28 Şubat 2021 Pazar

DEVLETİMİZİN KURULUŞU (HÜSEYİN NİHÂL ATSIZ)

Hüseyin Nihâl Atsız


Türk Milliyetçiler Derneği, 1952 yılının 3 Mayıs kutlamaları için Ankara’da bir piknik düzenler. Atsız da davetliler arasındadır.

Nihâl Atsız’ı her zaman göremeyen gençler, ondan konferans vermesini isterler. 4 Mayıs 1952 Pazar günü verilecek konferans için önce Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden salon istenir. Verilmez. Bunun üzerine Halkevi’ne müracaat edilir. Önce olumlu cevap verilmesine rağmen, konferans günü Halkevi de salonu vermekten vazgeçer.

Son anda ve son çare olarak Atatürk Lisesi’nin konferans salonu ayarlanır. Son dakikada ayarlanmasına rağmen salon hıncahınç dolar. Atsız salona girdiğinde uzun süre alkışlanır.

Alkışların dinmesinin ardından Atsız “Devletimizin Kuruluşu” isimli konferansına başlar.

Konferansın gazetelere haber olması fazla uzun sürmez. Tabiî taraflı olarak.

Dönemin gazeteleri, aşağıda metnini verdiğimiz konferansı, “ırkçı ve Cumhuriyet düşmanı” bulurlar. Bir lise öğretmeninin, (Atsız o sırada Haydarpaşa Lisesi’nde öğretmendir) bir lisede “siyasi propaganda” yaptığından dem vurulur. Atsız’ın öğretmenlikten çıkarılması ve Türk Milliyetçiler Derneği’nin kapatılması istenir.

Basının bu derece taarruzu iktidardaki Demokrat Parti’yi harekete geçirir. Derhal Atsız ve Türk Milliyetçiler Derneği hakkında takibat başlatılır.

Nejdet Sançar’dan öğrendiğimize göre; Atsız’ın konferansı müfettişlerce incelenmiş ve siyasî değil ilmî bulunmuştur. Bununla alakalı Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a malûmatı Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri verir ve beklemediği bir cevap alır. Bayar: “Ben bilmem. Çoluk çocuğu aç kalsın ki, aklı başına gelsin!” demiştir. (Ötüken sayı 109, sayfa 9)

Bu söz üzerine müfettişin raporunun ciddiye alınmadığını söylesem şaşırmazsınız. Atsız, konferanstan sadece 9 gün sonra 13 Mayıs 1952’de öğretmenlik mesleğinden -bir daha dönmemek üzere- atılır. Türk Milliyetçiler Derneği ise 23 Ocak 1953’te tüm şubeleriyle birlikte tedbirli olarak kapatılır.

Atsız başta olmak üzere Türkçülerin üzerine yeni bir Haçlı Seferi’ne sebep olan konferans metnini dikkatlerinize sunuyorum.

 

“Mensup olmakla övündüğümüz Türk Irkı, şimdiye kadar birçok devlet kuran bir topluluk gibi gösterilmiş ve bu netice bir hakikat diye herkes tarafından kabul edilmiştir. “Çok devlet kurmak”, ilk bakışta bir meziyet gibi gözükmekle beraber dikkatle mütalâa olununca böyle olmadığı anlaşılır. Çünkü “Çok devlet kurmak” iddiası kabul edilince bunun tabiî neticesi olarak bu devletlerin gayet kısa ömürlü birer müessese olduğu da benimsenmiş olur ki, bundan da Türklerin devamlı devlet kurmak kabiliyetinden mahrum, istikrarsız bir millet oldukları neticesi çıkar.

Acaba hakikat bu mudur? Türkler hakikaten çok, fakat ömürsüz devletler kuran bir millet midir? Bu fikir, Türk milliyetçilerinin de fikri olabilir mi?

Türkçülük bir dünya görüşüne mâlik olmalı ve onun kıyafetten takvime, soyadından aile telâkkisine kadar her şeyi kendi zaviyesinden mütalâa eden fikirleri bulunmalıdır.

Bu mütalâalar millî şahsiyeti yaratacak ve millî şahsiyetin değeri nispetinde bize kıymet kazandıracaktır. Ben, şimdi devletimiz hakkındaki fikirlerimi açıklayacak ve mesele üzerinde Türkçüleri düşünmeye çağıracağım:

Otuz asırlık tarihimizde biz iki devlet kurduk. Birincisi, tarihin karanlıklarından itibaren başlayarak son çağa kadar gelen ve kaybedilen devlet yani Türkistan’daki, asıl Anayurttaki devlet; ikincisi de On birinci asırda kurulup günümüze kadar gelen Önasya’daki devlet, yani bizim devletimiz. Anayurt dışında kurulan devletler bu hesaptan hariçtir.

“Çok devlet” iddiası hükümdar hanedanlarını devlet sayan Şark tarihçilerinin bize aşılayıp kabul ettirdikleri yanlış telâkkiden doğuyor. Türkler, tarih yapan, fakat yazmayan bir millet olarak tanınmışlardır. Kendilerinden bahsettikleri Orkun yazıtlarında bile: “Yukarda mavi gök, aşağıda kara toprak yaratıldıktan sonra ikisi arasında insanoğulları yaratılmış, insanoğulları üzerinde ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan hâkim olmuş” şeklinde gayet kayıtsız ve kısa bir ifade kullanmışlar ve dikkate şayandır ki insan oğulları olarak da yalnız Türkleri saymışlardır.

Müslüman olduktan sonra ise, Arap, Acem tarihçilerinin telâkkilerini tamamıyla benimsemişler, her hanedanı ayrı bir devlet ve hanedanlar arasındaki çarpışmaları millî savaşlar saymak gibi yanlışlıklara düşmüşlerdir.

Türkçü görüş, bu telâkkiyi reddeder. Bizim telakkimiz tarihin hakikatlerini kendi zaviyemizden gören bir telâkkidir. Tarihi, olduğundan büyük veya değişik göstermeye lüzum kalmadan kendi görüşümüzü ortaya sürmek ve başkalarının bizim hakkımızdaki görüşlerini kabul etmek gibi bir aşağılık duygusundan uzak bulunmaya mecburuz. Kendimizi başkalarının gözü ile tanıyacak değiliz.

Size bir örnek vereceğim: Bazı coğrafya kitaplarında “falan asırda dünyanın bilinen kısımları” diye haritalar vardır ve bu haritalarda Anayurdumuz meçhul bölümler arasında gösterilmiştir. Ecdadımızın oturduğu yerleri herhangi bir asırda, herhangi bir millet bilmeyip de kendisince meçhul yerlerden sayar ve biz de bunu aynen kabul edersek bu objektif bir görüş mü, yoksa gaflet mi olur?

Eskiden mektep kitaplarında millî tarihimiz Hicrî 699’daki “İstiklâl-i Osmânî” ile başlardı. Şimdi öyle başlanmıyor amma çok çok 1071 Malazgirt Savaşı’na kadar gidiyor ve Anadolu’yu dolduran Karamanoğulları, Aydınoğulları gibi beğlikler ayrı birer devlet olarak sayılıyor. Bu telâkki hâlâ hanedanları milletten üstün tutmak zihniyetinin mevlûdudur.

Devletimiz şu şekilde kurulmuştur: On birinci asırda Anayurtta, yani Türkistan’da Karahanlılar sülâlesi vardı. Anayurt dışında ve Karahanlılarla sınırdaş olarak da yine Türkler tarafından kurulmuş Gazneliler devleti bulunuyordu. Ecdadımız olan Türkmenler yani Oğuzlarla Karlukların Müslüman çoğunluğu bu iki Türk devleti arasında onların hâkimiyet ihtiraslarına âlet olduktan sonra Gazneliler tarafından kendilerine verilen topraklara girdiler. Fakat askerliklerindeki kuvvet ve şiddet dolayısıyla metbuları olan devleti ürkütmekte gecikmediler. Gazneliler Türkmenlerin kudretini kırmak için başkanları Arslan Yabgu’yu hile ile yakalayarak hapsettilerse de başlarını kaybetmek onların gücünü kırmak şöyle dursun bilâkis hınçlarını arttırdı ve Gaznelilerle yapılan bir sıra çarpışmalardan sonra nihayet 1040’da kazanılan Dandanakan Meydan Savaşı ile Horasan’da müstakil bir devlet kuruldu. İşte Horasan’da kurulan bu devlet, İslam müverrihlerinin hükümdar sülâlesine izafetle Selçuk Devleti dediği bu yeni teşekkül bizim devletimiz, yani Türkiye’dir.

Horasan’da kurulan bu devlet Azerbaycan, Irak, Suriye ve Anadolu’yu sonradan fethetmiş ve en son aldığı Anadolu’nun kapıları 1071 Malazgirt Savaşı ile açılmıştır. Selçukların Türkiye’si İslâmiyet’ten önceki ve sonraki bütün zamanlarda olduğu gibi, bir kaç hükümdarla birden idare olunurdu. Devletin genişliği ve Türk hâkimiyet telâkkisi bunu gerektiriyordu. Selçuk Türkiyesi’nde dört sultan bulunuyor, fakat bunlardan üçü, Horasan’daki büyük sultanı baş tanıyordu. “Rum” yani Anadolu’daki sultan bu tabî hükümdarlardan birisiydi. Bütün eski tarihimizde olduğu gibi tâbî hükümdarlar, büyük sultana danışmadan yabancı komşularıyla ve hatta bazen birbirleriyle de çarpışıyorlar, fakat bu hâl, Avrupa milletlerinde de gördüğümüz gibi devletin birliğini bozmuyordu.

Türkiye’nin tarihindeki garip bir tecelli ile devletimiz, bütün diğer devletlerden farklı olarak kurulduğu toprakları kaybedip sonradan aldığı topraklar üzerinde tutunan tek devlet örneği olarak kalmıştır. Almanya, İngiltere, Fransa hâlâ kuruldukları topraklar üzerindedir ve normal olanı da budur. Bilfarz Fransa Galya’yı kaybedip de nüfusunun yarısı ile Kuzey Afrika’ya yerleşse veya İngiltere Britanya adasının güney bölgesinden çıkarılıp İskoçya’ya sığınsa bu durum tabiî sayılabilir mi? Sayılamaz. Onun gibi bizim de kurulduğumuz toprakları, hâlâ Türklerle meskûn ve bu devleti kuranların mezarlarıyla süslü toprakları unutamayıp hissen oraya bağlı kalmamız kadar tabiî bir netice olamaz.

Aile, cemiyet veya devlet, herhangisi olursa olsun bir topluluk faziletle kurulursa sağlam olur. Temelinde rezilet bulunursa çabuk çöker. Devletimiz faziletle kurulan bir topluluktur. Tarihe yiğitlik ve feragatle girmiştir. Devlet kurulduğu zaman başkanlığa üç namzet vardı. Fakat bu mevkiye en büyükleri olan Musa Yabgu veya en kahramanları olan Çağrı Beğ değil, en küçükleri Tuğrul Beğ geçirildi. Bunda savaş meydanlarındaki çelik kılıçlı demir bileklilerin, barıştaki insanî kalplerinden taşan bir şefkat duygusunun izlerini de görüyoruz. Çünkü Tuğrul Beğ‘in çocuğu olmuyordu. Amcası ve kardeşi onun bu büyük ıstırabını devlet başkanlığı ile gidermek yolunu tuttular. İşte, devletimizin ilk başkanı, büyük Sultan Gazi Tuğrul Beğ‘dir.

Selçuk hanedanından sonra bu devletin başında Çingiz hanedanı bulunmuş, büyük Çingiz İmparatorluğu’nun batı kolu olan İlhanlılar, sıklet merkezleri Azerbaycan olduğu hâlde Türkiye’yi yürütmüşlerdir.

Şimdiye kadar Çingiz çocukları, bizim tarihlerimizde Moğol veya Tatar diye anılarak yabancı bir devlet ve hanedan gibi gösterilmiştir. Hakikate uymayan bu fikri kabul edince Türklerin uzun bir zaman yabancı hâkimiyeti altında yaşadığını da kabul etmek gerektir ki, bu da şimdiye kadar hiçbir zaman istiklâlini kaybetmemiş bir millet olduğumuz hakkındaki övüncümüzü ortadan kaldırır. Eski Gök Türklerden indiği, çağdaş Çin müverrihleri tarafından kabul edilen Çingiz Han kültür ve mefkûre bakımından da Türk’tü. Onu yabancı gösteren şey, On üçüncü asırda artık Müslüman bir millet olan Türkler arasında eski dine bağlı kalan bir azınlığa mensup oluşu, bir de Moğollar üzerinde hâkim bir ailenin ferdi olarak Arap ve Acemler tarafından Moğol diye ilân edilişidir.

İkinci hanedanımız olan İlhanlıların en büyük hizmeti Anadolu ve Azerbaycan’ı kat’i ve nihaî surette Türkleştirmeleridir. Çünkü On birinci asır başlarında en iyimser hesapla bir buçuk milyon tahmin edilen Türkmenlerin Anadolu’ya yerleşenleri yarım milyondan fazla değildi ve bu nüfus bir asır kadar Rum,Ermeni ve Gürcülere karşı taarruz, bir asır kadar da Lâtin ve Cermen Avrupası’na karşı amansız müdafaa savaşları yapmak mecburiyetinde kalmıştı. Birinci Kılıç Arslan’ın Haçlı sürülerine karşı toplayabildiği Türk kuvveti elli bin kişiyi ancak buluyordu. İşte bu kadar az olan Anadolu Türklerinin tarihte Hindistan, Çin ve Mısır’daki hâkim Türklerin başına gelen “Temsil” felâketine uğramamaları İlhanlıların Anadolu’ya getirdikleri yeni Türk unsurları ve Anadolu’yla Azerbaycan’daki yabancıları büyük ölçüde sürmeleriyle kabil olmuştur. Bunu vahşet sayan Avrupalıların Türkistan’da büyük kırgınlar yapan ve teslim olan bazı şehirlerin ahalisini topyekûn öldürten Makedonyalı İskender’e “büyük” sıfatını vermeleri mantıksızlığın ve biraz da bize karşı kinin mahsulüdür. Avrupalılar bütün Asya milletlerini yenebildikleri hâlde Türklerin tek başlarına bütün batı dünyasına karşı asırlarca süren şerefli mücadele ve müdaafasını unutamıyorlar. Onun için kendilerinde ve başkalarında normal gördüklerini bizde kusur olarak ileri sürüyorlar. İlhanlıların Azerbaycan’ı kesin olarak Türkleştirmeleri Acemleri de garip iddialara sevk ediyor: Onların fikrince “Moğollar” Azerbaycan’ı alıp Acem olan ahalisinin diline iğneler sokmak suretiyle halkı “Türkçe” konuşmaya icbar etmişlerdir. Bir milletin, diline iğne sokulduğu için yabancı bir dili topyekûn öğrenerek konuşmaya başlamasının hakikatle bağdaştırılmasındaki gülünçlük meydandadır.

İlhanlılar çağında bu devlet Tebriz ve Meraga civarından idare olunmuştur. Nasıl İznik, Konya, Kayseri, Bursa, Edirne, İstanbul, Ankara şehirleri başkentlik yapmışsa Azerbaycan’ın şehirleri de bir zamanlar aynı vazifeyi görmüştür. Bu; cevvaliyetin, hareketin, enerjinin ve gençliğin alâmetidir. Nitekim milletimiz yirminci asrın medenî milletleri içinde göçebe halka mâlik tek milletse bu onun geriliğinden ziyade hayatiyetini ve gençliğini gösterir. Anadolu’da bizden önceki Hitit ve sair milletleri mahveden sıtma gibi hastalıklar Türkleri yok edemedi, edemeyecek. Köy ve kasabada sıtmadan kırılanların yerini derhal yayla ve dağdaki göçebeler işgal ederek siperde ölen askerlerin yerini tutan yeni kuvvetler gibi tarih ve zaman içindeki vazifelerini almaktadır.

Yüz yıl süren İlhanlı hanedanı sırasında yanlış tarih telâkkisinin müstakil hükümdarlar saydığı Osman Gazi ve onun oğlu Orhan Gazi birer şanlı uç beğinden başka bir şey değildi.

Yine aynı yanlış tarih telâkkisi Temir‘in yabancı, Tatar ve düşman sayılmasını intaç etmiştir. Temir veya Türkistanlıların söyleyiş şekline göre “Aksak Temir Bek” Kunlar, Gök Türkler ve Çingiz gibi mefkûrevî Türk devletini gerçekleştirmek isteyen bir hükümdardır. Onu bizim, yani Türkiye Türklerinin millî düşmanımız saymak yanlıştır, günahtır. Milliyetçi bir tarih görüşü Ankara Savaşı’nı bir kardeş kavgası saymak mecburiyetindedir. Ankara Savaşı’nda Aksak Temir ordusundaki Türkmenlerin sayısı belki de Yıldırım ordusundakilerden daha çoktu. Bu kadar insan vatan haini miydi? Bu kadar çok vatan haininin bir araya gelmesine imkân var mı? Onlar bu kavgayı bir hanedan ve otorite kavgası sayıyorlardı. Aksak Temir Bek Umumî Türklük bakımından suç işlemiş midir? Bunun münakaşasını bir tarafa bırakıyorum. Çünkü her insanda kusur bulunabileceğini kabul ediyoruz. Tarihimizin en büyük fertleri olarak düşünebileceğimiz Fatih, Yavuz, Kanûnî hatta Alp Arslan‘da kusur yok muydu? Gene en büyük fertler sayacağımız Mete‘de, Kür Şad‘da, Tonyukuk‘ta, Kül Tegin‘de bir takım kusurlar bulunmaz mı? Elbette Aksak Temir de büyük Türklük bakımından bir takım hatalı hareketler yapmıştır. Fakat o ilerisini görebilen bir insandı. İslâv tehlikesini görmüş ve Yıldırım‘a Rus-Leh-Litvan sürüsünü müştereken imha etmek teklifini yapmıştır. Avrupa şövalye ordularını tepeleyen en büyük şövalye Yıldırım, maalesef bunu reddetmiştir. Acaba reddetmeseydi de o iki muhteşem ordu birleşseydi ne olurdu? Şimdi aramızda bulunan bir Türkçü şairin dediği gibi:

Bütün Türkler bir olsa başkalaşır gidişler…

Aksak Temir Bek yalnız büyük Türk şairi Abdülhak Hâmid tarafından başka bir görüşle mütalâa edilmiş ve kendisine hak verilmiştir. Hamid‘in “Kambur” adı altında birleştirdiği beş piyesi vardır: İlhan, Tarhan, Tayfalar Geçidi, Ruhlar, Arzîler. İlk ikisi dünyada, üçüncü ve dördüncüsü uhreviyet âleminde, sonuncusu yine dünyada geçen ve birbirinin zeyli olan bu piyeslerin üçüncüsünde Aksak Temir‘in ruhu da konuşmaktadır. Eserlerin baş kahramanı olan Kambur, Hamid‘in kendisidir. Şair bütün fikirlerini, felsefesini, her şeyini ona söyletmektedir. Kambur‘un kendisi olduğunu bizzat Hâmid tasrih ediyor. Gariptir ki bu eserlerde Kambur Aksak Temir‘in babası olarak gösterilmektedir. Hiç şüphesiz Hâmid Aksak Temir‘in babasının Turagay olduğunu biliyordu. O hâlde niçin kendi felsefî ve fikrî şahsiyetinin oğlu olarak kaleme almıştı? Herhâlde büyük adamlardaki altıncı duygunun, sezginin tesiri ile Hâmid onun ülküsünü kavramış ve takdir etmişti. Hâmid, Tayfalar Geçidinde Temir‘in ruhuna şöyle dedirtiyor:

Ben a’recim (topal) yolumda fakat sanma aksadım;
Tatar ü Türk’ü müttehid etmekti maksadım.
İnsan yaratmak üzre yok ettim ceninleri:
Elbet duyulmaz onların ah ü eninleri…
Dâr-î fenâyı ben boyadım keyfe mettafâk,
Sizler o renge kan deyiniz, ben derim şafak!
Tathir için zamâneyi kanlar döken, yıkan
Ma’fü olur melâikeden almış olsa kan…

İnsan yaratmak üzere ceninleri yok etmek, büyük eser çıkarmak için yapılan acı bir ameliyattır ve başkalarına kan rengi gibi gözüken şeyin şafak olması da beşerî her hâdisenin zıt olan zümrelere başka başka gözükmesinden ibarettir. Devrin çirkefini yıkamak için kan kullanmak ve bunu meleklerden almak Hamid‘e yakışan heybetli bir fikirdir.

Aksak Temir “zamaneyi tathîr” için kan kullandı. Fakat bu temizlik için onun Hint, Acem, Ermeni ve Frenk kanı dökmesini vahşet saymak gafletine düşemeyiz. Hiçbir millet tarih huzurunda kendi kendisini itham hatasına düşmüyor.

Temir‘i, Anadolu’yu yenip dağıttıktan sonra bırakıp gitmekle suçlandırmak da yanlıştır. Çelebi Sultan Mehmed ve oğlu büyük Murad yani İkinci Murad, Türkistan’daki Temir ile oğlu Şahruh‘a tâbî birer hükümdardılar. Bu suretle de bir Türk birliği bilfiil tahakkuk etmişti. Bütün Türkiye’deki Osmanlı hanedanının hâkimiyeti ancak Fatih devrinde başlamış ve Cumhuriyete kadar devam etmiştir. Şimdi Türkçü olarak düşünelim: Selçuk, İlhanlı, Temir, Osmanlı hanedanları ile Cumhuriyet devri hep birden bir tek devletin hayatını teşkil etmiyor mu? Bunları ayrı devletler gibi görmek kendi kendimizi parçalamak olmaz mı? Temir ile Yıldırım iki düşman ordusunun kumandanları olunca birbirlerine karşı çok sert davranan Karaman oğulları ile Osman oğullarını veya Osmanlılarla Akkoyunluları da ayrı devletler ve millî düşmanlar saymak mecburiyeti doğmaz mı? Tarihimize bakarken şu veya bu hanedanın tarafını tutarak kendimizi onun milletinden saymakta hakkımız yoktur. Buna hakkımız olmadığı gibi devletimizin kurulduğu toprakları da bugün yabancı ülke saymaya mezun değiliz. Türkiye, Rumeli’yi fethedip de -Allah göstermesin- Anadolu’yu kaybetse, Anadolu toprakları da bizim için yabancı mı olur? Millî durum yalnız bir ânın, bir zamanın durumu değildir. Çünkü millet de yalnız bir zamanda yaşayan insanlar değildir. Dün yaşamış olanlarla yarın yaşayacaklar da Türk milletini teşkil ediyor. Dünkülerin hakkını feda edemeyiz. Bu devleti kuranların ve bize bugün burada yaşamak imkânını verenlerin mezarları ile dolu yerleri düşünüp sevmek hakkımız ve vazifemizdir.

Kardeş kavgası her yerde olur. Napoleon, Almanya’yı istilâ ederken Cermanya İmparatorluğunu teşkil eden devletlerden bazıları Napoleon‘la birlikte asıl Almanya’ya karşı harp etmişlerdir. Fakat Almanlar Prusya ve Baviyera’yı ayrı devlet ve millet saymadıkları gibi, Baviyeralıları da hain telâkki etmemişler, çocuklarına tarih okuturken yine tek Almanya’dan bahsetmişler, ancak bu kardeş kavgalarından bazı ibretler çıkarmaya savaşmışlardır.

Nazi Almanyası, Çekoslovakya’yı istilâ edip dünya basınının hücumlarına uğrayınca Hitler cihana karşı şu mucip sebepleri ileri sürmüştü:“İlk Alman imparatorlarının Prag’da yaşamış olduğunu unutuyorlar”. Görülüyor ki, başka milletler istilâ emelleri için bile eski birlik hakkına dayanıyorlar.

Bizim ilk padişahlarımız Horasan’da yaşayıp ölmüş, fazla olarak da o bölgeye ebedî Türklük damgası vurmuştur. Velhasıl yine bir mayıs ayında, 1040 yılının 25 Mayıs’ında kazanılan Dandanakan Meydan Savaşı’nın akabinde kurulan devletimiz bugüne kadar aralıksız gelen bir devlettir.

– – –  

3 Mayısın manasına gelince: Tarihimiz içinde bir uyanışın başlangıcı olmak bakımından mühimdir. Batı medeniyetine giriş hareketi olan fakat yanlış anlayış ve tatbik ediş yüzünden bir aşağılık duygusunun teşekkülüne sebebiyet veren Tanzimat’tan beri kendimizi inkârda çok ileri gittik. Hatta medeniyetlerin ülkelere hiçbir gümrüğe uğramadan gireceğini, garp medeniyetini alırken onun tekniği, sanatı ve ilmi ile birlikte fuhşunu da almamızın zârûri olduğunu söyleyen hatiplere rastladık. 1944’te bu ileri gidişin ne derecelere geldiğini biliyorsunuz. Temiz Anadolu çocukları köy enstitülerinde birer komünist olarak yetişsin diye neler yapıldı. Bunu yapanların çoğu bugün teşhir olunmuştur. Haklarında daha da nice vesikalar ortaya dökülecektir. Bir sabah komünist olarak uyanmamız gibi korkunç ihtimali, 3 Mayıs 1944’te birkaç bin meçhul milliyetçi gencin yaptığı asil ve şuurlu hareket önledi. Millet kendisine yapılmakta olan suikastı anladı. Gerçi 3 Mayıs birçok ıstıraplar kaynağıdır. Fakat o ıstıraplardan şuur ve saadet doğmaktadır. İlk zamanlarda küçük guruplar hâlinde sessizce kutlanan 3 Mayıs bugün kuvvetlenen ve büyüyen şuurlu bir kütlenin bayramı olmaktadır. İlerde bir gün siz gençlerin, Gök Türk kıyafetinde olarak büyük padişahlarımızın türbeleri önünde yapacağınız geçit resimlerinin heybetini ve ihtişamını tasavvur ediyor musunuz?

Fazilet temelleri üzerine kurulan devletimizin birkaç kara gün geçirmesi onu asla sarsıp deviremez. En güzel şiirlerdeki birkaç vezin veya kafiye aksaması nasıl o şiirin güzelliğine engel değilse, bir iki çelmede bu devleti mazideki ve ilerdeki ululuğundan alıkoyamaz. Bu devlet ve vatan büyüyecektir. Çünkü uğrunda ölmeye hazır olanlar var.”

22 Şubat 2021 Pazartesi

NOSTALJİK BİR TURANCILIK HİKÂYESİ

Kırımoğlu, göğsünde Kırım rozetiyle görülüyor


Kırım’dan koparılıp Türkistan’ın çeşitli yerlerine sürülen Türklerin, yeniden toparlanması uzun zaman aldı. Yavaş yavaş kıpırdanmaya başlayan Kırım Milli Hareketi’nin esas doğuşu ise Sovyetler’in meşhur 20. Kongre’sinden sonra oldu. Hruşçof bu kongrede Stalin’i ve yaptıklarını reddederek bir arınma (De-Stalinizasyon) başlatmıştı.

 

Kırım Milli Hareketi’nin en önde giden ismi ise sürgünden 6 ay önce dünyaya gelen Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’ydu. Veyahut Türkiye’de daha çok bilinen şekliyle söylersek, Mustafa Cemiloğlu.

 

Anavatanına dönmeyi ve burada yeniden bir milli muhtariyet kurmayı isteyen Cemiloğlu, bu uğurda Sovyetlerle savaşa tutuştu. Fakat bu savaş silahla değil sivil yöntemlerle yapılıyordu.

 

Kırım Tatarları; bildiri yazıyorlar, protesto ediyorlar, sivil itaatsizlik başlatıyorlar ve Sovyetlerin içinde veya dışında kimi bulurlarsa haklı davalarını anlatıyorlardı.

 

Bu işin lideri Cemiloğlu’nun Sovyetlerin radarına girmesi uzun sürmedi. Cemiloğlu, bir suçtan tutuklanıyor, serbest bırakıldıktan sonra bu sefer başka bir suçtan tutuklanıyordu. 

 

Bundan sonrasını Mustafa Aga’nın anlatımlarıyla paralel okuyalım.

 

“1974 senesinde yine, üçüncü kere yakaladılar ve bir yıl müddetle Sibirya’daki ağır çalışma kampına yolladılar. Serbestliğime üç gün kala yine bana bir dava açtılar ve müddetimi uzattılar. Güya kamptaki mahpuslar arasında Sovyetlere karşı propaganda yapmışım, kamptan arkadaşlarıma ve akrabalarıma yazdığım mektuplarda Sovyetlerin siyasetini lekelemişim ve buna benzer suçlamalar.” 

 

Göstermelik bir yargılama süreci başlatıldı. “Ayı” avını yemeye karar vermişti sadece bahane arıyordu.

 

Cemiloğlu bu haksızlık üzerine derhâl “açlık grevi” başlattı. Bu grev, tam 303 gün sürerek Dünya tarihinde hâlen kırılamamış bir rekordur.

 

“Burada, nasıl olup da o kadar açlık grevi geçirmek ve ölmemek mümkün mü gibi sorular doğabilir. Sovyet hapishanelerinde açlık grevi şartları böyleydi: insan ağzına hiç yemek almıyor, ama mahpus ölüm haline yakınlaştığı zaman mahkeme gardiyanları onun ellerine kelepçe takıp ağzını zorla açıp lastik boru sokarlar ve böylelikle karnına açlıktan ölmesin diye gıdalı akar madde dökerler veyahut kan damarlarına iğneyle glikoz enjeksiyonu yaparlar.”

 

Anlaşılan bu rekorda haftanın iki veya üç günü gelerek Cemiloğlu’na zorla hortumdan yemek veren Rusların “katkıları” da yadsınamaz.

 

1960’ların sonundan itibaren dünyaca tanınan bir insan hakları aktivisti haline gelen Cemiloğlu’nun bu tutukluluğundan herkes haberdar oldu. Çok geçmeden Cemiloğlu’nun açlık grevine başladığı haberi de geldi.

 

“İşte o zaman, yani 303 günlük açlık grevi zamanında, Andrey Saharov, Petro Grigorenko ve diğer meşhur insanlar benim serbestliğimi talep ederek Dünya kamuoyuna, Birleşik Milletler Teşkilatı’na müracaatlar ve protestolar yazdıkları için benim ismim ve Kırım Türklerinin problemleri geniş dünya cemaatına belli olmuştu.”

 

Bu haber iki yerde şok etkisi yarattı: Batı Dünyası ve o dönem tek bağımsız Türk devleti olan Türkiye.

 

Batı Sovyetleri protesto ederken, Türkiye çekingen davranıyordu.

 

Bu aptalca hareketsizlik, Türk milliyetçilerini harekete geçirdi. Başını Alparslan Türkeş’in çektiği “Bozkurtlar” yürüyüşler düzenliyor, konuşmalar yapıyor, metinler yazıyorlardı. Sesleri belki Ankara’dan işitilmiyordu ama Moskova’dan gayet net duyuluyordu.

 

Demir Perde’nin çekili olduğu o yıllarda, “perdenin gerisindekilerden” haber almak çok zordu. Bu durum gerek Cemiloğlu’nun gerekse de Türkiye’deki ülkücülerin yaptığı eylemleri bir kat daha değerli kılıyordu. Çünkü birbirlerini görmüyor, duymuyorlardı. Fakat onlar aynı ananın ayrı düşmüş çocuklarıydı ve birbirlerini hakikaten seviyorlardı.

 

Demir Perde yüzünden kesilen iletişim, trajikomik bir olaya sebebiyet verdi. 1976’nın başlarında Türkiye’de Kırımoğlu’nun şehid olduğu şayiası yayılmaya başlandı.

Kara Haber başlıklı, 5.2.1976 tarihli TRT haberi



Önceleri pek inanılmasa da, açlık grevinin süresinin gittikçe uzaması (ölüm haberi ilk duyulduğunda 200 günü geçmişti) insanları bu söylentiye inandırdı.

 

Ve… Türkiye’de kıyamet koptu.

 

Milliyetçi camianın tamamı neredeyse açlık grevinin ilk gününden itibaren Cemiloğlu’nu takip ediyordu. Şimdi, şehadet haberi gelmişti. 1976 Şubat’ından Nisan’ına dek neredeyse tüm milliyetçi dergiler Cemiloğlu kapağıyla çıktı.

"Şehid" Cemiloğlu'nu kapağına taşıyan dergilerden biri



“Cemiloğlu sagusu” yazıldı. Yine Cemiloğlu’nun mücadelesini anlatan bir tiyatro temsili kaleme alındı. Ülkücüler yurdun dört bir yanında yürüyüşler yaptılar. Nihayetinde “şehid” Cemiloğlu için gıyabi cenaze namazları kılındı. Mevlid okutuldu. Protestolar, gösteriler, şikâyetler birbirini kovaladı.

 

“Yıllar geçtikten sonra, o zamanlar Türkiye’de de beni kurtarmak için yürüyüşler, yayınlar ve diğer hareketler yapıldığını ve bu hareketlerde, Türkiye’deki Kırım Türklerinin aktif iştirak ettiklerini öğrendim.”

 

Bu tepki dalgası sonucunda Sovyetler, Cemiloğlu’nun “yaşadığını ve mahkemeye çıkacağını” açıklamak zorunda kaldı. Sovyetlere yine de inanılmasa da, Cemiloğlu’nun yaşama ihtimali Bozkurtlara iyi geldi.

 

Çok sürmeden Rusya’dan gelen güzel haberler arttı ve Cemiloğlu’nun ölmediği kesinleşti. Fakat 90’ların başına kadar “kanlı-canlı” göremedikleri için birçok ülkücünün hatırında Cemiloğlu “şehid” diye kalmıştı. Türkiye’de olmasa da, Batı memleketlerinde Cemiloğlu’yla karşılaşan birçok Türk milliyetçisi önce çok şaşırdı, sonra çok sevindi.

 

Cemiloğlu’nun itiraz ettiği mahkemenin sonucu ise Rusların “uluslararası kamuoyunu” çok da önemsemediklerinin resmi gibiydi.

 

“Açlık grevine ve dünyanın çeşitli yerlerinden protestolar yağmasına bakmadan Omsk şehrinde yargıladılar ve iki buçuk yıl ağır çalışma kampına hüküm ettiler. (…) Mahkumiyeti geçirmek için Çin sınırına yakın olan Primorski adlı bir ağır çalışma kampına yolladılar.” 

 


 

Mustafa Aga -Allah sağlıklı bir ömür versin- bugün halen hayattadır. Uğruna “öldüğü ve dirildiği” Kırım ise yine Rus’un işgali altında.

 


 

Artık “nostaljik” sayılan, bir Turancılık hikâyesi paylaşmak istedim. Bugünle mukayesesini sizlerin ferasetine bırakıyorum. Aynı anadan doğdumuz, ayrı düştüğümüz tüm soydaşlarımıza en içten muhabbetlerimi iletiyorum.


19 Şubat 2021 Cuma

İSTİFA



Önce Ekonomi Bakanı'nın kimsenin beklemediği hâlde yaptığı, bugünlerde ise Boğaziçi Rektörü'nün herkesin beklediği hâlde yapmadığı şey nedir? Evet, istifa. 

Unutulmuş Kelimeler kategorimizin bugünkü misafiri "istifa" kelimesi. Başucu kaynağımız Kâmûs-ı Türkî'ye müracaat edelim öyleyse, bu kelime ne anlama gelmektedir? 

"istifa: ism-i müzekker, Arabî. (afv'den masdar istif'âl) 1. afv isteme: istifa-yı kusûr. 2. bir mansıb ve hizmetinden afv olunmayı isteme, kendi ihtiyârıyla infisâl: memuriyetinden istifa etti; istifasını verdi; istifası kabul olundu, olunmadı; istifasını geri aldı= istifadan vaz geçti."

Ekonomi Bakanı'nın istifa etmediği, "görevinden af edildiği" açıklanmıştı. Bunun Türkçe açısından doğru, Türk siyaseti cephesinden ise pek de doğru olmadığı görülüyor. 

Neyse efendim; gitmesi gerekenin gittiği, gelmesi gerekenin geldiği, istifa etmenin çok da kötü bir şey olarak telâkki edilmediği bir Türkiye temennisiyle... 


16 Şubat 2021 Salı

KÖR KAYIKÇININ ÖLÜMÜ


–Meçhul Arkadaşlara-


“cinayeti kör bir kayıkçı gördü


ben vursam kendimi vuracaktım”


Attila İlhan


Küçük bir taşranın küçük heyecanları…


Masum Anadolu çocukları gördüm. Büyümek, yetişmek, faydalı olmak istiyorlardı.


İçine doğdukları toplumla kavgaları vardı. Derinlerde bir kavga. Dışa vurulmayan.


İçine doğdukları topluma aşıklardı. Derinlerde bir sevgi. Dışa vurulmayan.


Bir gün bu kavgalar, bu sevdalar gün yüzüne çıkacaktı. Anlaşılmak istiyorlardı. Anlaşılmanın yolunun anlamaktan geçtiğini bilmeden. Seslerini duyurmak dilekleri vardı. Dinlemeden konuşmanın değersizliği umurlarında değildi.


Küçük bir taşranın küçük telaşları…


Masum Anadolu çocukları gördüm. Yaşamak istiyorlardı. Yaş almışlar fakat yaşayamamışlardı.


İçinde büyüdükleri toplumla kavgaları vardı. Dile vurdukları ama hamle yapmaya çekindikleri kavgalar. Derinde değil suyun yüzeyinde. Ellerini uzatsalar tutacaklar. Ellerini uzatsalar düşecekleri kavgalar…


İçinde büyüdükleri topluma sevdaları vardı. Yıllar yılı tükettikleri yalnız dillerinde kalmış sevdalar. Anlaşılmak istiyorlardı. Anlamak da istiyorlardı. Seslerini duyurmak kaygıları derin bir kayıtsızlığa dönmüştü. Bolca duyuyor fakat dinlemiyorlardı.


Küçük bir taşranın büyük sessizliği…


Masum Anadolu çocukları gördüm, hiç yoktular. Ölüp gittiler bu diyardan.


Yaşayamadılar. Hakkıyla kavga edemediler. Hakkıyla sevemediler. Anlaşılmak kaygıları boşa düştü. Anlamak desen, vakitleri yetmedi. Sesleri zaten taşrada kayboldu, gitti. Dinlemeyi öğrendiler bir tek. Dinleyerek öldüler. Kendilerine önemli şeyler vaaz eden hatipleri dinleyerek öldüler. Hala mezarlıklarda mukim fakirhanelerinde dinliyorlar. Kıyamete kadar dinleyecekler.


Bu bir coğrayfa kanunudur. Demografi, tarih ve içtimaiyat eşlik eder.


Mağduriyet, yalnızlık ve kimsesizlik…


Ayrılık, yoksulluk ve ölüm…


Ölüm! Bozkırın tek değişmez yasasıdır.


Ve Türkler bu yasayı Anadolu’ya taşımıştır.


Hareket edememenin verdiği sıkıntı taşranın havasına yansımıştır. Yansıma, esrarlı bir ayna gibidir. Karşısında olanlar hem silüetlerini görür hem de kaybolurlar! Böylece kaybolan çocuklar gördüm. Esrarlı aynanın diğer tarafına göçtüler.


Bu bir toplum yasası mıdır ? Hayır, bu bir cinayettir. Attila İlhan’ın, kör kayıkçının ve benim gördüğüm bir cinayet.


Attila İlhan gitti. Öyle anlaşılıyor ki, kör kayıkçı da öldü.


Bir ben kaldım her şeyi gören. Sesim boşlukta kalmadan kağıtla zapturapt altına aldım.


Hiç yaşamamış ve yaşamayacak çocuklar! Merak etmeyin isminizi telaffuz eden var…


13 Şubat 2021 Cumartesi

İNCİ BABA'YLA DIŞ POLİTİKA DERSLERİ

İnci Baba


Suriye’de terör koridoru, Doğu Akdeniz’de enerji gerginliği, ABD ile artık kronik hale gelen problemler derken epey gergin bir süreçten geçiyoruz.


Bu duruma nasıl geldik?


Bu duruma; tarihi meselelere anlık tepkiler vererek, derin problemlere yüzeysel bakarak, sosyal meselelere bodoslama dalarak, iktisadi dengeleri reaksiyoner hareketlerle sarsarak geldik. Daha doğrusu bu davranışları “rutin” hale getiren iktidar ve kadrolarıyla geldik.


Bunları şöyle derinlemesine ele alan bir şeyler yazayım dedim. Sonra yazı çok uzayınca canım sıkıldı, yırttım. Fazla geçmeden de aklıma İnci Baba geldi.


Bu iktidarın meselelere ne kadar “derin” baktığına en iyi örnek belki de İnci Baba’dır. İslamcı olmasa da mevcut yönetimle diplomasiye aynı düzlemden bakan İnci Baba’yı kısaca tanıtayım. Sonra dış politika bahsine geçeriz.


1938 yılında Mardin’de doğan Mehmet Nabi İnciler, Şanlıurfa’da büyüdü. İnşaat sektörüne giren İnciler, ihaleleri komisyon karşılığı dağıtarak zenginleşti. Para ve gücün getirisiyle çevresini genişletti. Kısa zamanda yeraltı dünyasında da tanındı. Tabii tam ismiyle değil, lakabıyla… “İnci Baba”.


İnci Baba siyasetin “Baba’sıyla” da tanışıyordu. Süleyman Demirel’in yakın çevresindendi. Fakat çevresi bundan ibaret değildi.


Yılmaz Güney’in dostuydu. Sosyalist siyasette yer alan birçok kişiyle ve milletvekiliyle de teması vardı.


Aynı zamanda Alparslan Türkeş’in hapishane arkadaşıydı. (Türkeş 12 Eylül’ün ardından MHP Genel Başkanı sıfatıyla tutuklanmıştı. İnciler ise “Babalar Operasyonu” neticesinde içeri alınmıştı.)


“İşinde” başarılı ve fark yaratan bir isimdi İnci Baba. Ünü Türkiye sınırlarını aşmıştı.


National Geographic belgesellerinde Türk mafyası ele alındığında ismi en çok geçen kişi Mehmet Nabi İnciler oluyor, Reuters onu “Türk Robin Hood’u” olarak tanımlıyordu.


“Hayvansever” olarak da tanımlanabilecek İnci Baba evinde iki kaplan besliyordu. İsimlerini Dallas dizisinden etkilenerek vermişti: Ceyar ve Sue Allan.


ABD’ye giden siyasi liderlerin Washington Anıtı’na çelenk bırakmasından etkilenerek Chicago’ya gitmiş ve Amerikalı ünlü mafya babası Al Capone’un mezarına çelenk koymuştu.


Renkli ve kanlı geçen 55 yıllık ömrü, 4 Aralık 1993’te koruması tarafından öldürülmesiyle son buldu.


Bugün İnci Baba’yı konuk etmemizin esbabı mucibesi ise Erkekçe Dergisinin 1982 Aralık sayısına verdiği röportajdan bir kesit.


İran-Irak savaşının tam gaz sürdüğü bu dönemde, ünü Türkiye sınırlarını aşmış İnci Baba’nın bu konuda fikri olmaması düşünülemezdi. Röportajın ilgili bölümünü iktibas ediyor, “bugünkülerle” benzerliğini takdirlerinize bırakıyorum.


“İran Devlet Başkanı Humeyni’ye Türkiye’den birkaç çember sakallı tipi hediyeyle göndereceksin. İran’da hediye çok mühimdir.


“Bak bu peygamber efendimizin pabucu, bizim müzedeydi, sana hediye ediyoruz.” diyeceksin, ama pabuç sahte. Gerçeğini verme yani. Sonra Humeyni’ye “Bak kardeşim sen de Müslümansın, biz de. Ama hep bana, hep bana diyorsun. Şu petrolden biraz da bize ver bakalım. Gel Irak’ı da birlikte halledelim. Irak bitmiş zaten, hasta yatağında sikilir.” diyeceksin.


Kabul etmedi mi, basacaksın yaygarayı: “Zaten bu Humeyni sürgündeyken Bursa’da kalmıştı, belki de ibnedir” diyeceksin. O da mı olmadı, git Amerika’ya “Şu bizim borcu sil, dört yüz tane de uçak ver, Ortadoğu’yu cümbüş yerine çevirelim” de.”

10 Şubat 2021 Çarşamba

YENİ LİSAN (ÖMER SEYFETTİN)

Genç Kalemler dergisinin Yeni Lisan makalesinin yayınlandığı sayısının kapağı (Kaynak: İslam Ansiklopedisi)


Ömer Seyfettin'in Ali Canip'e Mektubu yazısını okuyunca heyecanlandım. Canip Bey'e mektubu internet ortamına aktarılmadıysa "Yeni Lisan" makalesi hiç aktarılmamıştır diye düşünerek harekete geçtim. Kitapları raftan indirdim. Bilgisayarımı açtım ve yazmaya başladım. Bilgisayara aktarma işi bitmek üzereyken şeytan dürttü. "Google'ladım." Bir de ne göreyim en az iki sitede daha yayınlanmış Yeni Lisan makalesi... Önce sukut-u hayale uğrasam da çabuk toparlandım. Bahaneyle dilimizin en mühim makalelerinden birisini paylaşmaya hazır hâle getirmiştim. Makaleyle ilgili biraz önbilgi verdikten sonra dikkatlerinize sunacağım. 

Genç Kalemler Dergisi'nin, 11 Nisan 1911 tarihli, 2. cildinin 1. sayısında yayınlanan makalenin, imza bölümünde "?" vardı. Bunun sebebini Ali Canip Yöntem farklı zamanlarda farklı saiklerle izah etti. Hepsinden çıkardığımız ortak sonuç; "bu makalenin bir kalemin değil, derginin ortak kararı ve hedefi" olduğudur. Fakat yine aynı yerden makaleyi kaleme alanın Ömer Seyfettin olduğunu öğreniyoruz. 

Gök Alp'ın "Yeni Hayat" görüşüne de uygun bir "Yeni Lisan" fikri aslında çoktan beri tartışılıyordu. Tanzimat'tan beri dili sadeleştirme meselesi gündemdeydi. Makalede de hedef alınan Servet-i Fünûncular, dili sadeleştirmeye karşı çıkıp yeni yeni Farsça terkipler türetiyorlardı. İfrat-tefrit uçlarında sallanan dil politikamız, nihayetinde sadeleştirme değil tasfiye noktasına ulaştı. Aslında Türkçü Necip Bey başta olmak üzere birçok başka Türkçü düşünürler 1908'den itibaren dilde bir tasfiye yapılmasını açıktan savunuyorlardı. Bu makaleyi meşhur eden faktörler ise; ilmî değil siyasî olması, bir şahsın değil kadronun imzalaması, Selanik'te yayınlanması ve nihayet devlet yönetimine talip bir partinin (İttihad ve Terakki) maddi-manevi desteğiyle savunulmasıdır. 

Zannederim bu kadar malûmatfuruşluk kifayet eder. Dilimizin tarihinde mühim bir yeri olan makaleye geçebiliriz. 



Yeni Lisan 

Eski Lisan nedir? Asla konuşulmayan, Latince ve İbrânice gibi yalnız kendisiyle meşgul olanların zevk ve idrakine taalluk eden bir şey… Size bunun tarihini çabucak çizelim: Biz Asya’dan garba, Anadolu’ya hicret etmişiz. Din ve edebiyatı bize Arabî ve Farisî öğretmiş. Hattâ bir zamanlar resmî lisanımız Farisî olduğu gibi, bir padişahımız Arapça’yı bize umumî, millî bir lisan olmak üzere kabul ettirmeğe kalkmış. Hicretimizin ilk asırlarında Arabî ve Farisî birçok kelimeler lisanımıza girmiş, bunun kat'iyen zararı yok. Lâkin edebiyat, sanat ve dolayısıyla tezeyyün fikri ve Farisî kaideler de getirmiş. Türkçe muvazenesini kaybetmiş. Tabiata muhâlif ve son derece sun’î bir hâl kesbetmiş. Fakat nasılsa, yine aslını, esası olan fiiller ve sigaların istiklâlini muhafaza etmiştir. İşte bu istiklâldir ki, bugün bize Türkçeyi tekrar eski sâfiyet ve tabiîliğine ircâ etmek ümitleri veriyor. 

Edebiyatımız

Bunu da kısaca söyleyelim: Tabiata muhâlif edebiyatımızın birbirinden farklı muhtelif devreler geçirdiğini iddia etmek mânâsızdır. Edebiyatımızın tarihini yazanlar, tabiî olmaktan ziyade sârî ve irsi bir tasnif veyahut taklit saikasına mağlûp olarak bunu yapmışlardır. Mutlaka bir devre istiyorsanız, söyleyelim, bu öyle muhtelif ve mütaddit değil, ancak iki devre vardır:
1-Şarka doğru; İran’a
2-Garba doğru; Fransa’ya

Vaktiyle şarka doğru, İran’a gidenleri bugün garba gidenlere benzetebiliriz. Onlar sözde Türkçe yazdıkları divanların yanına şöhret ve iktidârlarını teyid ve takviye etmek için bir de Farisî divan yapmasını ihmal etmezlermiş. Şimdiki gençlerin Fransızca manzûmeler ve piyesler tertip edip iftihar etmeleri gibi… Evet, bir takım Türk şairleri, hâkimleri hep Arapça veyahut Acem lisanı üzere yazmışlar. Padişahların, hükûmet adamlarının Farisî bilmeleri lâzım gibiymiş. Padişahlardan Farisî divan yapanlar gelmiş. Vehbî bu lisanın kolaylıkla temessülü için Tuhfe’sini yazmış ve büyük bir hizmet ediyorum zannetmiş.

Millî Edebiyatımız yokmuş. Hâlâ da yok. Olanlar da muharebe ve tasavvuf tasvirlerinden, ibtidâî şarkılardan ibarettir. Bu niçin? Niye bizim millî edebiyatımız yok? Sebep pek basit… İzah edelim: Edebiyat nedir? Eski nazariyeye göre ‘’şiir ve hayâl sanatı’’ değil mi? Şiirler, hemen umumiyetle denecek derecede ‘’aşk ve muâşaka’’ hikâyeleridir. Aşk, sevişmek ise dolayısıyla bizde memnûdur. Kim sevilir? On dört on beş yaşında baliğ ve güzel bir kızcağız! Değil mi? On beş yaşına giren bir kızı muhitimizde babasından, amca ve dayılarından, kardeşlerinden başka kimse göremez, (faydalarını, kudsiyetini, hikmetini burada tekrar etmek bahsimizden hariç olan) ‘’tesettür’’ keyfiyeti buna mânidir. Bir kocalı kadın, bir dul kadın, gene bu sebeple sevilmek değil, hatta görülemez bile... Fakat bu muâşaka ihtimalinin külliyen memnu ve merdud bulunmasını edebî, içtimâî terakkilerimize mâni addetmek-bugün için- turfanda ukalalık, büyük bir hatadır. Bu memnûiyet bizi, her terakkî eden kavmin sukut ettiği o müdhiş zaaf ve zevk girdabına düşürmeyecek, başımızda hissi sersemlik fırtınaları koparmayacak bizi maddî ve menfaatle dolu yollarına sevkeylemeyecektir.

Şarka Doğru

Araplar bedeviyet sayesinde kadınlarla muâşaka edebilmişler, hakikaten müessir ve muhrik şiirler vücuda getirmişlerdir. Bizim medenî İslamiyetimiz kadınlarla erkekleri şiddetle birbirinden ayırdığından hakîkî ve marîz aşklara meydan kalmamış. Hakîkî aşklar olmayınca şairler hayalleriyle muâşakaya başlamışlar. Şiirlerinde, hakikatin o basit sadeliğine mukabil, hayalin mutantan, alacalı, boş sun’îliği husule gelmiştir. Samimi hareket edenler, hakikati yazmak isteyenler de ahlâksızlıkları Bizans hislerinden ma’mûl heykeller dikmişlerdir. Nedim’in ‘’Hammâmnâme’’si, Fâzıl’ın ‘’Hûbannâme’’si, Vehbî’nin ‘’Şevk-engiz’’i, Rahmi’nin ‘’Nâme-i dil’’i gibi… Yüzlerini şarka doğru çevirerek yazan şairlerin hitaplarını, ahlarını, ohlarını, gazellerini, gözyaşlarını umumiyetle kadınlar için zannedenler bir sünnet çocuğu kadar masumdurlar. O neslin son şairi olan Muallim Nâci’nin son neşrolunan ‘’Hederler’’ini okuyunuz. Bugünkülerin ihtimal mânâsını bile bilmedikleri ‘’hat-âver, çâr-ebrû’’ gibi tabirler görecek, bazı soğuk telmihlerini pek iğrenç ve ahlâksızca bulacaksınız.  

Garba Doğru

Muallim Nâci öldükten sonra şark devresini hakkıyla muhafaza edecek adam kalmamış. Âkif Paşa’dan beri binasına, teşkiline başlanılan Avrupa mektebi meydan almış. Abdülhamid’in sayesinde siyaset ve ciddiyetle iştigal, külliyen lağvolunduğundan bugün kendilerine ‘’dünküler’’ denilen eski edebî ‘’Servet-i Fünûn’’ heyeti ortaya çıkmıştır. Fikret’le Cenâb cidden güzel, fakat son derece milliyetimize, hissimize, zevkimize muhalif Fransızca şiirler vücuda getirmişler. Fâik Ali, ikinci bir Abdülhak Hâmid olmağa çabalamış. Halid Ziya Fransız romanlarını, hassaten Rene Maizeroy’u okuyarak sayfa sayfa nakle başlamış, hâsılı hiçbirisi esaslı ve mühim bir teceddüd gösterememişler, yalnız çalmışlar, çalmışlar, çalmışlar, eserlerinin isimlerini bile Fransızca’dan aynen aşırmışlardır. Amours Defendues, Perles Noires’ları bilmiyorsanız işte bu fenadır. Zira bir gün elinize Emile Bergarac imzalı bir kitap geçer ve isminin ‘’Lyre Brisee’’ olduğunu hayretle görürseniz o vakte kadar zihninizde büyüttüğünüz Fikret’in meşhur kitabına kendiliğinden bir isim bulamayarak şu ufacık terkibi bile Fransızcadan aşırmağa mecbur kaldığına müteessir ve müteessif olursunuz. Otuz beş sene evvel başlayan sadeliği öldüren onlardır; tekellüm lisanıyla yazı lisanını yani tabiî lisan ile sun’î lisanı birleştirmek değil, kilometrelerle birbirinde ayırmışlardır. Onların öyle mısralarına, öyle cümlelerine tesadüf olunur ki, içinde hiç Türkçe yoktur. Eski lisanın fenalıklarından hiçbirini değiştirmemişler, yalnız naatları, kasideleri, destanları, terkip ve terci-i bendleri, muhammesleri, müseddesleri, murabbaları, gazelleri, kıt’aları bırakıp yerine sahte sonelerden müteşekkil tatsız ve eskilerden daha mânâsız, mesruk, bir ‘’salon edebiyatı" vücûda getirmişlerdir.

Bugünküler

Yani Fecr-i Âti. Bunların yegâne meziyeti ‘’dünküler’’ nâmını verdikleri eski ‘’Servet-i Fünûn’’ kümesinin mahiyetini, tamamıyla değilse bile, nispeten anlamış olmalarıdır. Fakat henüz kendileri de yeni bir şey yapmamışlar, ancak beğenmedikleri dünkülerin sun’î eserlerini sayfa sayfa tekrar etmişlerdir. Dünküler kullanılmayan kelimeleri eski kamus sayfaları arasında bularak bir muvaffakiyetmiş gibi lisana katmağa çalışırlardı ki, bugünküler yalnız bu münasebetsizliği taklit etmediler. Merhum Ahmet Şuayp'ın, Gaston Deschampe’ın kitabını ismiyle beraber -kendisi tetkik etmiş, kendisi tetebbû etmiş gibi- Türkçeye geçirip âlim şöhretini kazanmasına imrendiler. Onlar da rekâbete kalktılar. Acele ettiler, hiçbirisi Ahmet Şuayp kadar Fransızca bilmiyordu. Anlamadan tercümeye başladılar. Bugün ilmî olarak yazdıkları, yani tercüme ettikleri sayfaları karıştırırsanız cümle değil, hattâ birçok siga hataları bile göreceksiniz. Fakat vatanın bütün ümîdi gene onlardadır. Onlar zekidirler. Çok gençtirler. Tabiî okuyacaklar, çalışacaklar, tekâmül edecekler, hele hiç şüphesiz asırlardan beri bizi milli bir edebiyattan mahrum bırakan eski ve sun’î lisanı terk edeceklerdir. Evet, ümîdimiz onlardadır. Eskilerin hepsi öldü. Dünküler felce uğradılar. Artık yegâne nasipleri ölümdür. Eski lisanı yaşatan bugün ‘’bugünküler’’dir. Onların dünküleri taklit etmekten vazgeçtikleri dakika hakiki bir fecr olacak, onların sayesinde yeni bir lisanla terennüm olunan ‘’millî bir edebiyat’’ doğacaktır. 

Hastalıklar

Edebiyatımızın mâzisi, hâli hakkında muhtasar fakat oldukça vâzıh bir kritik yaptık zannederiz. Görülüyor ki, şimdiye kadar millî bir edebiyat vücûda getirmemişiz. Eskiler İran’a teveccüh etmiş, yeniler, yani dünküler kendileri için yeni bir lisan ibdâ etmeğe lüzûm görmeyerek ve mümkün olduğu kadar da bozarak hep eskilerin lisanını kullanmışlardır. Şimdi yeni bir hayata, bir intibah devresine giren Türklere yeni, tabiî bir lisan, kendi lisanları lâzımdır. Millî bir edebiyat vücuda getirmek için evvelâ millî bir lisan ister. Eski lisan hastadır. Hastalıkları, içindeki lüzumsuz ve ecnebî kaidelerdir. Evet, şimdiki lisanımızda Arabî ve Farisî kaideleriyle yapılan cem’ler, terkib-i izafî, terkib-i tavsîfî, vasf-ı terkibîler yaşadıkça saf ve millî addolunamaz. Bu lisanı kimse anlamaz. Ekseriyet bigâne kalır. Kitaplar satılmaz. Vatanda mütalâa ve tetebbû merakı husule getirilemez. Otuz milyonluk bir memlekette en büyük ve en meşhur bir gazeteden otuz bin nüsha satılamaz, en mükemmel ve müfîd kitabın satışı nadiren bini tecâvüz eder. 

Tasfiye

Bunu nasıl yapmalı? ‘’Dernek’’in arkasına takılıp akîm bir irticâa doğru, ‘’Buhara-yı Şerif’’deki henüz mebnâî bir hayat süren, müthiş bir vukûfsuzluğun, korkunç bir taassubun karanlıkları içinde uyuyan bundan bir düzine asır evvelki günleri yaşayan kavimdaşlarımızın yanına mı gidelim? Bu bir intihârdır. Bu, seri ateşli toplarımızı, makineli tüfeklerimizi bırakıp yerlerine; düşmanlarımız gelince -kavimdaşlarımız gibi- üzerlerine atacağımız suları kaynatmağa mahsus çay semaverleri koymağa benzer. Hayır. Beş asırdan beri konuştuğumuz kelimeleri, me’nûs denilen Arabî, Farisî kelimeleri mümkün değil terk edemeyiz. Hele aruzu atıp Mehmed Emin Bey’in hecâî vezinlerini hiçbir şair kabul etmez. Konuştuğumuz lisan, İstanbul Türkçesi en tabiî bir lisandır. Klişe olmuş terkiplerden başka lüzumsuz ziynetler asla mükâlememize girmez. Yazı lisanıyla, konuşma lisanını birleştirirsek edebiyatımızı ihya yahut icât etmiş olacağız. Maharetimizi, sanatımızı, zekâmızı yalnız beş on kişilik bir edip kümesi takdir etmeyecek, karşımızda anlayan, takdir eden alkışlayan ve mükâfâtını veren bir ekseriyet bulunacak.

Nasıl?

Nasıl mı? Pek kolay… Biraz fedakârlıkla herkes yapabilir. Bakınız, biraz zahmet demiyoruz. Zira tabiî bir hareket için zahmet ve ıztırâba lüzum yoktur. Biraz fedakârlık… Son asrın nihayetlerine doğru garpta kadınlar kendilerini pek sehhâr gösteren o dar korsalardan nasıl vazgeçtiler, nasıl mevhûm ve itibârî güzelliklerinden biraz feda ederek evvelâ kendi sıhhatlerine dolayısıyla ilerde doğuracakları neslin âkıbetini te’min ettilerse biz de öyle yapacağız. Türkçe kaidelerle terkip yapılabilir. Arabî ve Farisî kaidelerle niçin yapıyoruz? Bu bir ihtiyaç mıdır? Hayır, biz onları tezyin için süs için yapıyoruz. Şüphesiz süs için… İşte bundan vazgeçelim. Lafza tapmayalım. Eserlerimiz yaldızlı mukavvadan bir heykel olmasın, fikre, hisse ehemmiyet verelim. Yazılarımız sâde, beyaz, muhteşem, kavî, ebediyete namzet, mermerden âbideler olsun! Bunu ihtiyarlar, bunu dünküler yapamazlar. Hiçbir ölü mezarını kendisi kazamaz. Onlar tabiî yaşamak isterler. Hayatları eskilikle kaimdir. ‘’Yeni’’ onların en büyük düşmanıdır.

Milliyete Doğru

Hareket zamanı artık gelmiş ve hattâ geçmiştir. Mâziye, düne, zevke, itiyâda aldanarak maddî düşünmekten vazgeçmeliyiz. Düşünmeli, gene düşünmeli, tekrar düşünmeli ve kat’î kararımızı vermeliyiz. Lisanımızı böyle dağınık, meçhul, istidatsız bırakan nedir? Arabî ve Farisî kelimeler mi? Asla… Bir ihtiyaç neticesi olarak girenler bizim olmuş. İmlâlarını muhafaza etmekle beraber ‘’Türk’’ olmuşlardır. Sem’, kafiye, Arabî ve Farisî cem’ler, terkipler yapmak için, sırf süs, sırf ziynet için girenler bu sebepler kalkınca tabiatıyla savuşurlar. Bize vâsi bir lisan lâzım, lâkin muntazam ve mazbut olmak şartıyla! Dünyanın en mükemmel, en basit, en sade ve tabiî bir sarfı olduğu bütün lisan âlimlerince iddiâ ve beyân olunan Türkçe sarfımızı tanımalı, onun üzerine ifsâd edici bir leke gibi düşen ecnebi kaideleri atmalıyız. Arabî ve Farisî edatları asla kullanmamalıyız. Hele terkipleri mutlaka, mutlaka Türkçe kaidesiyle yapmalıyız. O vakit lüzumsuz olan bazı Arabî ve Farisî kelimelerin kendi kendilerine savuştuklarını göreceksiniz. 

Tasfiye Sarfı

Bu pek küçük olacak, fakat maddeleri az kanunlar nasıl kuvvetli ve mükemmelen riayete elverişli ise bu da öyle sâde ve kat’î… Arabî ve Farisî terkipler atılacak. Hangileri müstesnâ olacak? Evvelâ şunu söyleyelim ki, ilmî, fennî ve edebî ıstılahlara şimdilik dokunamayız. ‘’Mûhitü’l- maarif’’ heyeti teşekkül etti. Bütün ıstılahlara kat’î bir şekil verecek. Biz onları bir kelime gibi kabul edeceğiz. Terkip nazarıyla bakmayacağız. Bakınız, sonra nasıl:

1-Arabî ve Farisî kaideleriyle yapılan bütün terkipler terk olunacak. Tekrar edelim: Fevkalâde, hıfzü’s-sıhha, darb-ı mesel, sevk-i tabiî gibi klişe olmuş şeyler müstesnâ… 

2-Türkçe cem’ edatından başka kat'iyen ecnebi cem’ edatları kullanılmayacak: İhtimalât, mekâtib, memurîn, hastagân yazacak yerde ihtimaller, mektepler, memurlar, hastalar yazacaksınız. Tabiî kâinat, inşaât, ahlâk, müslüman gibi klişe haline gelmişler müstesnâ…

3-Diğer Arabî ve Farisî edatları da atacaksınız! Eya, ezmen, an, ender, bâ, berây, bî, na, ter, çi, çent, zihî, âlâ, fi, kâin, gâh, gin, âsâ, veş, ver, nâk, yâr… gibi edatlar terk olunacak; ancak tekellüme girmiş, tamamıyla Türkçeleşmiş olan ama, şayet, şey, keşki, lâkin, nâşi, hemen, hem, henüz, bari, yani… gibileri kullanılacak. Unutmayalım ki, terk olunmasını arzu ettiğimiz bu edatlar kullanılsa bile terkip kaideleri gibi lisanın tekellümüne giren ‘’sanatkâr’’ gibi kelimeleri serbestçe söyler ve yazabiliriz.

İsimler ve Sıfatlar 

Farisî kelimeleri Arapça mastarları Türkçemizdeki mânâlarına göre isim veyahut sıfat telâkki edeceğiz. Farisî ve Arabî nisbet mânâsını ve edatını hâiz olan kelimelere umumiyetle sıfat diyeceğiz. Lisanımızda yalnız Türkçe kaideleri hükmedecek, yalnız Türkçe, yalnız Türkçe kaideleri… Türkçenin mekanizmasını bozan Arabî ve Farisî kaideleri bilmeyeceğiz. Anlamayacağız. Bu adım kat’î olacak, yeni lisanla ilmî, fennî ve edebî yazılar yazacağız, hikâyeler, telif şiirler tanzim edeceğiz ve eskilerden kimse, hattâ Edebiyat-ı Cedide’nin hattâ Tanîn’in şimdi susan o me’yus ve müteheyyiç münekkidi bile artık mütahakkimâne: ‘’bizim lisanımızı, dünkülerin lisanını telaffuz ediyorsunuz ve senelerce telaffuz edeceksiniz’’ demeğe cesaret edemeyecek. Görecekler ki, bu lisan başka bir şeydir. Saftır, tabiîdir, Fuzulî ve Nef’î lisanının bir karikatürü, bir taklidi, bir harâbesi, bir pastişi yani dünkülerin, kendilerinin lisanı değildir. Şüphesiz ihtiyarlar mevcudiyetlerini muhafaza etmek hissine mağlup olacaklar, ölümlerini tahakkuk ettirecek, henüz altında kımıldadıkları taze kabirlerinin üzerine bir nisyan âbidesi dikecek olan bu teşebbüse tenezzül etmiyorlarmış gibi -hücum etmezlerse bile- düşman kalacaklardır.

İmlâ

Arabî ve Farisî kelimelerin imlâları şiddetle, dini bir taassupla muhafaza olunacak. Türkçelere gelince, mühim iltibasları men etmek için, şimdilik, ma’kul ve mutedil bir tarzda ‘’hurûf-ı imlâ’’ kullanılacak… İmlâ meselesini zaman halledecektir. Onun için burada muhakemeye lüzum görmüyoruz. Teşekkül edecek ‘’Encümen-i Dâniş’’lerin azâları tabiî ihtiyar olacak. Onlar da bu meseleyi halledemeyecekler. Hükûmetin lisan ve edebiyatla münasebeti olan kısmı, yani resmî âlimler daha yirmi beş sene evvel bizim ‘’ihtiyarlar ve ölmüşler…’’ dediğimiz dünkülere ‘’Üdebâ-yı Cedide’’ye büluğa ermemiş çocuklar nazarıyla bakacaktır. Onları, dört elle sarıldıkça sarıldıkları eskiliği, maziye terk ederek biz gençler kendimiz çalışmalıyız! Siyasî ve içtimâî inkılâplarda, ihtilâllerde iş başına, en öne nasıl gençler, nasıl küçük rütbeli yahut hiç rütbesiz gençler geçiyorsa ilmî ve edebî ihtilâllerde de yine öyleleri geçmelidir. Fenalığını hiç kimsenin inkâr edemediği eski lisanı ancak gençler esasından değiştirecek ve bir yenilik husûle getireceklerdir. Yoksa edebiyatı; sultânî mektepleri edebiyat muallimlikleri imtihanları için tertip olunan gülünç suallerden ibaret zannedenler değil... 

Çalışmalıyız. En muğlak mevzûlardan yeni lisanla tercümeler yapmalı, yazılar yazmalı, manzumeler vücuda getirmeliyiz. Bu maddî delillerdir ki isyan ettiğimiz eski lisanı devirecek, yerine tabiî ve millî lisanı yükseltecektir.

Gâye

Her şeyi hükûmetten beklemeyelim. Bu irsi hastalığı tedavi edelim. Artık lisanımızın ıslah ve tasfiyesini de, hükûmete, Maarif Nezaretine bırakır ve beklersek vay halimize!... Maarif Nazırı Efendi Hazretleri dünyanın en namuslu, en âlî, en temiz kalpli bir adamıdır. Kendini bütün hürmetlerimizle selâmlar ve isimlerini işitince kırk beş derecelik bir zaviye hâsıl ederek eğiliriz. Bu bizim vicdanî, içtimâî, siyasî ve mukaddes bir vazifemizdir. Bununla beraber bu muhterem, bu büyük, bu mütebahhir zatın cümlelerin tarzları ve teşekkülleriyle muzaf ve muzafunileyhlerin, sıfat ve mevsufların evvel ve ahir gelmelerinden dimağında hâsıl olan intibaın, fen nazarındaki mahiyetini tanımadığını itiraf etmeğe mecburuz. Yaşının ve itminanının tesiriyle yeni felsefeye, fennin her hakikati çırılçıplak ortaya çıkaran yeni nazariyelerine, yeni hareketlerine yabancıdır ve kendilerine benzeyen zâtlar Fransa Encümen-i Dâniş’inde de az değildir. Çünkü bu yabancılık bir iktidarsızlık sayılmaz. Kim bilir ne güzel belâgat, meâni, mantık, fıkıh ve sâire bilirler. Fakat psikoloji, fizyoloji gibi yeni ilimleri? Hiç! Yahut pek az… Bunları bilen, bunlarla muhakeme eden gençler, gençler, gençlerdir. Ömürlerini mâziye hasretmeyip daima müstakbele, fenne, ziya ve hakikate koşan yine gençlerdir. İhtiyarlarla, ihtiyar gençler artık hiçbir vakit ekseriyeti teşkil edemeyecekler ve bu sebeple muhterem Maarif Nâzırı Efendi Hazretlerinin riyasetinde toplananların ilmî ve edebî (siyasi değil) fikirleri yalnız kendilerine, yani maziye münhasır kalacaktır. Biz, bütün karanlıklardan uzak, hür ve müstakil ilim ve edebiyat için çalışacağız. Gâyemiz millî bir lisan, millî bir edebiyat vücuda getirmek olacaktır.

Ey Gençler!

Ey gençler! Ey bugün eski devirden kalma mekteplerin dar dershanelerindeki kuru sıralar üzerinde müstakbeli kazanmak için çalışan gençler, sizi bekleyen vazifeler pek ağırdır. Siz, bütün dünyaca siyasî ve içtimaî mevcudiyeti silinmek istenilen bir milleti kurtaracaksınız. Evet, bütün dünyaca. Avrupalıların hilâl ve salib nâmına yaptıkları haksızlıkları şüphesiz biliyorsunuz… Unutmayınız ki etrafımızdaki Bulgar, Sırp, Karadağ, Yunan hükûmetleri ihtizar dakikalarımızı beklediklerini saklamıyorlar. Rumların, Bulgarların, Sırpların Osmanlılık vatanındaki mektepleri meydanda… Oralarda şiddetli bir Türk düşmanlığı tâlim olunuyor ve bunu bütün dünya biliyor, gazeteler yazıyor. O hâlde korkmayınız, sizin bilmenizde bir beis yoktur. Mehmed Ali’nin çocukları bir vakit Mısır’da ‘’Türkçe’’nin tekellümünü nasıl men edip Türklüğü oradan tardeyledilerse bugün Suriye’de de lisanımıza karşı buna benzer bir istiğna görüyor, oralarda ‘’İstiklâl Fırkası’’ namıyla bir Arap cemiyeti olduğunu, hatta cemiyetin reisinin Avrupa gazetelerine muhbirlik ettiğini anlıyoruz. Arnavutların bir kısmı tarihteki kardeşliğimizi unutarak millî bir lisan, millî bir edebiyat ihdâsına çalışıyor ve fetvalara, İslâmiyet kaidelerinin esaslarına rağmen Hıristiyan harflerini, Latin harflerini kabul ve  tamim için cehd ve gayrette bulunuyorlar. Siyonizm’in bile miskin irticaî emelleri bizim zararımıza müteallik gibi duruyor. Harici düşmanlarımızın kırmızı pençeleri, bu pençelerin zehirli tırnakları içimizde, kalbimizin üzerinde kımıldıyor. Ey gençler, bunları siz duymuyor musunuz? Yirminci asırdaki vasi ve müthiş ‘’ehli salib teşkilâtı’’ silahsız ve medenî hücumlarını zavallı yetim hilâle, bizim üzerimize, Osmanlı Türklüğüne tevcih ediyor. Beş yüz, altı yüz sene evvelki mağlubiyetlerin intikam heyecanları bugün kabarıyor ve siz, ey gençler, hâlâ uyuyor musunuz?

Netice

Uyanınız, galebe için düşmanlarımızı tanımak lâzımdır ve biliniz ki bu asırda muharebeyi ordular yaparsa da muzafferiyeti asla kazanamaz. Muzafferiyet intizam ve terakkinindir… İşkodra’dan Bağdad’a kadar bu kıt'ayı, bu Osmanlı memleketini işgal eden Turanî ailesi, Türkler ancak kuvvetli ve ciddi bir terakki ile hâkimiyetlerinin mevcudiyetlerini muhafaza edebilirler. Terakki ise ilmin, fennin, edebiyatın hepimizin arasında intişarına vâbestedir. Ve bunları neşr için evvelâ lazım olan millî ve umumî bir lisandır. Millî ve tabiî bir lisan olmazsa ilim, fen, edebiyat gene bugünkü gibi bir muamma hâlinde kalacaktır. Asrımız terakki asrı, mücadele ve rekabet asrıdır. Biz bir köşeye çekilir Nedim’in parlak fakat tabiata muhalif terkiplerini terennüm edersek mezarımızı kendi elimizle kazmış oluruz. Ancak zevk ve şehvet, riya ve temellük mevzularına lâyık olan o süslü lisanı, beş asırlık bir mantıksızlığın, bir tuhaflığın doğurduğu dünkülerin lisanını terk edelim. Esaslarıyla, kaideleriyle yaşayacak olan Türkçemizi yazalım.  Eski ve dünkü edebiyatımızın mahiyetini işte deminden hülâsa ettik. Acemistan ve Fransa’dan çalınmış şeyler… Onlara katiyen ehemmiyet vermeyiniz ve biliniz ki, edebiyatımız hakikatte bizim tarihimiz ve milliyetimiz için bir şan değil, bir şeyndir.

Evet, ey gençler! Hepiniz yeni lisanı ihyâ ve icada çalışınız, zekânızı maharetinizi, dünküleri körü körüne taklîde değil, yeni lisanı vaz’ ve tesîse sarf ediniz. Yazdığınızı herkes anlarsa, severse kitaplarınız çok satılacak, zengin olacak, sa’yınızın mükâfatını göreceksiniz, dünküleri taklit etmekte devam ederseniz, bir gün nihayet onlar gibi mey’us olarak yazı yazmağa tövbe edecek ‘’otuz milyonun lisanı’’ diye telif ettiğiniz kitabın beş yüz tane satılmadığını, kağıt parasını çıkarmadığını görerek müteessir olacaksınız. Siz muhafazakârlık ettikçe, yani mâziye muhip ve sâdık kaldıkça kaybolacak olan şahsî menfaatleriniz yanında âlî, muhterem, büyük bir menfaat, milli menfaat da kaybolacaktır. Bunun için mes’ulsünüz. Eskiler ve dünküler idraklerinde mahdut ve masumdurlar. Sathî ve behimî düşünürlerdi, onların gâyesi ‘’hâl ve mâzi’’ idi, sizin gâyeniz  istikbâl, istikbâl, istikbâldir. Sizden sonra gelecek olan nesil, idrâkinize rağmen muhafazakâr ve mâziye muhip kaldığınızı görürse size ebedî lânetler edecektir!

?






7 Şubat 2021 Pazar

TÜRK’ÜN DİLİ (ŞEHRİYAR)

Şehriyar


Türk’ün Dili şiiri, 1969’da, bir kısım Fars entelektüelinin Şehriyar’a “Neden Türkçe yazıyorsunuz? Türkçe ne lehçe ne de dildir!” demeleri üzerine bir cevap olarak yazılmıştır. Şiir ilk kez Mehdi Rövşenzemir’in evinde üniversite hocalarına okunmuş, takdirle karşılanmıştır.


Şiir Güney Azerbaycan’da 4 farklı yerde aşağıdaki şekliyle yayımlanmıştır. Kuzeyde ise ilk kez Aman Ayrılıg dergisinde - muhtemelen siyasi mülahazalarla - 12, 13 ve 14. beyitler olmaksızın, bazı kelime ve mısraların yerleri değiştirilerek yayımlanmıştır.


Türkiye’de ilk neşri Ali Yavuz Akpınar tarafından 1982’de yapılan şiir, Yusuf Gedikli tarafından 1988’de, Nizamettin Onk tarafından 1989’da yayımlanmıştır. Nizamettin Onk’un yayınında şiir uzunluğu 16 beyittir.


Fakat ben burada Güney Azerbaycan’da yayınlandığı şeklini esas aldım. Şiir; 15 beyitten oluşmaktadır. 14’lü hece ölçüsüyle ve temiz bir Türkçeyle kaleme alınmıştır.


Türk dilinin en büyük şairlerinden Şehriyar’ı rahmetle anarken, Türk’ün Dili şiirini dikkatlerinize sunuyorum.


(Şiirin kendisi dahil olmak üzere, yukarıdaki bilgileri edindiğim kaynak Yusuf Gedikli’nin 1990 basımı “Şehriyar ve Bütün Türkçe Şiirleri” kitabının 124-26. sayfalarıdır.)



Türk’ün Dili


1- Türk’ün dili tek sevgili-istekli dil olmaz

Özge dile gatsan, bu esil dil esil olmaz.


2- Öz şe’rini Fars’a, Ereb’e gatmasa şa’ir,

Şe’ri eşidenler, ohuyanlar kesil olmaz.


3- Pişmiş kimi şe’rin de gerek dad-duzu olsun,

Kend ehli bilerler ki, doşabsız heşil olmaz.


4- Sözler de cevahir kimidir, esli bedelden

Teşhis veren olsa bu geder zir-zibil olmaz.


5- Şa’ir ola bilmezsen, anan doğmasa şa’ir

Missen a balam, her sarı köynek gızıl olmaz.


6- Ötmez, ohumaz bülbülü salsan gefes içre,

Dağ-daşda doğulmuş deli ceyran hemil olmaz.


7- İnsan odur, dutsun bu zelil halgın elinden

Allah’ı seversen, bele insan zelil olmaz.


8- Her çend, Serab’ın südü çoh, yağ-balı çohdur,

Baş erşe de çatdırsa Serab Erdebil olmaz.


9- Millet gemi olsa bu çocuglar çöpe dönmez,

Erbablarımızdan da garınlar tebil olmaz.


10- Menden de ne zalım çıhar oğlum, ne gisasçı

Bir def’e bunu gan ki, ipekten gezil olmaz.


11- Düz vahtda dolar tahta-tabag edviye ile,

Onda ki nenem sancılanar, zencefil olmaz.


12- Fars şa’iri çoh sözleri bizlerden aparmış,

Sabir kimi bir süfreli şa’ir, pahıl olmaz.


13- Türk’ün meseli, folkloru dünyada tekdir,

Han yorganı, kend içre meseldir, mitil olmaz.


14- Azer goşunu geyser-i Rum’u esir etmiş,

Kesra sözüdür, bir bele tarih nağıl olmaz.


15- Bu Şehriyar’ın teb’i kimi çimmeli çeşme

Kövser ola bilse demirem, Selsebil olmaz.


Tebriz, 1969

3 Şubat 2021 Çarşamba

DOĞU TÜRKİSTAN NEYİMİZ OLUR?

Gök Bayrak


Doğu Türkistan, uzun zamandan beri Çin işgali altında bulunan bir ülke. Turan coğrafyasının doğu ucunda bulunan en büyük ve kalabalık Türk bölgesi.


20-25 milyon arasında tahmin edilen nüfusuyla; Türkiye ve Güney Azerbaycan’dan sonra en çok Türk’ün yaşadığı yer.


Coğrafî olarak bakıldığında 5 ayrı devletle sınırı var. Bunlar; batısında Kırgızistan, Kazakistan ve Tacikistan, kuzeyinde Rusya, kuzeydoğusunda Moğolistan.


Doğu Türkistan’ın doğusunda Çin yer alırken, güneyinde yine tartışmalı bir bölge olan Tibet var.


Çinliler Doğu Türkistan ülkesine “Şincan-Uygur Özerk Bölgesi” adını veriyorlar. Şincan “fethedilen topraklar” demek.


Çevresinden merkezine doğru odaklandığımızda Doğu Türkistan’ı tam ortadan bölen bir dağ silsilesiyle karşılaşıyoruz: Tanrı Dağları.


Tanrı Dağları’nın kuzeyinde yer alan yerler; sanayileşmiş, yer altı kaynakları zengin ve şehirlileşme oranı yüksek bölgeler. Urumçi ve Gulca gibi bizim kamuoyu tarafından da bilinen şehirler bu bölgede yer alıyor.


Doğu Türkistan’ın kuzeyi olarak tabir edebileceğimiz bu meskenler, Çin kolonizasyonunun en fazla hissedildiği yerler. 1948’den beri bu şehirlere yerleştirilen Çinliler yüzünden demografi ciddi ölçüde değiştirilmiş durumda. Öyle ki, Urumçi kentinde Türk nüfusu Çin nüfusunun üçte birine tekabül ediyor.


Çin, sanayileşmiş bu bölgede oluşan iş kollarına Çinlileri yerleştiriyor. Ülkenin tarihi sahibi olan Türkler ise -gönüllü asimilasyona tabii olanlar hariç- ya ikinci sınıf işlerde vasıfsız olarak çalıştırılıyor ya da işsiz bırakılıyorlar.


Tek başına Çin’in enerji ihtiyacının 1/3’ünü karşılayan bu bölgedeki yer altı kaynaklarını da Çinliler işletiyor. Açık bir emperyalizm söz konusu. “Fethettikleri toprakların” etinden ve sütünden faydalanıyorlar.


Tanrı Dağları’nın güneyinde yer alan kısım ise; daha çok tarım ve hayvancılığın yapıldığı kırsal bölgeler. Kaşgar şehri burada yer alıyor. Fakat şehirlileşme ve sanayileşme az. Buna paralel olarak sivil Çinli sayısı da az.


Denilebilir ki, bu bölgede geleneksel Türk yaşantısı sürdürülüyor. “Sivil” Çinli sayısının az oluşu, “asker” Çinli sayısının fazla oluşu sonucunu doğuruyor.


Kuzeydeki şehirlerde modern teknolojinin en üst imkanlarını seferber ederek Uygur Türklerini yakın markaja alan Çin yönetimi, güneydeki şehirlerde ve köylerde “eski yöntemleri” uyguluyor.


Başta milliyet ve din olmak üzere baskılanan Doğu Türkistan Türkleri’nin bir kısmı radikalizme kayıyor. Eline geçen ilk fırsatta ülkeyi terk edip “cihad etmeye” gidenler var. Çin devleti Doğu Türkistan’ı her ablukaya aldığında “radikalleri” bahane gösteriyor. Fakat sayıları 20-25 milyon arasında olan Doğu Türkistan Türkleri’nin içinden çıkıp teröre bulaşanların sayısı 20 bini aşmıyor.


Çin neden “pire için yorgan” yakmayı göze alıyor?


Başka bir atasözüyle açıklayacak olursak “amacı üzüm yemek değil bağcıyı dövmek” de ondan.


Doğu Türkistan Çin’in ciddi miktardaki enerji ihtiyacına çare oluyor. Bu yüzden Çin, Türklerin isyan çıkarmasını engellemeye çalışıyor.


Doğu Türkistan’ın batısında iki Türk devleti var: Kırgızistan ve Kazakistan. Sınırın Doğu Türkistan tarafında hem Kazak Türkleri hem de Kırgız Türkleri yaşıyor. Çin bu devletlerin Doğu Türkistan’ı desteklemesinin önüne geçmek için Doğu Türkistan Türkleri’ni eziyor. Böylece Kırgızistan ve/veya Kazakistan, Doğu Türkistan Türkleri’ne yardımcı olursa, başına/başlarına ne geleceğini anlıyor.


En önemlisi Doğu Türkistan, Çin’in “Bir Kuşak, Bir Yol” ismini verdiği projede hayati bir rol oynuyor. “Bir Kuşak, Bir Yol” Çin’in eski İpek Yolu üzerinde kurmayı planladığı ticaret amaçlı ulaşım yolunun ismi. Doğu Türkistan ise bu rotanın merkezi. Anlayacağınız, bu rota Doğu Türkistan’dan geçmezse proje çökecek. Devletin geleceğini bu projede gören Çin Komünist Partisi yöneticileri “sürprizle” karşılaşmak istemiyor. Doğu Türkistan Türkleri, “Bir Kuşak, Bir Yol” projesi uğruna takibata uğrayıp, asimile edilmeye çalışılıyor.


Bu kadar baskıya uğrayıp, bu denli -uluslararası kamuoyu nezdinde- yalnız bırakılmışken bile Çin onları asimilasyonda istediği başarıyı yakalayamıyor.


Her millet “mankurt” çıkartır. Bir kısım Uygur Türk’ü de mankurtlaştırılmış vaziyette. Ama çoğunluk; gerek gelenekleri, gerek yasayışları, gerekse de düşünce tarzları dolayısıyla Çin’le uyuşmuyor.


Atatürk’ün veciz ifadesiyle “kanındaki cevher-i asliyi” keşfetmiş bulunan Uygur Türkleri ise maalesef çok yaşamıyor.


“Devletsiz” olmanın acısını her gün çeken Doğu Türkistan Türkleri’nin hâli bizim için ibret vericidir.


“Doğu Türkistan bizim neyimiz olur?” diye sormuştuk. Bazıları kabullenmek istemese de öz be öz kardeşimiz olur.


Ve kardeşlerimizin, soydaşlarımızın meseleleri bizim meselelerimizdir!


Turan coğrafyasını batısından doğusuna kadar bir bütün olarak anladığımız gün Türk’ün “makus talihi” , ikinci kez olmak üzere, yenilecektir.


Ne mutlu Türk’üm diyene!