![]() |
Cartier-Bresson kahvesini yudumlarken. (Fotoğraf makinesini yine de bırakmıyor.) |
Henry Cartier-Bresson fotoğrafçılıkta başlı başlına bir ekolün adıdır. John Berger ise fotoğraf üzerine en doyurucu ve tartışmalı yazıları yazmış bir fikir işçisidir. Bu ikili, tabii ki fotoğraf temelinde ama sadece fotoğrafla sınırlı kalmaksızın, sohbet ederse ne olur? İlgilisi için tadından yenmez bir yemek olur. Nitekim okuyacağınız yazı, meraklısında, böylesi bir tat bırakacak cinsten bir denemedir.
Özel olarak fotoğrafçılıkta genel olarak görsel sanatlarda
bütünlük ve yalınlık meselesinden görsel sanatların gündelik hayattaki yerine;
bir sanatçının yaşam felsefesinden “küçük insanın” dramına kadar her şey bu
ufak denemenin içinde yer alıyor. Sırıtmadan, sırayı bozmadan…
Lafı daha fazla uzatmadan aradan çekiliyor ve sazı ustalara
devrediyorum.
(John Berger’in “Bir Fotoğrafı Anlamak” başlığıyla derlenen
kitabının 157-162. sayfaları arasından aynen aktarıyorum. İlgili kitap üzerine
bir şeyler okumak isteyenler şu yazıya göz atabilirler.)
Bu sadece bir zaman meselesi, diyor.
Onu seyrediyorum. Seksen altısında ama çok daha genç
görünüyor, sanki geçen zamanla özel bir sözleşmesi varmış gibi. Delici gözleri
soluk bir mavi. Arada sırada seğiriyor, bir kokunun ayırdına varmaya çalışan
köpeğin burnunun seğirmesi gibi. Nezakette kusur ettiğiniz hissine kapılmadan
gözlerine bakmak kolay değil. Gözleri faltaşı gibi açık - masumiyetten değil,
gözlemcilik iptilasından. Gözler ruhun penceresiyse eğer, onunkilerin ne camı
var ne de perdesi. O pencere çerçevesinin önündeyken, keskin nazarlarından
kaçmanız mümkün değil.
Monet de, Renoir da manzarayı işte bu pencereden
resmettiler, diyor. Vaktiyle alt katta oturan Victor Chocquet ile ahbaptılar.
Chocquet, Cezanne'ın portresini yaptığı kibar, ince yüzlü,
sakallı adam mı, diye soruyorum.
Ta kendisi, diyor. Cezanne Chocquet'nin çok sayıda portresini
yaptı. Bak, Monet'nin Palais Royal resminin bir röprodüksiyonu. Kulenin
tepesinin kubbeye neredeyse değdiğini görüyor musun, teğetten daha yakın, değil
mi? Pencereden bak! Tıpkısı. Tam da bu noktada çalışmış ... Fotoğrafçılık
ilgimi çekmiyor artık.
Bir hayvan olarak dünyaya gelseydi, sanırım tavşan olurdu;
her an fırlamaya hazır. Kaçmak için ya da oyunbazlıkla değil, canı öyle
istediğinden. Kulak yerine, onu her şeyden haberdar eden gözleri var. Hayattan
kâm alan gözleri.
Fotoğrafçılıkta beni ilgilendiren yegâne şey hedef, hedefe
odaklanmak.
Bir nişancı gibi mi?
Zen Budistlerin okçulukla ilgili risalesini biliyor musun?
43'te Georges Braque vermişti bana.
Maalesef.
Bir varoluş şekli, açıklık meselesi, diğerkâmlık.
Kör nişan aldığın oluyor mu?
Hayır, geometri var işin içinde. Yerini bir milim değiştir,
geometri değişir derhal.
Geometri dediğin estetik mi?
Katiyen! Bir kuramın tartışılması sırasında matematikçilerin
ve fizikçilerin Kesinlik dediği şey. Kesinlikle ele alındığında hakikate
ulaşmak daha kolaydır.
Ya geometri?
