Kâfirin “obituary” dediği ve ölünün arkasından yayınlanan soğukkanlı değerlendirmeler bizde hiçbir zaman yazılmadı. Biz ölülerimizi övmeyi severiz. Birisi ölmeyegörsün hemen ağzımızı temizler ve rahmetlinin ne kadar iyi bir insan olduğundan bahsetmeye başlarız. Kalemlerimizi yumuşak uçlu olacak şekilde tıraş eder, en munis kelimelerle ölüyü yolcularız.
Birazdan
okuyacağınız yazı iki türe de uymuyor. Bir sefer soğukkanlı değil. İkincisi
ölüyü övmüyor. Bu yazı yalnızca Türk literatüründe değil, dünya literatüründe
de önemli bir yer işgal ediyor. Çünkü canlı bir yazar ölmüş bir adamın
arkasından sansürsüzce yazıyor.
Sansürsüz
konuşmak zordur ama sansürsüz yazmak imkansıza yakındır. Geçenlerde ölen Engin
Ardıç bunu yapabilecek kuvvette bir yazardı. Ne yazık ki, yeteneğini layığıyla
kullanmayı tercih etmedi.
Lafı
fazla uzatmıyor, sözü, eskiden dost olduğu Ercan Arıklı’nın ölüm haberini aldığında
içkili bir vaziyette aşağıdaki yazıyı kaleme alan Engin Ardıç’a bırakıyorum.
"Şimdi
'seksenli yıllardan kalma' bütün eski okurlarım çatlıyorlar değil mi, acaba
Ercan Arıklı hakkında ne yazacağım?
Hayır,
boşuna umutlanmayın, kötü bir şey yazmayacağım.
Çünkü
şu anda iyi değilim. Are you allright? No, I'm not allright.
Emin
Çölaşan'ın 'ezeli düşmanı', rahmetli ve çok çok da hatalı Yavuz Gökmen'e yapmış
olduğu gibi yok saymayacağım tabii (olumsuz da olsa iki satırcık yazsaydı
arkasından nasıl büyüyecekti okurunun gözünde, nasıl...)
Azıcık
da içkiliyim, beni bağışlayınız, hayatımda belki de içkili yazdığım ve
yazacağım ilk ve son yazıdır. Umarım cümlenin başını sonunu şaşırmam, önemli
bir hata yapmam.
Ce
soir, je bois, Serge Reggiani'nin dediği gibi... Ne mi demek, boşverin şimdi.
Üzgünüm
de, ondan. Çok üzgünüm. Çok, çok üzgünüm. Ercan'ın ölüm haberini alınca, içtim.
Tarihin
de saatin de pek farkında değilim şu anda, sanırım salı gecesidir, ama yazının
yayınlanması 'itibarıyla' galiba cenaze gününü kaçırdık. Gerçi çelenk gönderdik
ama yazı gecikince 'ofsayta' düştük, geç kaldık. Anında davranıp sayfa
yıktıramadık. Yaşlanıyoruz, gazetecilik 'reflekslerimiz' zayıflıyorlar mıdır,
nedir?
'Geç
olsun da güç olmasın' derler ama bu gerçekten güç bir yazı. Otuz senedir yazı
yazarım, hiç bu kadar zorlanmamıştım.
Hayır,
'onun hakkında ne yazayım şimdi' sıkıntısından değil.
Aslında
onu severdim de, insanlara bunu anlatabilme, onları ikna edebilme zorluğundan.
Çünkü inanmayacaklardır.
Şimdi
onun bolca parasından uzun süre çöplenmiş bir sürü serseri, onunla yatmış ve
iyi becerilmiş (o zamanlar Viagra miagra yoktu ama olmadık birtakım tehlikeli
ilaçlar kullanırdı) bir sürü kaşarlı orospu ona övgüler düzeceklerdir.
Haklarıdır. Vaktiyle onları 'her bakımdan' memnun etmişti.
'Esas
olarak' çok başarılı bir ansiklopediciydi. Fasikülcüydü. Onun için 'dergiciler
kralı' diyeceklerdir. Gazinocular kralı Fahrettin, dergiciler kralı Ercan.
Gazeteci diyeceklerdir. Gazete çıkarmaya her heves ettiğinde çuvalladı. Ama
desinler, zarar yok.
'Kırantadan'
adamdı, zengin, kültürlü, yakışıklı, geniş alınlı, sivri kafalı...
Öyle
değil mi Hilmi? Yalan ya da yanlış mı söyledim?
