21 Ekim 2023 Cumartesi

YAPMA BUNU ERCAN (ENGİN ARDIÇ)

0


Kâfirin “obituary” dediği ve ölünün arkasından yayınlanan soğukkanlı değerlendirmeler bizde hiçbir zaman yazılmadı. Biz ölülerimizi övmeyi severiz. Birisi ölmeyegörsün hemen ağzımızı temizler ve rahmetlinin ne kadar iyi bir insan olduğundan bahsetmeye başlarız. Kalemlerimizi yumuşak uçlu olacak şekilde tıraş eder, en munis kelimelerle ölüyü yolcularız.


Birazdan okuyacağınız yazı iki türe de uymuyor. Bir sefer soğukkanlı değil. İkincisi ölüyü övmüyor. Bu yazı yalnızca Türk literatüründe değil, dünya literatüründe de önemli bir yer işgal ediyor. Çünkü canlı bir yazar ölmüş bir adamın arkasından sansürsüzce yazıyor.


Sansürsüz konuşmak zordur ama sansürsüz yazmak imkansıza yakındır. Geçenlerde ölen Engin Ardıç bunu yapabilecek kuvvette bir yazardı. Ne yazık ki, yeteneğini layığıyla kullanmayı tercih etmedi.


Lafı fazla uzatmıyor, sözü, eskiden dost olduğu Ercan Arıklı’nın ölüm haberini aldığında içkili bir vaziyette aşağıdaki yazıyı kaleme alan Engin Ardıç’a bırakıyorum.


 

"Şimdi 'seksenli yıllardan kalma' bütün eski okurlarım çatlıyorlar değil mi, acaba Ercan Arıklı hakkında ne yazacağım?


Hayır, boşuna umutlanmayın, kötü bir şey yazmayacağım.


Çünkü şu anda iyi değilim. Are you allright? No, I'm not allright.


Emin Çölaşan'ın 'ezeli düşmanı', rahmetli ve çok çok da hatalı Yavuz Gökmen'e yapmış olduğu gibi yok saymayacağım tabii (olumsuz da olsa iki satırcık yazsaydı arkasından nasıl büyüyecekti okurunun gözünde, nasıl...)


Azıcık da içkiliyim, beni bağışlayınız, hayatımda belki de içkili yazdığım ve yazacağım ilk ve son yazıdır. Umarım cümlenin başını sonunu şaşırmam, önemli bir hata yapmam.


Ce soir, je bois, Serge Reggiani'nin dediği gibi... Ne mi demek, boşverin şimdi.


Üzgünüm de, ondan. Çok üzgünüm. Çok, çok üzgünüm. Ercan'ın ölüm haberini alınca, içtim.


Tarihin de saatin de pek farkında değilim şu anda, sanırım salı gecesidir, ama yazının yayınlanması 'itibarıyla' galiba cenaze gününü kaçırdık. Gerçi çelenk gönderdik ama yazı gecikince 'ofsayta' düştük, geç kaldık. Anında davranıp sayfa yıktıramadık. Yaşlanıyoruz, gazetecilik 'reflekslerimiz' zayıflıyorlar mıdır, nedir?


'Geç olsun da güç olmasın' derler ama bu gerçekten güç bir yazı. Otuz senedir yazı yazarım, hiç bu kadar zorlanmamıştım.


Hayır, 'onun hakkında ne yazayım şimdi' sıkıntısından değil.


Aslında onu severdim de, insanlara bunu anlatabilme, onları ikna edebilme zorluğundan. Çünkü inanmayacaklardır.


Şimdi onun bolca parasından uzun süre çöplenmiş bir sürü serseri, onunla yatmış ve iyi becerilmiş (o zamanlar Viagra miagra yoktu ama olmadık birtakım tehlikeli ilaçlar kullanırdı) bir sürü kaşarlı orospu ona övgüler düzeceklerdir. Haklarıdır. Vaktiyle onları 'her bakımdan' memnun etmişti.


'Esas olarak' çok başarılı bir ansiklopediciydi. Fasikülcüydü. Onun için 'dergiciler kralı' diyeceklerdir. Gazinocular kralı Fahrettin, dergiciler kralı Ercan. Gazeteci diyeceklerdir. Gazete çıkarmaya her heves ettiğinde çuvalladı. Ama desinler, zarar yok.


'Kırantadan' adamdı, zengin, kültürlü, yakışıklı, geniş alınlı, sivri kafalı...


Öyle değil mi Hilmi? Yalan ya da yanlış mı söyledim?


