okudum ve buruşturup kâğıt sepetine attım (hiçbir mektubu saklamam). Eşim hiçbir şey söylemedi. Ertesi pazar sabahı, incelemek için, iki haftalık gazeteleri önüme yığınca, çok büyük tereddüt ve endişe ile, fevkalâde sarsılacağım bir şey söyleyeceğini bildirdi. Lâfı pek çok uzattıktan sonra Atsız'ın vefâtını söyledi. Haberi şöyle öğrenmiş:

Ortadoğu gazetesinin Ankara'daki muhterem mümessili Muammer Taylak Bey, telefonla "Nihâl Bey'in vefâtını" eşim Hatice'ye bildirmiş. Biz merhûmdan hep "Atsız" diye bahsettiğimiz için "Nihâl" kelimesini duyan Hatice, kim olduğunu kestirememiş, "ben zaten Atsız'ı ölümsüz gibi telâkki ederdim" dedi. galiba biraz kızan Muammer Bey, merhûmun çok yakınımız olduğunu sandığını söylemiş. "Atsız" kelimesini duyan Hatice, telefonda ağlamaya başlamış ve benim, merhûmun diğer yakın arkadaşı olan Tevetoğlu ile Uzak Şark'ta bulunduğumu bildirmiş. Hatice'den bu tafsilâtı alınca, hemen çöp sepetine kapaklanıp mektubunu çıkardım.

böylece, Atsız ile aramızdaki dostluğun maddî olan kısmı, Cenâb-ı Hakk'ın takdîri ile sona eriyordu. Tam 24.5 yıl, çeyrek asır süren bir gerçek ve nâdir tesadüf edilen dostluktu. Kendisiyle çeyrek asır önce tanışmamı anlatmak istiyorum:

1951 Haziranında, yazı geçirmek üzere Paris'ten İstanbul'a gelmiştim. 1949 Şubâtında Sâdeddin Arel'in meclisinden tanıdığım ve dost olduğum İsmail Hâmi Dânişmend'i de Bomonti'deki evinde ziyaret ettim. Demokrat Parti iktidarı, ilk yılını doldurmuştu. Millet neş'e ve ümit içindeydi. Atatürkçü bir parti idi. Yalnız Atatürk'ün ve daha önceki 2. Meşrutiyet'teki İttihad ve Terakki iktidarının milliyetçilik prensibi, son derece ihmâl edilmişti. Âdeta "hümanizma" maskesi altında kozmopolitik modası hüküm sürüyordu ki, 1938-50 rejimine uygun olsa bile, 1908-1938 rejimlerine aykırı idi. Bir çevre ve bu arada ben, Paris'te ilk yılımı geçirdikten sonra, endişede idik. Bu gidişin komplikasyonlar yapacağını düşünüyorduk ve ben, bundan emindim. O yıllarda mensûb olduğum yüksek istanbul sosyetesinde bu fikirlerimi söylediğim ve komünizmden bahsettiğim zaman, karşımda yalnız müstehzî kıvrılan dudaklar gördüm. Beni sevenler ise, Fransa'da gördüğüm komünizmden dehşet içinde kaldığımı, Türkiye için aynı şeyin bahis konusu olamayacağını, Türk milletinin hem koyu dindar, hem de tarihte en fazla Rus'la çekişmiş millet olduğunu, her ailede Ruslar'a karşı şehit düşmüş en az bir ferd bulunduğunu söyleyerek, tesellide bulundular. Fikrimi değiştirmedim. Yalnız Sâdeddin Arel fikrime ve endişelerime -bir ölçüde- katıldı. Fakat politikaya en küçük ilgi duymuyordu. İşte bunun üzerine Dânişmend'in evinde soluğu aldım.

Dânişmend, ne istediğimi, ne yapmak istediğimi sordu. İktidarın ikaz edilmesi icab ettiğini, bunun ferdî olamayacağını, nasıl bir taktikle yapılacağının müdâvele-i efkârdan sonra ortaya çıkacağını söyledim. Bu ikazın zor olduğunu, ikimiz de tarihçi olduğumuz için durumu görebildiğimizi, fakat herkesin neş'e sarhoşu olduğunu beyân etti, kimlerle görüşmek icab ettiğini sordu. Kafamda liste vardı. Bu listede iki kişi, Nihâl Atsız ve avukat İsmet Tümtürk müstesna yer tutuyordu. Atsız ne yazmışsa okumuştum ve bütün fikirlerine katılmamakla beraber, yazılarındaki karakter salâbetine hayrandım. Cenab Şehâbeddin'in oğlu olan İsmet Tümtürk'ün ise, çok kuvvetli makalelerini okumuştum ve Atsız'ın yakını olduğunu biliyordum. Merhûm Dânişmend güldü. Her ikisinin de gerçek milliyetçi ve gerçek değer olduklarını, fakat "mecnûn" olduklarını (böyle mübalâğalı tâbirleri vardı) iki yıl önce ikisi ile de münakaşa ettiklerini, o tarihten beri aralarının şeker-reng olduğunu söyledi. Isrâr ettim ve karakterini bildiğim için mübalâğalı kelime ve tavsiflerine aldırmadım. Isrârım üzerine ikisini de davet edeceğini ve benimle tanıştıracağını vaad etti. Vaadini hemen ifa etti. Birkaç gün ara ile Atsız'ı da, Tümtürk'ü de evine davet edip benimle tanıştırdı ve bütün yaz, gittikçe genişleyen toplantılarla geçti.

Atsız'la tanışmamız şöyle oldu; ben 21 yaşında idim. Atsız benden 25.5 yıl büyüktü. Dânişmend, bahse benim girmemi istemiş, davetin maksadını bile söylememişti. Atsız, adımı bile işitmemişti. O tarihten önce iki kitabımı da görmemişti. Bahse, tarihle girmek istedim. Şu an neyle meşgul olduğunu sordum. En çok 2. Mahmud'dan buyana Osmanoğulları'nın hânedan tarihleri için malzeme toplamakla meşgul olduğunu söyleyince, ben de, Osman Gazi'den buyana aynı mevzûda "yıllardan beri" malzeme topladığımı bildirdim. Yüzüme baktı ve çok sert bir ifade ile: "Jenealoji ile 10 yaşında mı meşgul olmaya başladınız?" dedi. Âşikâr ki, beni şarlatanın biri sanmıştı. Gençlik sâikasıyle çok sert cevap verdim: -beni kendisiyle akran görmediği için- bu cevabıma ehemmiyet bile vermedi. Dânişmend'e dönerek bir müddet hazırladığı kitapta 1. Abdülmecîd'in çocuklarına ait bahsi konuştu. Benim bu bahisten hiç anlamadığıma emindi. Söz sırası bana geldi. 1. Abdülmecîd'in şehzâde ve sultanlarını kronolojik sıra ile sayınca, Atsız'ın gözleri parladı. O anda beni sevdiğini çok iyi anladım ve bu sevgisini çeyrek asır içinde bir ân olsun kaybetmedim.

1951 yazındaki temaslarımızın sonu ne oldu? Bunu anlatmanın yeri bir tarih dergisi değil, bir siyâsî gazetedir. Fakat netice şöyle idi. Epey insanı biraraya getirdik. Bir gazete çıkarılmasına karar verildi. Lâzım gelen parayı sağlayacak sermayedarları avukat Seniyyeddin Başak temsil ediyordu. Her şey kararlaştırıldığı bir gün, nihâî toplantımızda İsmet Tümtürk, Seniyyeddin Bey'e açıkça hakaret etti ve bütün çalışmalarımı mahvetti. Niçin böyle davrandığını, terbiyesiz ve akılsız olmadığını bildiğimi, bunu kasden yaptığını sordum ve söyledim. Kasden yaptığını, zira gazetenin sermayedarları bakımından, milliyetçilikten çok dindarlığa mütemayil olacağını, sonunda bundan benim de memnun kalmayacağımı beyân etti. Aylarca çalışarak meydana getirdiğim bir teşebbüsün, aramızda müzakere edilmeksizin birkaç cümle ile bozulması, hayatıma tesir eden büyük hâdiselerden biridir. Atsız da toplantılara katılan bir kısım zevattan hoşlanmıyordu. Fakat bana sevgisi ve itimadından işi bozacak tek kelime telaffuz etmemişti. Bundan sonra bu kabîl hiçbir harekete geçmedim. Hiçbir teşekküle katılmadım. Şahsî dostluklarımı muhafaza ettim. Fakat Atsız'ın kurduğu cemiyetlere bile üye olmadım. Bugüne kadar, Türkiye'de büyük eserlerin münferid çalışmaların neticesi olacağı hakkındaki fikrimi değiştirmedim. Şuna kaniim; bir Türk çok şeydir, iki Türk az şeydir, üç Türk daha çok kavga eder. Bir Alman hiçe çok yakındır, iki Alman az şeydir, üç Alman çok şeydir. Atsız'ın o zamanki cemiyetlerini 1960'dan önce mevcut malî imkânlarımla destekledim, fakat toplantılarına gitmedim. Kim bilir, belki o kuruluşlara girseydim, Atsız'la mevcut çeyrek asırlık lekesiz dostluğumuz belki yara alırdı.

Atsız'la bütün meselelerde mutâbık olduğumuzu sanmışlardır, pek çok yanlıştır. Ayrıldığımız meseleler bir hayli idi. Ama gerek o, gerek ben, çeyrek asırdan buyana bazı fikirlerimizi küçük veya büyük ölçüde değiştirmişizdir, bunun farkında olanlar azdır. Birkaçından bahsetmek isterim:

1951'de ben, Atsız ve Dânişmend, iktisâdî bahislerde dehşetli özel sektörcü, âdetâ Victoria Çağı liberalleri idik. Atsız bu bahiste arkadaşlarından ayrılıyordu. O yıl Dânişmend'in evine getirip bizimle tanıştırdığı Isparta milletvekili olan talebesi Said Bilgiç, bizim bu fikirlerimiz karşısında dehşete kapılmış ve birçok sektörde devletçi olmanın lüzumunu söylemişti. Çeyrek asırdan buyana, özel sektör mensuplarının çılgınlıklarını ve egoistliklerini göre göre ayıldık. Ben, bu sektöre mensup bir babanın oğlu idim ve babam, devletçiliğin amansız düşmanı idi. İktisâttan hayatımın hiçbir devresinde anlamadım. Bu tesirle liberal fikirli olduğumu sanıyorum. Bugün batı özel sektörünü beğenmekte devam ediyorum ve Türk özel sektörüne hiçbir sempatim olmadığını açıkça söyleyebiliyorum. Atsız da -benim derecemde olmamakla beraber- aynı fikrî gelişmeyi gösterdi. Türk özel sektörünün, akılsız politikası ile, böyle kaç samimî taraftarını karşısına aldığını, ancak komünisti ve kozmopoliti himaye ettiğini anlatmak, bahsimin dışındadır.

Atsız'ın hiçbir zaman iştirak etmediğim ve Türk toplumu için zararlı olduğuna inandığım bir fikri, Kur'an'ın ve ezânın Türkçe okunması icab ettiği hakkındaki düşünceleridir. Şüphesiz Gökalp'ten gelen fikirlerdir.

Atsız, 1945 öncesinde hiç şüphesiz Türk ırkçısı idi. Bu yönü, en çok hücum edilen tarafı olmuştur. Ben hiçbir zaman kan ırkçısı olmadım. Ama ben, Atsız'ın devrinde yaşamadım, bir nesil sonrasına mensubum. Atsız'ı ırkçılığa sürükleyen, Türkiye'deki azınlıkların ırkçılığı olmuştur. Ona ve arkadaşlarına "kafatasçı" denmesi de doğru değildir. Türkiye'de kafatası ölçtüren ve ırkî neticeler çıkartan tek şahıs Atatürk'tür. 1945'ten sonraki dünya konjonktürü, Atsız'ı kan ırkçılığından bir nisbette çekerek kültür milliyetçiliğine yaklaştırmış ve inandırmıştır. Bu hususta benim devamlı tesirlerimin de müessir olduğunu düşünüyorum. zira hiçbir konuşmamızda onun kan ırkçılığına hakaret etmedim, sadece Türk kanına duyduğu sevgiyi saygıyla karşılayıp Osmanlı cihan devletinin terkîbinden, Türk toplumunun oluşmasından bahsettim. Yıllarca süren bu konuşmalarımızın yumuşak dozu, sanıyorum ki onun kültür milliyetçiliğine, Türk kültürünü benimseyen ve seven herkesin gerçek Türk olduğuna pek çok inandırmıştır. Osmanlı tarih ve kültürünü fevkalâde iyi bilmesi, bu noktaya gelmesine ve anlaşmamıza sebep olmuştur. Osmanlı tarih ve kültürünü az bilseydi, iyi tanımasaydı, bu mümkün değildi. Daha da ileri gittim: kendisine bir Giresun Belediye Reisi Yorgi Paşa'yı anlattım. Yarım saat anlattım. "Bu adam şimdi tarih bakımından Yunanlı sayılır mı?" diye sordum. "Haklısınız, Osmanlı ve Hıristiyan Türk sayılır" dedi. Ama onun ırkçılığına bu üslûpla değil, vahşîce saldıranlar, lâyık oldukları çok sert cevaplar almışlardır. Bana "Yılmaz Beğ" der ve "Siz" diye hitâb ederdi. Bütün samimiyetimize rağmen "Yılmaz" ve "Sen" diye hitâb etmek istemeyen bir kuşağın âdâb-ı muâşeret kaideleri içindeydi. Ben ve eşim kendisine "Atsız" ve "Siz" diye hitâb ederdik. Atsız'lığı Nihâl Bey'liğinden o derecede büyük, eşsiz ve sevimli idi ki…

Atsız'ın anlaşılamaması ve ısrarlı şekilde bir köşede bırakılmak istenmesi, son devir Türkiye tarihinin en zararlı hâdiselerinden biri ve sonraki komünist gelişmelerin sebeplerindendir. Bu fikrimi asla değiştirmem ve altını çizerek tekrar ediyorum. Atsız'ın "her devrin menkûbu" olması hâdisesinin fecî gelişmesinin ana çizgileri şöyledir:

Atsız, Askerî Tıbbiye'den tard edilmiş ve geç yaşında Edebiyat Fakültesi'ni bitirmiş, Köprülü'nün asistanı olarak İstanbul Üniversitesi'ne intisâb etmiştir. Hocası ve dostu, Zeki Velidî Togan'a yapılan muameleyi şiddetle protesto etmiş, profesörü Köprülü ürkerek kendisini üniversite hocalığından çıkarmıştır. Zeki Velidî sonradan Atsız'a hiçbir vefâ duygusu göstermemiştir (benim de başıma aynı şey pek çok defa geldi). Atsız'ın üniversiteden uzaklaştırılması, hem onun ilmî kariyeri, hem de fikirlerini rahat bir ortamda yapamaması bakımından, son derece zararlı olmuştur. Atatürk, bu hadiseye ehemmiyet bile vermemiş, Atsız'ın bundan sonraki yıllarda yazdıklarını okumuş, beğenmiş, kendisiyle tanışmak istemiştir. Köprülü, Atsız'ın kendisinden intikam alabileceği gibi bir vehme kapıldığı için, Atatürk'e, Atsız'ın, meclisine giremeyecek derecede sert tabiatlı bir genç olduğunu söyleyip vazgeçirmiştir. Atatürk, istidatlardan hoşlanan bir tabiata sahipti ve kimseden ürkmeyecek derecede yüksek bir maddî ve manevî dereceye yükselmişti. Atsız'la arasında hiçbir şey geçmemişti. Kendisiyle vaktiyle epey mücadele eden İsmail Hâmi Dânişmend'i bile affetmişti, İstanbul Üniversitesi'nde bir kürsü vermek istiyordu. Buna da Köprülü engel olmuştur ki, her iki şahsın da köklü ilminden çekindiği düşünülebilir. Dânişmend'in de üniversiteye girememesi, Türk ilmi için çok zararlı olmuştur.

Atsız'ın Atatürk'ün çevresine girememesi, o çevreden ve Atatürk'ten fikirler alamaması, fikirlerini yayamaması, fevkalâde zararlı olmuştur. Atatürk, heyecanlı milliyetçilere âşıktı. Zira kendisi de öyleydi. O da Ziyâ Gökalp ekolünden geliyordu. Atatürk tarafından meşrûlaştırılan ve üniversitedeki hayatı iâde edilen bir Atsız, "her devrin menkûbu" olmaz ve fikirlerini meydan muharebesi verip sertleştirmeye mecbur kalmaksızın yayar, Türk gençleri için komünizme karşı siper-i sâika olurdu.

Atsız, İnönü'nün ve onun Halk Partisi'nin en cezrî muhalifi, tamamen düşmanı idi. Bu felsefeyle iktidara gelen Demokrat Parti'nin ona ilgi göstermemesi, hele öğretmenlikten alıp kütüphane memuru yapması, Demokrat Parti'yi felâkete götüren yanlış tutumlardan biridir. Demokrat Parti'nin Atsız'dan çekinecek hiçbir şeyi yoktu. Onu milletvekili yapsaydı, çok faydalanırdı. fikir adamı olmayan partiler, silinip gitmeye mahkûmdur. Fakat Demokrat Parti üzerindeki kozmopolit tesirler şiddetli ve büyüktü. Bu çevreler, Parti'ye, iktisadî kalkınma ile bir asır iktidar kalabileceğini telkin ederlerken, Türk'e dost olmayan çevreler, okula, üniversiteye ve diğer muhitlere hâkim olmaya başlıyorlar, iktisadî kalkınmaya en küçük ehemmiyet vermiyorlardı.

Atsız, şâirlikten gelen ekseri yazarlar gibi, Türkçe'yi çok iyi kullananlardandı. Yalın, çok güzel ve açık bir dili vardı. Yüzlerce fevkalâde güzel fikir makalesi yazmıştır. Yazılarındaki şiddet dozu, onu tanımayanları ürkütmüş, düşmanlarını korkutmuş fakat aynı zamanda büyük bir hayran kitlesi kazandırmıştır. Aslında mütevazı, mahcup, merdümgirîz (misanthrope) idi. Gerçekten terbiyeli, samimî, nazik bir insandı. Zâten, yazılarında son derecede şiddetli olanların ekserisinin böyle olduğunu tecrübeyle, onlarla tanışarak anlamışımdır.

Bu kadar büyük, hayatımda nâdir gördüğüm bir yüksek ahlâkta, kıskançlık ve hased gibi her on insanın dokuzunda bulunan nakıysalardan tamamen uzak, müstesna yaradılışlı bir adamın hayatta çektiği ızdıraplar ve hak ettiği bütün nimetlerden uzak tutulması, hayatımın en büyük üzüntülerinden biri olmuştur. O derecede üzülmüşümdür ki, karakterim Atsız'ınkine çok benzediği için onun bazı hareketlerini yapmamaya, o kadar sert olmamaya çok dikkat etmişimdir. Hayatımda çok az kahraman tanıdım. Yarım düzine insan bile sayamam. Bence Atsız, kahramanlığın gerçek numunesi idi. Efsane çağlarından arta kalan gerçek bir şövalye, bir alp idi. Medenî cesaret dozu çok yüksekti.

Tesirinin bugünki bir kısım neslin üzerinde hiçbir zaman silinemez izler bırakması, yalnız yazılarından dolayı değildir. Karakterinin eşsiz salâbeti, diğer bir sebeptir. Çok az fikir adamı nesillere bu derecede tesir edebilmiştir. Bu tesirler, rasyonel ve millî menfaatlere uygun şekilde kanalize edilemediyse, bunun suçlusu, hiçbir şekilde Atsız değildir. Onun fikirlerinin hiç olmazsa bir iki asır devam edeceğini ve ana hatlarının ölümsüz olduğunu sanıyorum. Milliyet duygusunun son zerresi imhâ edilmedikçe, Atsız'ın Türk milliyetçiliğindeki tesirli ve hayırlı fikirleri yaşayacaktır.

Kendisinden Mete'ye ait bir biyografi istemiştim. Bu biyografi, ihtimal son yazısıdır ve Hayat Tarih Mecmuası okuyucularına sunuyorum. Bu yazı ile beraber gönderdiği mektubun fotoğrafını da yayınlıyorum (siyâsî mahiyette iki cümleyi kapattım). Bunun da son mektubu olması muhtemeldir. Atsız'la çeyrek asır, ayda birkaç defa mektuplaştık. 1957'ye kadar benim Paris'te yaşamam bu âdete yol açmıştı. Ben, el yazım tamamen okunmaz olduğu için, her şeyimi daktilo ile yazarım. Atsız da bana daktilo ile, bazen Latin, bazen Arap harfi ile el yazısı yazardı. Son mektubu Latin harfleri ve el yazısı iledir. Mektup saklamak âdetinde olsaydım, bana yazdığı mektuplarının sayısı bini aşmış olacaktı. Birkaçını sakladığımı sanıyorum; sonuncusunu da saklayacağım. Son zamanlarda lüzumlu lüzumsuz kendisine Ankara'dan telefon açıp hasretimi gidermeye çalışıyordum. Fakat kardeşi Nejdet Sançar'ın ölümü onu yıkmıştı. Son yılda pek musır ve aylar süren ısrarlarım üzerine yanında trinitrin taşıyacağını söz vermişti. Son derece nüktedan, güler yüzlü, mizaha mâildi. Mektupları ve konuşmaları bu karakterdedir.

Kendisiyle son tanışanlardan biri Tekin Erer'dir. Birkaç yıl önce Ankara'daki evimde karşılaşmışlardı. Tekin'e şimdiye kadar niye tanışmadığını sordum. Hayrânı olduğunu, fakat tanışmaktan ürktüğünü, bu kadar nazik ve nüktedan, neş'eli bir adam olduğunu hatırına bile getirmediğini, çok sert tabiatlı olduğunu sandığını söylemişti. Atsız da birkaç mektubunda Tekin Erer'i bana övmüştür. Tekin, Atsız'ın evine son gidişinde Atsız, bir saat kadar Türk milletinin karakterini anlatan bir konuşma yapmış. Tekin, bu derece vukuflu bir konuşmayı hayatında çok az dinlediğini bana söylemişti. Ama ben, Atsız'ın böyle vukuflu, çok büyük bilginlere ve çok derin mütefekkirlere has tahlil konuşmalarına çeyrek asırdır alışıktım. Tesadüfe bakınız ki, Tekin Erer de, Dr. Fethi Tevetoğlu ve benimle beraber Uzak Doğu'daydı. Babasının çok sevdiği Atsız'ın cenazesine katılamayacağını düşünen Erer'in büyük oğlu, sessizce, kimse kendisini tanımaksızın cenazeye katılmış. Bunu duyduğum zaman çok mütehassis oldum. Aferin Fevzi'ye.

Atsız, büyük bir dil ve tarih bilgini idi. Hem dilci, hem tarihçi olanlar nadirdir ve böyleleri, tarihte çok başarılı olurlar. Atsız iyi Farsça, orta derecede Fransızca bilir, Arapça ve Almanca'yı okuyup anlardı. Türkçe'yi, tarihî ve yaşayan lehçeleri ile en iyi bilenlerden biri idi. Osmanlıca'ya ve Osmanlı şiir ve edebiyatına vukufu tamdı. Türklerin son bin yılda meydana getirdikleri on bin kitabı ya okumuş, ya incelemişti. Bu vasıfta bir bilgin son devirlerde az gelmiştir.

1958'e kadar olan biyografisini çok tafsilâtlı kaleme almıştım ki bu yazım henüz basılmamıştır. Sâdeddin Arel'den başkasının hayatında biyografisini yazdığımı da hatırlamam. Mektuplarında daima siyâsî ve şahsî nükteler dolup taşardı. Arûz ile yazdığı hiciv mısrâ, beyit ve kıt’aları, -bu mektuplarda kalmış ve ayrıca bir yere kaydedilmemişse- yırtılıp atılmıştır. Vatanı için onun derecesinde üzülüp kahrolabilen mizaçta bir insana rastlamadım.

İhtisas sahaları son derece geniş olmakla da, diğer tarihçilerimizden ayrılıyordu. Orta Asya Türk Tarihi kadar, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinin de büyük mütehassısı idi. Bilgisi nispetinde büyük kompozisyon eserleri olmaması, hayatının dağınıklığı sebebiyledir. Baş makalelerinin mutlaka toplanması lâzımdır. Tarihe ait eserlerini yayınlamak, Kültür Bakanlığı'nın en tabiî görevidir. Son zamanlarda Eski Türk Tarihi'ne ait bir kitap üzerinde çalışıyordu ve hemen hemen bitirmişti. Başlangıçtan 6. asra kadar gelen Eski Türk Tarihi Üzerinde Toplamaları'nın son 40 yılda topladığı malzeme ile genişletilip düzenlenmiş şekliydi. 2. Mahmud'dan buyana Osmanoğulları'nın tarihi, diğer büyük bir eseridir ve hiçbir kısmı yayınlanmamıştır. Ayrıca bir şâir ve romancı idi. Siyâsî tarih kadar edebiyat tarihini bilmesi, jenealoji mütehassısı ve dilci olması, eserlerinin değerini çok arttırmıştır. Bu tipte bir tarihçi artık yetişmemektedir.

Kendisine doyamadan gitti. Hayatta nâdir insana karşı bu derece gerçek saygı ve derin sevgi duymuşumdur.

Adını herkesin duyduğu, gerçek şahsiyetini az kişinin bildiği Atsız kimdi?

Bu sorunun cevabını sanıyorum en doğru cevaplandırabileceklerden biri benim. 1951 Haziran'nından itibaren en yakın arkadaşı idim. Hayatının sonuna kadar bu dostluğumuz bozulmadı. Daha açık söyleyeyim: Atsız'ın kavga etmediği tek arkadaşı benim. Zira Atsız, tipik bir kavga adamı idi. Benimle kavga etmedi. Zira dostluğumuz şahsî idi. Onun dernek faaliyetlerinden hiçbirine katılmadım.

Gerçi fikirlerimiz çok yakındı. Fakat ben dernek çalışmalarına hiçbir zaman ilgi gösterememişimdir. Yazı yazmasını severim.

Atsız, 12 Ocak 1905'te İstanbul’da doğdu. 11 Aralık 1975'de 70 yaşında İstanbul'da öldü. Karadenizli bir deniz binbaşısının oğludur.

Atsız'ın Türk fikir hayatındaki rolü, Türk milliyetçiliğinin günümüze kadar gelmesindeki hizmetidir. Atsız olmasa idi, Ziya Gökalp'in nefesinin yetişmeyeceği, bir yerde tükeneceği fikrindeyim.

Şüphesiz Atsız, Gökalp'ten çok âlimdi. Türk tarihini, kültürünü, edebiyatını ondan çok daha iyi biliyordu. Gerçi Osmanlı'yı tam mânâsıyla değerlendirememek kapital hatasında, Gökalp ile aynı çizgiye düştü. Fakat fikir adamlarını, yaşadıkları döneme göre değerlendirmek gerekir.

Atsız, 1930'larda bir Türk ırkçısı idi. O devirde geçerli bir fikir akımı idi. Bizde de binlerce iskeletin kafatasları ölçtürüldü. Türkiye'deki yabancı ırkçılığı, bu kişilerin öz yurdumuzda Türk milliyetçiliğini yasaklamak için gösterdikleri sinsi gayret, Atsız'ı bu yola sürükledi.

Ama 1950'lerin Atsız'ı, tıpkı üç ayrı Gökalp olması gibi, fikirlerini tadil etmişti. Osmanlı kültürüne yaklaşmış, Osmanlı'yı anlamış, gerçek milliyetçiliğin ırkla hiçbir ilgisi olmadığı, kültür milliyetçiliği olduğunu kabûl etmişti. Bu kabûl edişte, onun Osmanlı tarihini ve medeniyetini çok iyi bilmesi yardımcısı oldu.

Ama Atsız her devrin menkûbu durumunu muhafaza etti. Çok hata edildi. Milliyetçilik, bugün anladığımız mânâda, modern bir akımdır. Türkiye'deki geçmişi de 130 yıldan ibarettir. En büyük, en ateşli Türk milliyetçisi Atatürk'tür. Gökalp bile Atatürk'ten geride kalır. Atatürk, genç Atsız'a ilgi gösterdi. Fakat çevre, bu genç adamın Atatürk'le tanışmasını engelledi.

Sonra İnönü'nün 1944'te 19 Mayıs Nutku faciası gelir. Türk milliyetçiliğini zararlı bir akım olarak ilân etti. Bir nesil, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesine temelden aykırı olan bu fikirle yetiştirildi. Her siyâsî iktidar, Atsız'a ilgi göstermekten korktu.

Espri, nükte, mizah adamı, güler yüzlü, nazik bir mizaçta olan Atsız, tanımayanlarca öcü gibi görüldü. Birçok esprisi gerçek sayıldı. Oradan oraya sürüklendi. Mahkemelere düşürüldü. Bugünün ilim adamları için çok şaşırtıcı genişlikteki bilgi ve ihtisasına lâyık eserler veremedi. Ama Türkçe'yi en iyi kullananlardan biriydi. Edebî eserleri hâlâ en çok okunan kitaplardandır.

Hayatımda tanıdığım en dürüst, yüksek ahlâklı, asla yalan söylemez birkaç kişiden biriydi. Tanıdığım en büyük idealistti. Hiçbir maddî menfaatle ilgisi yoktu. Ruhunun, Tanrı Dağları'nın karlı doruklarına eriştiğini ve bütün Türk illerinin istiklâline kadar, Lena ile Tuna arasında dolaşacağını biliyorum."

10 Temmuz 2021 Cumartesi

MEŞHUR 24 NİSAN TELGRAFI!


Tehcir Kanunu'nu paylaştığım zamandan beri aklımda olan "meşhur 24 Nisan telgrafını" da dikkatlerinize sunuyorum. Ermeni çetecilerinin cephe gerisinde yaptığı  bozgunculuğu önlemek amacıyla, başkentten yapılan ilk müdahale olan bu telgraf, hâlen süregiden tartışmaların tam göbeğinde bulunmaktadır. 

Dâhiliye Nazırı Talât Bey tarafından hazırlanan ve Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti'nden çekilen telgraf sıraladığım şu vilayetlere gönderilmiştir: Edirne, Erzurum, Adana, Ankara, Aydın, Bitlis, Beyrut, Halep, Hüdâvendigâr, Diyarbakır, Sivas, Trabzon, Konya, Mamuretülazîz, Van. Ayrıca yine şu mutasarrıflıklara da iletilmiştir: Urfa, İzmit, Bolu, Canik, Karesi, Kayseri, Niğde, Eskişehir, Karahisâr-ı Sâhib ve Maraş. 


"Müstâ'cel, mahrem, bizzat halli

Ermeni komitelerinin Memâlik-i Osmaniye'deki teşkîlât-ı ihtilâliye ve siyâsiyeleriyle öteden beri kendilerine muhtâriyet-i idare teminine mâtûf olan teşebbüsleri ve ilân-ı harbi müteâkib Taşnak Komitesi'nin Rusya'da bulunan Ermenilerin derhâl aleyhimize hareketi ve Memâlik-i Osmaniye'deki Ermenilerin dahi ordunun dûçâr-ı zaaf olmasına intizâr ederek o zaman bütün kuvvetleriyle ihtilâl eylemelerine dâir ittihâz ettikleri mukarrerâtları ve her fırsattan istifade etmek suretiyle memleketin hayat ve istikbâline tesir edecek hareket-i hâinâneye cür'etleri bilhassa devletin hâl-i harbde bulunduğu şu sırada Zeytun ile Bitlis, Sivas ve Van'da vuku bulan hâdisât-ı âhirei isyâniye ile bir kere daha teeyyüd etmiş ve esasen merkezleri memâlik-i ecnebiyede bulunan ve elyevm unvanlarında bile ihtilâlcilik sıfatını muhafaza eden bütün bu komiteler mesâisinin hükümet aleyhine olarak her türlü esbâb ve vesâite mürâcaat suretiyle netîce-i âmâlleri olan muhtariyeti istihsâl maksadı etrafında toplandığı ve Kayseri ve Sivas ile mahall-i sâirede meydana çıkarılan bombalarla ve Rus Ordusu'nda gönüllü alayları teşkil ederek Ruslarla birlikte memlekete saldıran ve an-asl Osmanlı memleketi ahâlisinden olan Ermeni komite rüesâsının harekâtı ve Ordu-yı Osmânî'yi arkadan tehdid etmek suretiyle ve pek büyük bir mikyâsda alınan tertibat ve neşriyatları ile tahakkuk eylemiştir. 

Bi't-tab' hükümet kendisi için bir mes'ele-i hayatiyet teşkil eden bu kabil tertibat ve teşebbüsâtın temâdisine hiçbir zaman nazar-ı ağmaz ve müsamaha ile bakmayacağı ve menbâ-ı mefsedet olan komitelerin hâlâ mevcudiyetini meşru telâkki edemiyeceği cihetle bilumum teşkîlât-ı siyâsiyenin ilgâsına lüzûm-ı âcil hissetmiştir. 

Binâenaleyh Hınçak, Taşnak ve emsâli komitelerin vilâyet dahilindeki şuabâtının derhâl sedleri ile şube merkezlerinde bulunacak evrak ve vesâikin kat'iyyen zıyâ ve imhasına imkân bırakılmayarak müsâderesi ve komiteler rüesâ ve erkânından müteşebbis eşhâs ile hükümetce tanınan mühim muzırr Ermenilerin hemen tevkifi ve bulundukları mahallerde devâm-ı ikâmetlerinde mahzur görülenlerin vilâyet sancak dâhilinde münâsib görülecek mevâkîde toplattırılarak firarlarına imkân bırakılmaması ve icâb eden mahallerde silâh taharrisine başlanılarak her türlü hâl ve ihtimâle karşı kumandanlarla bi'l-muhâbere kuvvetli bulunulması ve icraâtın hüsn-i tatbiki esbâbının temîn ve istikmâliyle zuhur edecek evrak ve vesâikin tedkîki neticesinde tevkif olunan eşhâsın divân-ı harblere tevdîi Ordu-yı Hümâyûn Başkumandanlığı vekâletiyle bi'l-müzâkere takarrur etmiş olmağla îcâb eden tedâbirin bi'l-etrâf istikmâliyle derhâl tatbiki ve tevkif olunan eşhas adediyle icraâttan peyderpey mâlûmat itâsı* (ve şu icraât sırf komitelerin teşebbüsâtına karşı bir hareket mâhiyetini hâ'iz olmasına binâen buna ahâli-i İslâmiye ile Ermeni unsuru arasında mukateleyi intac edeceği bir şekil verilmemesi) kemâl-i ehemmiyetle tavsiye olunur. 11 Nisan 1331

* içinde bulunan ve üstleri çizilen cümle yalnız Bitlis, Erzurum, Sivas, Adana, Maraş için yazılacaktır. "