Biz
kavgalıydık. Dargındık, konuşmuyorduk. 1987'den beri hem de!
Bana
büyük bir haksızlık etmiş, haksız yere beni işten kovmuştu (çünkü o patrondu
ben de alt tarafı bir amele parçası), cebimde cıgara alacak param yoktu; üç ay,
anamın pişirdiği çorbayla yaşadım (ilk eşimden yeni boşanmış, kendime yeni bir
düzen de kuramamıştım).
Ama
o bana bir kazık attı, ben de ona öyle bir yanıt verdim, öyle bir kazık soktum
ki, ölünceye kadar çıkaramadı (çünkü o patrondu ama ben de 'eli kalem tutan'
bir ameleydim!)... Öldükten sonra da çıkarabilmiş değil. O bana bir attı, ben
ona misliyle, on attım. O bana borçlu değil, ben ona borçluyum yani.
'Avanesi',
çevresine topladığı haybeci takımı bunu anlayamaz.
Anlamasın.
Ercan Arıklı büyük bir adam değildi, kötü bir adam da değildi ama pek 'makbul'
olduğu da söylenemez.
Bunda
da belki mazurdu, çünkü ilk eşi aklını kaçırmış, iki çocuğuyla birlikte kendini
ve evini de yakmış, Ercan o günden başlayarak 'insanoğlunu' defterinden silmiş,
zengin ve yapayalnız bir 'misanthrope' olarak yaşamaya koyulmuştu. Artık
hiçkimseye saygısı ve sevgisi yoktu. Ne dostuna, ne işçisine, ne erkeğe, ne
kadına.
Adam
seçmeyi bilmezdi. Yanlış yapmayı da kendine zevk edinmişti. Hem iş hayatında, hem
özel hayatında. Çok battı, çok çıktı.
Belki
de bu nedenle, yerlere düştüğü dönemde onu elinden tutup çamurdan çıkarmış olan
'üç nokta biraderine' ilk kazığı atan da o oldu. Eh, 'evrenin ulu mimarı' da
onu 'dul kadının oğluna' attığı kazıktan dolayı kelek bir ölümle cezalandırdı
işte, lüks arabası ve özel şoförü olmadan abdesthaneye gitmeyen adamı caddede
karşıdan karşıya geçerken halk otobüsünün altında bırakarak...
Canım
belki de Tanrı'nın sevgili kuluydu da, bir çırpıda, 'çekmeden' gitti. Ama alt
tarafı altmış üç yaşındaydı yahu.
Merak
da etmiyor değilim, acaba diğer kazıkçılık ortakları nasıl ölecekler? Acı
çekerek mi? Hayır, onlar acı da çekmezler. O yetenekleri yoktur.
Hatırlıyor
musun Ercan, beni haksız yere kovduğunda, bir yıl önce bana vermiş olduğun ve
anamın ak sütü gibi helal ikramiyeyi (ki, beş yüz dolar gibi gülünç bir
paraydı, ama o sıralar bana hiç de gülünç gelmiyordu ha!) nasıl kuruşuna kadar,
taksit taksit geri almıştın? Ödeyene kadar göbeğim çatlamıştı.
Şimdi
milyonlarca dolarını kefeninin ya da cesedinin neresine sokacaksın acaba? Gittiğin
yerde nasıl harcayacaksın?
Ben
sana hakkımı helal ettim Ercan, senin bende hakkın varsa, sen de onu helal et.
Eder misin, etmez misin, bilemem.
Ama
bana çok önemli bir şey öğrettin giderayak, daha doğrusu hatırlattın: Cenab-ı
Allah'ın sopasını, ya da 'ilahi kompüteri', ya da 'pusuda bekleyen tanrısal
cezayı'.
Bana,
yıllar yıllar önce, 'yoksa beni sevmüyür müsün' diye sormuştun hani, aslında
seni 'seviyürdüm' (belki de bunun için seni bağışlamadım) ama gel de bunu
üçüncü şahıslara anlat bakalım...
Ercan
Arıklı hiç beklenmedik bir gün, öldü. Allah taksiratını affetsin, Allah gani
gani rahmet eylesin. Keşke daha iyi bir insan olsaydı, keşke... En çok ben
sevinirdim. Vallahi ve billahi. Günün birinde ben de yanına gideceğim,
kavgamıza kaldığımız yerden orada tatlı tatlı devam ederiz.
Canım
belki de sarılır öpüşürüz, özlemişizdir birbirimizi, kimbilir?"