Biz kavgalıydık. Dargındık, konuşmuyorduk. 1987'den beri hem de!


Bana büyük bir haksızlık etmiş, haksız yere beni işten kovmuştu (çünkü o patrondu ben de alt tarafı bir amele parçası), cebimde cıgara alacak param yoktu; üç ay, anamın pişirdiği çorbayla yaşadım (ilk eşimden yeni boşanmış, kendime yeni bir düzen de kuramamıştım).


Ama o bana bir kazık attı, ben de ona öyle bir yanıt verdim, öyle bir kazık soktum ki, ölünceye kadar çıkaramadı (çünkü o patrondu ama ben de 'eli kalem tutan' bir ameleydim!)... Öldükten sonra da çıkarabilmiş değil. O bana bir attı, ben ona misliyle, on attım. O bana borçlu değil, ben ona borçluyum yani.


'Avanesi', çevresine topladığı haybeci takımı bunu anlayamaz.


Anlamasın. Ercan Arıklı büyük bir adam değildi, kötü bir adam da değildi ama pek 'makbul' olduğu da söylenemez.


Bunda da belki mazurdu, çünkü ilk eşi aklını kaçırmış, iki çocuğuyla birlikte kendini ve evini de yakmış, Ercan o günden başlayarak 'insanoğlunu' defterinden silmiş, zengin ve yapayalnız bir 'misanthrope' olarak yaşamaya koyulmuştu. Artık hiçkimseye saygısı ve sevgisi yoktu. Ne dostuna, ne işçisine, ne erkeğe, ne kadına.


Adam seçmeyi bilmezdi. Yanlış yapmayı da kendine zevk edinmişti. Hem iş hayatında, hem özel hayatında. Çok battı, çok çıktı.


Belki de bu nedenle, yerlere düştüğü dönemde onu elinden tutup çamurdan çıkarmış olan 'üç nokta biraderine' ilk kazığı atan da o oldu. Eh, 'evrenin ulu mimarı' da onu 'dul kadının oğluna' attığı kazıktan dolayı kelek bir ölümle cezalandırdı işte, lüks arabası ve özel şoförü olmadan abdesthaneye gitmeyen adamı caddede karşıdan karşıya geçerken halk otobüsünün altında bırakarak...


Canım belki de Tanrı'nın sevgili kuluydu da, bir çırpıda, 'çekmeden' gitti. Ama alt tarafı altmış üç yaşındaydı yahu.


Merak da etmiyor değilim, acaba diğer kazıkçılık ortakları nasıl ölecekler? Acı çekerek mi? Hayır, onlar acı da çekmezler. O yetenekleri yoktur.


Hatırlıyor musun Ercan, beni haksız yere kovduğunda, bir yıl önce bana vermiş olduğun ve anamın ak sütü gibi helal ikramiyeyi (ki, beş yüz dolar gibi gülünç bir paraydı, ama o sıralar bana hiç de gülünç gelmiyordu ha!) nasıl kuruşuna kadar, taksit taksit geri almıştın? Ödeyene kadar göbeğim çatlamıştı.


Şimdi milyonlarca dolarını kefeninin ya da cesedinin neresine sokacaksın acaba? Gittiğin yerde nasıl harcayacaksın?


Ben sana hakkımı helal ettim Ercan, senin bende hakkın varsa, sen de onu helal et. Eder misin, etmez misin, bilemem.


Ama bana çok önemli bir şey öğrettin giderayak, daha doğrusu hatırlattın: Cenab-ı Allah'ın sopasını, ya da 'ilahi kompüteri', ya da 'pusuda bekleyen tanrısal cezayı'.


Bana, yıllar yıllar önce, 'yoksa beni sevmüyür müsün' diye sormuştun hani, aslında seni 'seviyürdüm' (belki de bunun için seni bağışlamadım) ama gel de bunu üçüncü şahıslara anlat bakalım...


Ercan Arıklı hiç beklenmedik bir gün, öldü. Allah taksiratını affetsin, Allah gani gani rahmet eylesin. Keşke daha iyi bir insan olsaydı, keşke... En çok ben sevinirdim. Vallahi ve billahi. Günün birinde ben de yanına gideceğim, kavgamıza kaldığımız yerden orada tatlı tatlı devam ederiz.


Canım belki de sarılır öpüşürüz, özlemişizdir birbirimizi, kimbilir?"

 

 

 


Author Image

Fırat Kazganoğlu
Meçhul bir zamanda doğdu. Muammaya müptela

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder