22 Aralık 2020 Salı

BİR HİKÂYE: ONUR, ŞEREF, HAYSİYET ve NEZAKET




27 Mayıs 2015, Karadeniz’de bir yer.


Yaz güneşi tepeden vuruyordu. İhtiyar "delikanlı" eşine seslendi:

"Mumları unutmadık değil mi?"

Kadın yumuşak görüntüsünün zıddına sertçe cevap verdi:

"Ben senin gibi bunak mıyım?"

Tam 25 tane mumu tek tek sayarak ve özenle pastanın üzerine yerleştirdi.

İhtiyar delikanlı bunak lafına alınmıştı. Alzheimer illetine dûçâr olduğundan beri epey alıngan olmuştu. Durup durup parladı:

"Bunak olmak, deli olmaktan iyidir."

Bu sefer de karısı sinirlendi. Her şeyi unutan bu herif, kendisine konulan şizofreni başlangıcı teşhisini unutmuyordu.

Gayet şık giyinmiş olmalarına aldırmaksınız ağız dalaşına başladılar. İstisnai bir durum değildi. Her seferinde böyle başlar, sonra tabaklar havada uçuşurdu. 15 dakikalık meydan muharabesinin ardından kimse yaralanmaz, sakinleşirlerdi. Daha sonrasında ihtiyar delikanlı "Neden ortalık bu vaziyette? Ne oldu burada?" diye sorar, kadın insafa gelirdi. Ortalık elbirliğiyle temizlenir, olay tatlıya bağlanırdı. Aralarında tarihin başlangıcından beri süren bu mücadelenin yeni bir safhası başlamak üzereydi.


Kapı çalındı.


Gelenler, gençlerdi. Bu gençler Amerika'ya okumaya gitmiş biricik oğullarının arkadaşlarıydı.

Oğulları her hafta onları arar, aşağı yukarı aynı şeyler konuşulurdu. O gün, çocuğun doğum günüydü. 25. yaşına basıyordu. Yoğun ders programından ötürü izin alıp gelememiş, saat farkından dolayı da henüz aramamıştı.

3 kız ve 3 erkekten oluşan genç grubu içeri bir müjdeyle girdiler. Oğulları telefon etmek yerine bir video göndermişti. Böylece kim bilir ne kadar zaman sonra çocuklarının yüzünü görebileceklerdi.

İhtiyarları mutlu etmek için böyle hışımla içeri dalınca, bir meydan muharabesini engellediklerini fark ettiler. Derhal sırayla ellerini öptüler, sıhhatlerini sordular.

Bu manzara, ortamı yumuşattı. Gençlerden birinin önerisiyle geçici ateşkes ilan ettiler. Meydan muharabesi ertelenmişti.

Gençler muntazam bir sırayla oğullarıyla olan komik anılarını anlattılar. Gençlerin bu sevgisi anneyi kıskandırmış olacak ki, o da bebeklikten başlayarak tüm hikâyeyi anlatmaya başladı. Baba vakur bir şekilde olanları izliyordu. Gençler, annenin durumun tek hakimi olmak imtiyazını kimseye bırakmayacağını anlayarak, sessizce dinlediler.

Hikâye bitince hep beraber oturup oğlanın çektiği videoyu izlediler. Anne ve baba görüntünün çok kısa olduğunda ittifak ettiler. Bunun üzerine bir kez daha izlendi. Herkes hüzünlenmişti. Oysa, video gayet komikti. Baba gençlere takıldı: "Hadi biz yavrumuzu özlüyoruz, size ne oluyor?"

Bir tanesi: "Biz de sizin için üzülüyoruz" dedi, sessizce. Anne tersledi: "Bu bunak için ne yaptığınız umurumda değil, ama bana neden üzülüyormuşsunuz?"

Genç, verecek cevap bulamadı. Başka biri pasta kesme zamanının geldiğini söyledi. Konu kapandı, pasta kesildi ve yenildi. Tabii mumları kimin üfleyeceği de bir mesele oldu. Baba, atak davranarak mumları nefesiyle söndürdü. Cezası bir dilim az pasta yemek oldu. Ceza tabii ki anne tarafından kesilmişti.

Gündüz başlayan doğum günü geceye kadar sürdü. Gençler ve yaşlılar mutlu bir gün geçirdiler. Arada iç de geçirdiler. Keşke arkadaşları yahut oğulları da burada olsaydı diye. Olmadı. O gün herkes hafif buruk ama mutlu ayrıldı.



27 Mayıs 2017, Aynı Yer


Geçen sene de bir öncekinin aynısı gibi geçmişti. İhtiyar biraz daha unutkan, ötekisi biraz daha huysuzlaşmıştı. Oğulları geçen yıl da gelmemişti.

Belki bu sefer gelir umudu vardı ihtiyar adamda. Çünkü önceki yıllarda olduğu gibi mazeret bildirmemişti. Yani, gelme ihtimali vardı. Üzerinde şık bir takım elbise olan adam duraksadı. Oturduğu yerin tam karşısına boş gözlerle baktı. Bu bakış 1 dakika sürmüştü. Ama ona 1 saat gibi geldi. Kararlı bir şekilde ayağa kalktı. "Bugün en güzel elbiselerimi giymeliyim" diye söylendi.

O gün hazırlıkları erkenden bitiren kadın da yan koltukta oturuyordu. Anlamsız bakışlarla kocasını süzdü. Adam yürüyerek odaya yöneldi.


Kapı çaldı.


Gelenler yine 3 kız ve 3 erkekten oluşan gençlerdi. Onlara müjdeli bir haberleri olduğunu söylediler. Çocukları onlara bir video hazırlamıştı. Yoğun ders programından ötürü gelemiyordu. Ama bir videoyla hiç olmazsa yüzünü gösterecekti. İhtiyar kadın sevindi.

Adam ise giyinmişti. Üzerinde bol yıldızlı, bol madalyalı bir üniforma vardı. Bu bir general üniformasıydı.

Gençler şaşkınlıkla ona bakıyorlardı. Çünkü ihtiyar emekli olduğu gün ütüleyip astığı üniformasını sonradan hiç giymemişti.

İhtiyar gururlu fakat mahzundu. Hüznü biraz evvel oğlunun gelemeyeceği haberini almasından kaynaklanıyordu. "Gelemiyor demek" dedi kendini sıkarak. Gençlerden birisi: "Şeref amca, en son telefon görüşmenizde söylemişti ya" dedi. Emekli Tümgeneral Şeref Paşa, hatırladı. Hakikaten öyle olmuştu. Bu sefer de kendine kızdı. Nasıl olur da unuturdu. Çare yoktu, unutulmaz denilenler de unutuluyordu.

Üniformasını çıkarmak üzere geri döndüğü esnada eşi Nezaket Hanım onu durdurdu. Haşin kadın gitmiş ismiyle müsemma bir kadın gelmişti adeta. Tıpkı gençliğinde olduğu gibi. Şeref memnun oldu. Koltuğuna oturdu.

Yine anılar, yine video izleme faslı ve pasta kesme meselesi… Her sene mutad olan ne varsa harfiyen yapıldı. Gençler gece geç saatte müsaade istediler.

Gençlerin gidişiyle ihtiyarlar baş başa kaldı. Müthiş bir sessizlik oldu uzun zaman. Sessizliği Nezaket Hanım bozdu.

"Ne iyi çocuklar" dedi, "bizi hiç yalnız bırakmıyorlar".

General "Vefalı çocuklar" diye ekledi.


O esnada evlere dağılmak üzere olan gençler sokağın başında durmuşlardı.

"Çok zor olmalı" dedi kızlardan birisi. "Tek çocukları Onur şehid olalı tam 7 sene oldu".

Erkeklerden birisi: "Birliğinde kaç asker bulunduğunu, bu askerlerin isim-soyisimlerini bile unutmayan Şeref amca, o günden beri unutkanlık hastalığına tutuldu".

Şeref hakkındaki bu malûmatı babasından biliyordu o genç. Çünkü hem babası hem de amcası Şeref’in komutasında askerlik yapmışlardı.

Diğer bir erkek: "Nezaket Teyze de o günden sonra şizofrenik oldu".

İlk iki anmada olmayıp üçüncüden sonra ekibe dahil olan Haysiyet ismindeki kız diğerlerine dönerek:

"Biz yalan söylüyoruz. Aslında yalan söylemiyor, bu yalanı yaşıyor ve yaşatıyoruz."

Kızlardan başkası araya girdi: "İnsanlar mutlu oluyorsa, yalan söylemekten ne çıkar?" dedi.

Diğer kız kafasıyla ona hak verdikten sonra devam etti: "Tam oraya geliyordum. Onur’un daha önceki ses kayıtlarını bulup her hafta Şeref amcaları onunla konuşturmak hakikaten hoş bir fikirdi. Şehid olmadan az evvel çektiği videoyu her sene aynı duyguyla izlemek de çok güzel. Fakat onların tüm bunları hiç hatırlamadığını nereden çıkarıyorsunuz?" diye sordu.

Erkeklerden hiç konuşmayanı: "Onur şehid olduktan bir hafta sonra ziyaretlerine gittim. Şeref amca bana Onur’un Amerika'ya gittiğini bu yüzden evde olmadığını anlattı. Nezaket Teyze de onu destekledi. Pek üstelemedim. Bir sonraki gün tekrar gittiğimde aynı şey oldu. Bunun üzerine – sen o zaman olmadığın için- ekibin geri kalanıyla gittik, yine aynısı yaşandı.

Doktora sorduğumda, insanların kendilerine ağır gelen acıları hiç olmamış varsayarak yaşamaya devam edebileceğini söyledi. Ben de bu yalanı uydurmaya o an karar verdim".


Bu hikâyeyi ilk kez dinleyen Haysiyet isimli kız şaşkındı. İnsan, evet, bazı acıları zihnine gömebilirdi. Fakat tek evladını şehid vermek unutulabilir miydi? Üstelik Onur şehid düşmeden 2 sene evvel darbecilik suçuyla tutuklanmış, 1.5 yıl hapis yatmıştı.

Hapisten çıkınca askerliğe dönmek için defalarca dilekçe vermişti. Dilekçelerin sonucunu beklerken devrelerinden birisinin Diyarbakır’da göreve başlaması üzerine ziyaretine gitmişti. Kışlaya "tehlikeli birisi" olduğu için alınmamış, giremediği kışlanın önünde nöbet tutan askerlere saldırı başlayınca Onur da teröristlere saldırmıştı. Saldırı püskürtüldüğünde 7 terörist öldürülmüştü. Nöbetçi bir er de şehid düşmüştü. Onur? Normalde Yüzbaşı olması gerekirken Teğmen rütbesinde bırakılan Onur? Evet, O da şehid düşmüştü. Böylesi bir ölüm unutulabilir miydi? Ya böylesi bir yaşam? Unutulmazdı.


Kız bunları düşünürken aklına bir şey takıldı: "Senin hikâyenin hepsi tamam. Emeklerin yadsınamaz ama bu Amerika işi nereden çıktı?"

Erkek boş bakışlarla cevapladı: "Onu ben de bilmiyorum. Askerlik onun için bir yaşam biçimi olduğundan başka bir mesleği seçmesi mümkün değildi. Amerika'da askerlik eğitimi alacak desem…" Erkek durakladı.

Başka bir kız atıldı: "Mahkemesi sebebiyle yurtdışına çıkış yasağı vardı."

Amerika meselesini soran kız bu sefer üsteledi. "Bu kadar sene bu insanları kandırdık. Niyetimiz ne olursa olsun yalan söyledik. Onlara doğrusunu hatırlatalım. Hiç olmazsa hatırasıyla yaşasınlar, arafta kalmasınlar" dedi.

Erkek bu konuşmadan etkilendi. Diğer arkadaşlarına evlerine gitmelerini söyledi. Bu yalan onun başının altından çıkmıştı, o temizleyecekti. İşi yarına bırakmak istemedi, eğer Onur’un evinde ışıklar yanıyorsa bu gece her şeyi anlatacaktı.


Eve geldiğinde ışıklar yanıyordu. Hem rahatladı hem gerildi. O esnada gök gürüldedi. Sağanak yağmur başladı. Ay, Şeref- Nezaket çiftinin evinin tam üstüne geldi. Evin kapısının açıldığını hissetti genç adam. Evet, kapı aralık bir şekilde duruyordu. Çıkarken kapalıydı. Yağmur şiddetlendi, artık eve sığınmak zorundaydı.

Evin içindeki sessizlik Nezaket ve Şeref’in diyaloğuyla şimdi bozulmuştu. Şeref, askerlik döneminden kalma yalnızca dağları gösteren bir harita çıkardı. Masanın üzerine koyduğu haritada parmağını bir noktanın üzerine koydu. Eski günlerdeki gür sesiyle, gözleri dolu fakat vakur bir şekilde: "Nezaket, oğlumuz buranın zirvesindedir!" dedi. Nezaket, iki damla gözyaşı döktü. Şeref'in parmağını koyduğu yerin neresi olduğunu çok iyi biliyordu: Tanrı Dağları!

"Bu çocuklar bizi her şeyi unuttu zannedip kandırıyorlar. Niyetleri güzel olmasa, hani bizim de inanmak isteğimiz olmasa yalan söylediler diyeceğim. Fakat, hayır insan duymak istediklerine inanır. Biz de bunu duymak istiyormuşuz. Yoksa Onur’u nasıl unutalım? Hatırlıyor musun Nezaket sen üzülme diye cezaevine bir ad takmıştı?"

Nezaket Hanım tek kelimelik bir cevap verdi: "Amerika."


Kapının eşiğine kadar gelmiş delikanlı o an irkildi. Öyle bir irkilme ki, rüzgarı estirdi. Ani gelen uğultuyla sarsılan genç olduğu yerde zıpladı. Şeref sese doğru seslendi: "Kim var orada?"

Genç mahçup bir edayla salona girdi. Şeref ve Nezaket ona şefkatle baktılar. Nezaket "Tekrar hoş geldin oğlum" dedi. Şeref Paşa: "Gel bakalım Kazganoğlu."

"Benim bir komutanım vardı o da kendisine Kazganoğlu derdi. Biz Türklerin cennetinin Tanrı Dağları olduğunu ondan öğrendik. Bu yüzden her göreve çıktığımda Onur’a "Tanrı Dağlarına gidiyorum oğlum" derdim. Ne de olsa tehlikeli iş, gidip dönmemek söz konusu. Onur’da hep Tanrı Dağlarını merak ederdi. Bir gün "Baba buraya kimler gidiyor?" diye sordu. Ben de "Askerler" dedim. "Öyleyse ben de asker olacağım" dedi, oldu. "Ben Tanrı Dağlarına gideceğim" dedi ve gitti.

Genç mahcubiyetten yerin dibine girmişti. Söyleyecek laf bulamadı. Paşa devam etti: "Sen özür dilenecek bir şey yapmadın. Yalnızca bilmediğin var. O da şu: Biz şehitlerimizle birlikte yaşarız. Ve zaman zaman onları duyarız da…"

Rüzgarın uğultusu gittikçe sertleşti ve bir cümleye dönüştü: "General Şeref’in ve Nezaket Hanımın oğlu Yüzbaşı Onur, Tanrı Dağlarında…"

Anlayabilse belki fazlasını da söylediler. Fakat genç bu kadarını anladı. General Şeref ve Nezaket Hanımla vedalaştılar.


Bir sonraki gün tekrar eve gittiğinde Nezaket Hanım ve Şeref Bey yine kavga ediyorlardı. Komşuları Alp Bey de oradaydı. Genci görünce kavgaya mola verdiler. Şeref Bey bir anlık bu gencin adını unutarak: "Evladım, dedi. "Ne zamandır Onur’la görüşmedik. Bi telefon etsen de görüşsek…"


Genç boş bakışlarla Şeref Beye bakıyor, Şeref Bey komşuları Alp Bey anlamasın diye onun göremiyeceği fakat gencin göreceği zaviyeden göz kırpıyordu…



Bu hikâye;

Kurdun önderliğinde yürüyenlere

Demir dağı eritenlere

Ergenekon’dan çıkanlara

Ve… Tanrı Dağlarında nöbet tutanlara ithaf olunmuştur!



20 Aralık 2020 Pazar

LİMONATA ve RAFADAN YUMURTA (Çetin ALTAN)


Çetin Altan, Türkiye’nin ve Dünya’nın en çok fıkra yayınlayan yazarlarındandı. Önceleri sosyalist ardından liberal dünya görüşünü savundu. Ölmeden önce yazdığı son yazısında "Hayalimdeki ülke bu değildi" demişti.


Aşağıya aldığım yazısını ilk kez 1985’te Güneş gazetesinde yayınladı. Daha sonra 2.6.2003 tarihinde Milliyet’te ve en son olarak 21.7.2012’de yine Milliyet’te neşretti.




"Yaşamında hiç limonata içmemiş biri, limonatayı çok pahalı bir serinletici sanabilir. Oysa çok ucuz bir serinleticidir. Bir bardak suya bir çorba kaşığı toz şekeri döküp, iyice karıştırdıktan sonra, üstüne doğru dürüst sıkılıp çay süzgecinden geçirilmiş, yarım limon suyu eklersin… Ve hepsini karıştırırsın.


Bardak, görkemli ve uzunca bir bardaksa, yarım yerine bir limon sıkar, bir çorba kaşığı toz şekerini de, iki çorba kaşığı yaparsın…


Bir limonata, dişleri donduracak kadar mı soğuk olmalıdır?


Hayır, bardağın çevresine hafif bir buğu yalazlanması yapacak kadar soğuk olmalıdır.


Ayrıca bardağın içine kalıp buz atılmalı mıdır?


Hayır, gerekiyorsa bir tatlı kaşığı dövülmüş buz atılmalıdır.


Yarım tekerlek bir limon dilimi, bardağın kıyısına mı takılmalıdır, yoksa içine mi konmalıdır?


Bardağın kıyısına konduğu zaman, daha dekoratif olur; dileyen, limonun kokusunu daha keskin duymak isterse, bardağın kıyısına takılmış yarım dilimi bardağın içine atabilir.


İyi bir limonata yapmaya bu kadarı yeter mi?


Yetmez.


Çentilmiş limon kabuğuyla bir sap taze naneyi de, önce limonatanın içinde kısa bir süre tutup, sonra hepsini süzmek gerekir.


Böyle bir limonata ultra süper bir zenginlik sorunu mudur?


Hayır, sadece bir yaşam sevgisiyle, bir yaşam zevki sorunudur.


Bu, çok önemli midir?


Bir kez gelinip, bir kez geçilen dünyayı, en sade koşullar içinde dahi, ıskalamamanın göstergesi olduğu için, çok önemlidir.


Sabahları bir saat yürüdükten sonra, duş almak da öyledir.


* * *


Bir yumurtayı azıcık tuz, biber ve nohut büyüklüğünde tereyağı ile bir fincanda çırptıktan sonra, yumurta biçiminde ve yumurta büyüklüğünde, kapağı vidalı çelik bir kaba döküp, suda iki dakika kaynatmak da önemlidir.


Yiyebileceğiniz en enfes rafadan yumurta, ancak böyle pişirilebilir.


Yumurta biçiminde ve yumurta büyüklüğünde, kapağı vidalı çelik bir kabı nerede bulacağız?


Hiçbir yerde bulamazsınız. Neden? Çünkü o kabın üretilmesi, genel istem mekanizmasıyla ilgilidir. Kimse yaşam zevkini, enfes bir rafadan yumurtaya kadar bile inceltmemişse, öyle bir kap bulunmaz. Bu da ultra süper bir zenginlik sorunu değil, bir yaşam sevgisi sorunudur.


* * *


Doğru dürüst bir limonata ve tadı unutulmayacak bir rafadan yumurta… Bir de sabahları bir saat yürüyüşle, bir duş…


Bunları sen yapabiliyor musun?


Hayır.


Neden?


Çünkü bunları bir tek kişi yapamaz. Özenler ve incelikler, ortak bir yaşam kültüründen, kişilerin yaşamına kadar uzanmıyorsa; limonata yapmaya kalktığın zaman, önce evde limon bulamazsın. Limonu almak için dışarı çıktığın zaman da, zaten limonata içme isteğin küllenmiş olur. Dişini sıktın, limonu alıp geldin. Kör bıçak, limonu doğru dürüst kesmez. Buzdolabına su konulması unutulmuştur. Yahut dolap tam o sırada söndürülmüştür. Yahut limon sıkacağını komşu almıştır. Zaten nane de yoktur. Çay süzgeci yıkanmamıştır. Görkemli uzun bardak bir gün önce kırılmıştı. Ama limonata yerine, soğuk maden suyu vardır… Ve yeni icatlar çıkarmak da, insanı üzmekten başka hiçbir işe yaramaz…


Bardağı hafif buğulu, kıyısına yarım limon dilimi takılmış, içinde bir tatlı kaşığı çıngıltılı buz kırığı, azıcık limon kabuğuyla, taze nane kokan, limonatayı içemezsin. Yerine maden suyu içersin.


* * *


Dışarıda çırpıldıktan sonra, özel çelik kapta, tıpkı hiç kırılmamış yumurta gibi pişirilen rafadan yumurtayı ise asla yiyemezsin.


Sabah yürüyüşleri de ortakça benimsenen bir alışkanlık değildir.


Bazen yürürsün, bazen yürümezsin.


Hele, masası normal bir pingpong masasının dörtte bir büyüklüğünde olmasına karşın; raketleri özel yapıldığı için, topu ancak o küçük masa kadar fırlatan Japon pingpongunu kesin oynayamazsın. Çünkü ya biri raketi kırmış; ya masayı, bir başkası, ütü masası yapmıştır.


* * *


Yaşam sevgisi bir kültürdür. Tıpkı çiçek sevgisi, tıpkı müzik sevgisi, tıpkı yüzme sevgisi gibi…


Bu sevgi ya vardır, ya yoktur.


Böyle bir sevgi pekişmemişse; orada insanlar, ne yaratıcı bir yaşama, ne sağlıklı bir aşka, ne keyifli bir yücelmeye fazla kulaç atamazlar…


Kafası yarım kesik bir horoz gibi, çırpınır, bunalır, önüne geleni suçlar; ne istediğini, ne aradığını, daha doğrusu ne halt edeceğini bir türlü tam kestiremez ve kendilerini de, canım yaşamı da ziyan zebil ede ede, sönüp giderler.


Yaşam sevgisi; enerjinin, yaşam zevkini kuşaklar boyu ortaklaşa yoğurmasından oluşur.


Enerji yoksa orada sadece kurnazlık vardır. Kurnazlık da, yaşam sevgisiyle yaşam zevkinin en amansız celladıdır."


19 Aralık 2020 Cumartesi

BİR 1944 HÂTIRASI: BEDRİYE ATSIZ ve YÜKSEK KARAKTER


Orkun, 1950 yılında yayın hayatına başlayan Türkçü bir dergidir. Çileli geçen 1944’ün ardından hemen tüm Türkçüleri birleştiren Orkun, aynı zamanda bir hesaplaşma dergisiydi.

Türkçüler kendilerini haksız yere yargılayan Tek Parti iktidarıyla ve bu iktidarın tüm piyonlarıyla Orkun üzerinden hesaplaşıyordu. Aynı zamanda 44’ün etkisiyle milliyetçi olan gençler yine Orkun dergisi vesilesiyle teşkilatlanmaya başlamıştı.


Hem gençleri bilgilendirmek, hem de tarihe bir not düşmek amacıyla derginin her sayısında “1944’ten Hâtıralar” başlığıyla kısa fakat eğlendirici kesitler paylaşılıyordu.


3 Kasım 1950 tarihli Orkun’un 5. sayısında da bazı hâtıralar yayınlandı. 9. sayfada yer alan anı, Bedriye Atsız’la ilgiliydi.

Bedriye Hanımın yüksek karakterini ve yüksek makamlara kurulan Tek Parti tetikçilerinin engin (!) kültürlerini çok iyi açıklayan bu hâtırayı dikkatlerinize arz ediyorum.



"Bir gün 1 numaraları odada oturur ve uzayan tevkif günlerinin nereye varacağını düşünürken içeriye piposu ağzında, bodur, tıknaz, cakacı bir yaratık girdi. Küstah bakışlarıyla Bedriye Atsız’da tiksinti uyandıran bu acayip yaratık o zaman Emniyet Umum Müdürlüğü müdür muavini olan Urfa ve Kırklareli valiliklerinde bulunup şimdi kalafatta bekleyen meşhur Gürcü oğlanı Kâmuran Çuhruh’tu. Bedriye Atsız bu kadar cakasına göre olsa olsa bir komiser muavini olabileceğini sandığı bu adamı görünce ona peynir ısmarlamak için çantasını açtı. Fakat o: "Size arkadaşınız Nebahatten selâm getirdim" dedi. Fakat buz gibi bir sükûtla karşılandı.


Gürcü oğlanı galiba kendine saygı gösterilmediğine kızmıştı. Bunun öcünü almaya karar vererek odadan çıktı.


Birkaç gün sonra Kâmuran Çuhruh, Turancılar davasının tahkikat yargıcı  (ama ne yargıç) ve savcısı  (odalara şenlik) mahut Kazım Alöç’le  (soyadını sevsinler) birlikte Bedriye Atsız’ın sorgusunu yapıyordu. Kanunen sorguyu yalnız Kazım Alöç’ün yapması ve odaya zabıt kâtibinden başkasının girmemesi lâzımken biri Mülkiye, biri de Hukuk mezunu olan iki Türkçülük düşmanı, Türkçüleri mahvetmek için yarışırken her şeyi unutmuşlar, kanunun buyruğuna dahi karşı gelmişlerdi. Kâmuran Çuhruh, Bedriye Atsız’a ısrarla aynı şeyi soruyordu:

– Atsız Trakya’da kiminle mektuplaşıyor?

Bedriye Atsız da aynı cevabı veriyordu:

–Hiç kimseyle!

Çuhruh Efendi sertleşmek istedi. Fakat başaramadı. Çünkü Bedriye Atsız daha sert olmasını da biliyordu.

Nihayet Kâmuran baklayı ağzından çıkardı:

–Erdek’te kimseyle mektuplaşıyor muydunuz?

– Alp Arslan’la mektuplaşıyorduk.

Kâmuran muzafferane bir tavırla sırıttı:

– Peki, deminden beri ne diye inkâr ediyorsunuz?

Bu sefer Bedriye Atsız istihfafla güldü:

–Erdek Trakya’da değil, Anadolu’dadır…

Gürcü oğlanının suratı allak bullak oldu ve şaşkınlıkla şu karşılığı verdi:

-Neyse canım, aynı şey!

Bu cehalet o kadar gülünçtür ki "lise"yi "lîse" diye telaffuz eden ve bütün kültürü ders kitaplarına inhisar eden Kâzım Alöç bile gülmekten kendini alamadı."

18 Aralık 2020 Cuma

NAZIM HİKMET'LE TEŞRİK-İ MESAİMİZ




Gariplikler bizde garip durmaz. 


Bir arkadaşımla "gariplik" üzerine sohbet ederken, "garip" kavramını her ikimizin de "ilginç, tutarsız" olarak (veya yakın anlamda) kullandığımızı tespit ettik. Arkadaşım yüzüme donuk bir ifadeyle bakarak :"Sen garip bir şekilde tutarlı bir garipsin" dedi. Bizim dilimizde "tutarlı tutarsız" gibi bir anlamı var galiba. Atsız’ın kendisine "ırkçı" diyenlere teşekkür etmesi gibi ben de arkadaşıma şükranlarımı sundum, olaysız dağıldık.


Biz ondan öncesinde ve halen dahi dağınığız, bari konuyu toplayalım. Efendim tevellüdüm müsait olmadığından Nazım’la tanışamadım. Aynı devirde yaşasam tanışır mıydım? Zannetmiyorum. Aynı devirde nefes alıp vermediğimiz birisiyle nasıl teşrik-i mesaimiz olacak?


Açıklayayım.


Belki 5, belki 3 belki de 15 sene evvel yıldızlı bir Ankara gecesinde evimin balkonunda oturuyorum. Ankaralı değilim. Ankara’da yıldızlı bir geceye alışık da değilim. Çünkü; benim inancıma göre, Ankara’da yıldızlı gece olmaz. Veya nadirattandır. O da bize denk geldi.


Oysa memleketim öyle mi? Orada her gece ve hatta dikkatli bakarsanız çoğu gündüz yıldızlıdır.


Yıldızlı Ankara gecesine, hafiften esen rüzgara paralel yudumladığımız çaya geri dönelim. Tabii rüzgar kesildikçe dumanını ciğerimize işlediğimiz sigaraya da…


Düşlerimizi düşünüyoruz. (Düşünmek kelimesi düş kökünden geliyor herhalde.) Hayalimizde “milliyetçi” bir Türkiye inşa ediyoruz. Sabahına yıkıyor karanlık silüetler. Bizde onlar yıkmasın diye kendimiz yıkmaya karar veriyoruz. Akşam üzeri milliyetçi büyük Türkiye’mizi inşa ediyor, sabaha karşı tarihe gömüyoruz.


Artık neden geldiğimizi dahi unuttuğumuz bu başkentte, sanki "gençliğimizin" geçtiğini hissediyoruz. Bazı söylemleri "eskisi kadar" azimle savunmuyoruz. Azmimize bakıyoruz; yerinde. Öyleyse tecrübemiz müsaade etmiyor. Tecrübe ile yaşlılık arasında kesinlikle bir bağ vardır. Biz yaşlı olmasak da, gençlikle de anlaşamıyoruz. Araftayız.


Yıldızlı Ankara gecesinde halimize tercüman bir mısra arıyoruz. Yurdakul’dan Atsız’a, Dilaver Cebeci’ye dek uzanan milliyetçi şairlere ve şiirlerine başvuruyor, sonuç alamıyoruz.


Şahsen şiir yazmam ama okumayı severim. Şiir ezberim iyidir. Kafamda dönen mısraları, içinde bulunduğum duruma uyduramadım. Bir 3 Haziran gecesi; milliyetçi şairler meramımı ifadede yetersiz kaldı tüm Dünya’ya karşı.


Ne "yolların sonuydu" geldiğimiz yer, ne de "Zühre bir şarkı tutturmuştu Babil’den kalan". "Dinim, cinsim uluydu" fakat konumuzla bir alakası yoktu.


Tam o anda bir vesile (eğer olay son 10 yıl içerisinde gerçekleştiyse, bu vesile kesinlikle sosyal medya olmalı) Nazım Hikmet’in ölüm yıldönümü olduğunu öğreniyorum. Bunun hemen ardından bir mısraına tesadüf ediyorum.


Yıldızlara bakarak memleketimi ve gençliğimi düşündüğüm bu anın, sanki daha öncesinde birebir yaşandığını hissettiren mısra şöyle: "Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak?"


İşte Nazım Hikmet’le böyle barışıyorum. Önceleri Stalin’e ve komünizme yazdığı övücü şeyler (eğer bunlar şiirse esas yazdıkları şiir olamaz. Bu yüzden "şey" diyerek sıfatlandırıyorum.) sebebiyle "komünist bir hain" olarak gördüğüm bu adam, gözümün önünde bu kalıbı yıkıp geçiyor.


Atsız’ın unutulmaz hücumu, bizim "mahallenin" ikircikli tavrı nedeniyle hiç adamakıllı okumadığım, adeta "sessize aldığım" bu adam, yarım asır öteden benim sesimle bana soruyor: "Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak"


Bu mısraın ardından Nazım Hikmet okumaya başlıyorum. Eğer liseli değilseniz ve eğer lisenizde okuyan bir kıza ilan-ı aşk etmeyecekseniz Nazım Hikmet okumanın çoğu zaman bir faydası yok.


Ama benim durumum farklı. Biz, Nazım Hikmet’le "olması gereken" zamanda, "olması gerektiği kadar" tesadüf ediyoruz.


Sonrasına gelelim. Sonrasında (muhtemelen öncesinde de) deli gibi kavga ediyoruz. İsteğim bu kavga hem fikrî hem de fizikî olsun. Milliyetçi ve büyük Türkiye’mizi böyle kuracağımıza iman ediyorum. Kurduktan sonra dahi kavga etmek istiyorum. İster fıtrat deyin ister delilik, ben hayata buradan bakıyorum.


Benzer düşüncedeki arkadaşlarla (ki bunlar fizikî kavgada başarılı olanlar) cephanemizi tedarik etmek, teçhizatlarımızı yenilemek maksadıyla kavganın fikrî cephesini ziyaret ediyoruz. Sözleriyle teçhizat yenileyip, yazdıklarıyla cephane tazelediğimiz bu adamlar, bizi hayâl ettiğimiz gibi karşılamıyor.


Bir tuhaflık söz konusu. Bizi istemiyor gibiler. Fakat açıktan bir tavır belli eden yok.


Açıktan bize dönüp "gidin buradan" deseler bir sıkıntımız olmayacak. Hatta ben kendimi sorgulayacağım "nerede yanlış yaptım" sualiyle…


Hayır! Açıktan değil gizliden, mertçe değil sinsice istemiyorlar bizi. Bize "git" diyemiyorlar ama "kal" demek de gelmiyor içlerinden anlayacağınız…


Putlarımız yıkılıyor. İki cepheli gördüğümüz kavganın ikinci cephesi çöküyor. Üstelik daha cephe gerisindeyken!


Sövüp sayarak eve dönüyorum. O kadar çok küfür ediyorum ki, sanki vasıta olarak otobüs değil de küfür kullanmışım. Net küfürler ediyorum ve zaman hızlı akıyor, evdeyim.


Artık Nazım Hikmet’e başvurmak için vesileye ihtiyacım yok. "Kurtuluş Savaşı Destanı’nı" okumaya başlıyorum. Denk geldiğim bir mısra sonucu, eşofmanımın üzerine hızla ceketimi geçirerek önümü ilikliyorum. Nazım Hikmet için bir dakikalık saygı duruşu! Duvardaki Atsız biraz sinirleniyor sanki. Fakat ben hiç oralı olmuyorum. ("Diğer tarafa bakıyorum" şeklinde de okunabilir.)


Ne yazmış Nazım Hikmet beni hazırola geçirecek? "Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine."


Bir daha yazıyorum. Bu sefer lütfen tok sesle, yavaşça ve kelimelerin üstüne vurarak okuyunuz: "Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine."


Nazım Hikmet artık Nazım oluyor benim için. Sebepleri ayırıp, ne yaşadığına ve nasıl anlattığına odaklanıyorum. "Garip" benzerliklerimize ben bile şaşıyorum.


İnsanların yaşamak denilen hadiseyi ciddiye alıp, üzerine aforizmalar icat ederken bir şeyi, yaşamak denilen hadisenin kendisini kaçırmaları, beni en çok güldüren olaydır.


Nazım, en az benim kadar dalga geçiyor. (Öyle tahmin ediyorum, benim kadar da gülerdi.)


"Yaşamak şakaya gelmez büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi mesela,          

yani,

yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak."


Veya gökyüzü kendisine yasak edildiğinde ciddileşir Nazım. Kelimeleri sertleşir. Benim de gökkubbem yıkılıp kendi kendimi dört duvar arasına hapsettiğimde, volta arkadaşım Nazım olur bu yüzden hep.


"Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya. Ona sorarsanız: "Lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman." Bana sorarsanız: "On senesi ömrümün."


Yazımızın sonuna geldiğimiz bu bölümde; "ama Nazım Hikmet bir vatan hainidir senin onunla ne işin olur" diyenler olacaktır. Muhakkak olurlar. Var olsunlar.


Kendisi de "Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala" yazmadı mı Nazım’ın?


Cevabımızı beğenmeyip "sen yok hükmündesin" diyenler de olabilir. Onlar da var olsunlar!


Doğrudur, hükmüm olmayabilir. Belki de vardır. Emin değilim.


Bu cevap da kesmediyse, toparlayalım bitirelim. (Önce ufak bir not: Bu yazıda geçen; kişi, kurum, şehir adları uydurulmuştur. Hikâye tamamen hayal ürünüdür.)


Belirli bir zekâ sahipleri bu yazıyı bir hesaplaşma,


Belirli bir zekâ sahipleri bu yazıyı bir edebiyat,


Belirli bir zekâ sahipleri bu yazıyı bir delinin hatıraları olarak okusun.


Hangi zeka seviyesinin nasıl okuyacağına büyük Türk milleti karar versin(!)


Demokratik günlerde görüşmek dileğiyle…


(Dipnot: Yazıda bazı söz sanatları bilinçli olarak yanlış kullanılmış, bazı edebî sanatlar bilerek çarpıtılmıştır. Türkçe'nin bu en "garip" şairini başka türlü anlatamazdım.)