Geometri, Altın Oran'dan dolayı bahis konusudur. Ama
hesaplamanın yararı yoktur. Cezanne'ın dediği gibi, "Düşünmeye başlayınca
her şey kaybolur". Bir fotoğrafta dikkate alınması gereken onun bütünlüğü
ve yalınlığıdır.
Masanın üzerindeki, elini uzatınca erişebileceği küçük
fotoğraf makinesi dikkatimi çekiyor.
Yeniden resim, daha doğrusu çizim yapabilmek için fotoğraf
çekmekten yirmi yıl önce vazgeçtim, diyor. Oysa insanlar hâlâ bana
fotoğrafçılıkla ilgili sorular soruyor. Bundan kısa bir süre önce, "bir
fotoğrafçı olarak meslekte yaratıcılık ödülü" teklif edildi bana. Böyle
bir meslek olduğunu düşünmediğimi söyledim. Fotoğrafçılık deklanşöre dokunmak,
doğru anda parmağını bastırmaktır.
Ellerini burnunun önünde tutup pozu komikleştirerek taklit
ediyor. Gülerken bir yandan da Zen Budistlerin şaka ve espriyle öğretme
geleneği, uzun uzadıya düşünmeyi gerektiren şeyleri reddetmesi geliyor aklıma.
Kaybedilmiş bir şey yok, diyor; gördüğün ne varsa zaten
hepsi daima seninle.
Hiç pilot olmak istedin mi?
Şimdi gülme sırası onda, zira tahminim doğru.
Le Bourget'de konuşlanmış olan Hava Kuvvetleri'nde
askerliğimi yapıyordum. Çok uzakta değil, Paris dolaylarında, aile fabrikamız
vardı. Tanınmış Cartier-Bresson tekstil fabrikası. Dolayısıyla herkes biliyordu
benim bir burjuva çocuğu olduğumu. Çalı süpürgesiyle hangarları süpürmekle
görevlendirildim. Sonra bir form doldurmam istendi. Subay olmak ister miydim?
Hayır. Akademik başarılarım var mıydı? Hiç olmadı, diye yazdım. Zira lise
olgunluk sınavını geçememiştim. Askerlik görevine ilişkin ilk izlenimlerim
nelerdi? Jean Cocteau'dan iki satırla yanıtladım;
çok fazla zahmete
değmez
gökyüzü hepimizin...
Bunun pilot olmayı ne çok istediğimi açıkladığını
düşünmüştüm.
Huzuruna çağrıldığım komutan, yumurtladığım herzelerin
anlamını sordu. Şair Jean Cocteau'dan bir alıntı olduğunu söyledim. Ne
Cocteau'su diye haykırdı. Eğer ayağımı denk almazsam, disiplin cezasıyla
Afrika'ya gönderileceğimi söyledi. Sonunda Le Bourget'de bir ceza mangasına
teslim edildim.
Fotoğraf makinesini eline almış bana bakıyor - daha doğrusu
konuşurken özel bir halem varmışçasına etrafımda dolanıyor.
Terhis olduktan sonra Fildişi Sahili'ne gittim, orada
hayatımı avlanarak kazandım. Bir madenci gibi kafama taktığım fenerle geceleri
avlanıyordum. İkimizden, Afrikalı rehberimle benden başka kimse olmuyordu.
Derken karasu hummasıyla yatağa düştüm. Ölümle burun burunaydım, ama şifalı
otları kullanmakta bir büyücü doktor kadar usta olan avcı biraderim sayesinde
hayatım kurtuldu. Daha önce çok kendini beğenmiş olduğu için bir beyaz kadını
zehirlemişti. Oysa beni kurtardı. Hayata dönmemi sağladı.
Bana bu hikâyeyi anlatırken, kayıp gezginleri yeniden hayata
kavuşturan göçebeler ve avcılar hakkında okuduğum başka hikâyeler geliyor
aklıma. Kurtulduktan sonra hiçbiri aynı insan değildi artık, kaderleri efsanevi
bir şekilde değişmişti. Sonraki yıl Cartier-Bresson ilk Leica'sına sahip olmuş,
on yıl içinde şöhrete erişmişti.
Geometri, diyor şimdi, hali hazırda orada bulunandan gelir,
eğer görebilecek durumdaysanız verilir size.
Bana doğrultmuş olduğu fotoğraf makinesini bir şey çekmeden
yerine bırakıyor.
Sana bir şey sormak istiyorum, diyorum. Lütfen biraz sabır
göster.
Ben mi? Elimde değil, ben sabırsız biriyim.
Fotoğraf çekme ânı, diyerek ısrarı sürdürüyorum, senin
dediğin gibi "karar ânı" ne hesaplanabilir, ne tahmin edilebilir, ne
de önceden düşünülebilir. Tamam da, bir anda da kaybolabilir, değil mi?
Elbette, derken gülümsüyor. Sonsuza dek.
O zaman saliselik nihai kararı belirleyen nedir?
Ben çizimden söz etmekten yanayım. Bir tür meditasyon benim
için çizim. Çizgileri uç uca, parça parça birbirine eklerken nasıl
sonuçlanacağından emin olamazsın hiç. Çizim bütüne doğru giderken, hiçbir zaman
sona ermeyen bir yolculuktur...
Anladım da, diyorum, fotoğraf çekmek tam tersi bunun.
Parçaların ne olduğunu hiç bilmeden bütünün ânı geldiğinde hissediyorsun!
Sormak istediğim şu: Hislerinin olağanüstü duyarlı olmasından, bir tür altıncı
histen mi kaynaklanıyor bu sezgi?
Üçüncü göz, diye yanıtlıyor.
Yoksa önündeki şeyden gelen bir mesaj mı?
Masallardaki tavşanlar gibi kıkırdayarak bir şeye göz atmak
için hop öte yana geçiyor. Elinde bir fotokopiyle geri geliyor.
İşte yanıtım - Einstein'dan.
Alıntıyı kendi el yazısıyla kopyalamış. Okuyorum.
Einstein'ın 1944 Ekimi'nde fizikçi Max Born'un karısına yazmış olduğu bir
mektuptan. "Canlı olan her şeyle öyle bir dayanışma duygusu içindeyim ki,
birey nerede başlamış, nerede son bulmuş artık önemli değil benim için..."
Bu bir yanıt! diyorum. Ama bambaşka bir şey düşünüyorum. El
yazısı kurcalıyor aklımı. İri, okunaklı, açık, yuvarlak, sürekli ve şaşırtıcı.
Vizörden bakınca, ne görürsen çıplaktır, diyor.
El yazısı çok şaşırtıcı, çünkü anaç, bundan daha anaç
olamaz. Avcılık yapmış, dünyanın en itibarlı fotoğraf ajansını kurmuş, üç kez
Alman savaş esir kamplarından kaçmayı başarmış, başına buyruk bir anarşist ve
Budist olan bu güçlü adamın yüreğinin bir yanı ana yüreği.
Fotoğraflarıyla sağlamasını yap bunun, diyorum kendi
kendime. Melon şapkalı adamlarla, mezbaha işçileriyle, sevgililerle,
sarhoşlarla, muhacirlerle, hayat kadınlarıyla, hâkimlerle, piknikçilerle,
hayvanlarla ve kıtaların her birindeki çocuklarla, hepsinin ötesinde çocuklarla
sağlamasını yap.
Duygusallığa ve hayallere kapılmadan sevebilmenin ancak
annelere mahsus olduğu sonucuna varıyorum. Belki de karar ânıyla ilgili
içgüdüsü, bir annenin evladıyla ilgili içgüdüsü gibi acil ve sezgisel. Öte
yandan bunun içgüdü mü yoksa mesaj mı olduğunu kim bilebilir?
Anaç ya da değil, elbette her şey yürekle açıklanamaz.
Disiplini ve gözün ısrarcı bir şekilde eğitilmesi gerektiğini unutmamalıyız.
Profesyonel bir ressam olan çok sevdiği amcasının bir resmini gösteriyor bana;
Louis henüz yirmi beş yaşındayken Birinci Dünya Savaşı sırasında Flandra'da
öldürülmüş. Babasının ve büyük babasının yaptığı karakalem resimleri de
inceliyoruz. Hasbelkader bulundukları yerlerden topografik manzaralar. Kuşaktan
kuşağa geçen bir aile geleneği; büyük bir dikkatle incelenen dallar ve sabırla
çizilen yapraklar. Nakış işler gibi ama eril bir karakalemle.
Henri 19 yaşındayken Kübizmin ustalarından Andre Lhote'un
atölyesinde çalıştı. Orada açılar, duvarlar ve eğimlere ilişkin bilgi sahibi
oldu.
Bazı çizimlerin, natürmortlarından bazıları ve Paris
manzaraların bana Alberto Giacometti'yi hatırlatıyor, diyorum ona. Bir
etkilenmeden ziyade bir şeyi paylaşıyorsunuz adeta. Çizimlerinizde ikiniz de
bir masayla iskemlenin arasına ya da bir duvarla otomobilin arasına bir tür
sıkışmışlığı paylaşıyorsunuz. Fiziksel olarak seni kastetmiyorum tabii ki. Öte
yana, arkaya kayıveren senin görme gücün
- Alberto! diyerek sözümü kesiyor. Onun gibi bir adam bu
cehennemi hayata rağmen, yaşamanın değerini idrak ettiriyor insana. Doğru,
kayarak geçiyoruz biz...
Fotoğraf makinesini eline aldı yeniden, çevremde gezdiriyor
gözlerini. Bu kez basıyor deklanşöre.
Kayarak geçmek, evet, diyor. Tesadüfleri düşün bir; sonu yok
tesadüflerin. Belki de onların sayesinde temeldeki bir düzene ucundan göz
atabiliyoruz... Dünya artık çekilmez bir hal aldı; on dokuzuncu yüzyıldan
beter. On dokuzuncu yüzyıl sanırım yaklaşık 1955'te son buldu. Eskiden umut
vardı...
Seke seke uzaklaşıyor gene.
Keşiş Pierre'in yakınlarda çektiği bir fotoğrafına bakıyoruz
birlikte. Evsizler için mücadele eden, Fransız halkının herkesten çok sevdiği
bu şayanı dikkat adamın şefkatini, öfkesini ve tanrısallığını gösteren bir
resim bu. Fotoğrafçıyla papaz aşağı yukarı aynı yaşlarda olmalı. Yorulmak nedir
bilmeyen yaşlı bir adamın portresini çeken bir yaşlı adam. Keşişin annesi
Pierre'i bugün görebilseydi eğer, sanırım tıpkı bu fotoğraftaki gibi görecekti.
Nihayet ayrılık zamanının geldiğini söylüyorum.
Herkes bana yeni projelerimin neler olduğunu soruyor, diyor
gülümseyerek. Ne diyeceğim ki onlara? Sevişmek bu gece. Öğle üzeri bir resim
daha yapmak. Hayret etmek!
Beşinci kattan asansörle aşağı iniyorum. Şu sırada yeni bir
resme başlamış olmalı.
Metronun yarıdan fazlası dolu bir vagonunda oturacak yer
buluyorum. Vagonun gerisinde, kırk yaşlarında bir adam, elinden tuttuğu ve
kapalı gözleriyle kendisini takip eden engelli karısı hakkında kısa bir konuşma
yapıyor. Evlerinden çıkarıldıklarını ve herhangi bir yardım kurumuna
başvururlarsa büyük olasılıkla birbirlerinden ayrı yaşamak zorunda
kalacaklarını söylüyor.
Adam, engelli bir kadını sevmenin nasıl bir şey olduğunu
bilemezsiniz, diyor. Çoğu zaman seviyorum onu. En azından sizin karınızı ya da
kocanızı sevdiğiniz kadar.
Yolculardan bazısı para veriyor. Adam her birine,
Duyarlılığınız için teşekkür ederim, diyor.
Bu sahne sürerken bir an için kapıya göz atıyorum;
Leica'sıyla orada olacağını hayal ederek. Hareketim ani, düşünmeksizin.
Bir zamanlar anaç el yazısıyla şöyle yazmıştı: Fotoğrafçılık
durmaksızın bakmaktan kaynaklanan içten gelen bir dürtüdür, ânı ve sonsuzluğu
yakalar.
1996