Yazarların kalemleri vardır. Sadece kalemleri… Bazısı naif bazısı sert bazısı ortayolcu…
Bazı kalemler yaşadıkları döneme
notunu verirler. Bunlar için kalemin naif, sert veya ortayolcu olması önemli
değildir. Önemli olan işleyebilmesidir. Hakikati delirmişçesine isteyenler de
işte böylelerinin kalemleridir.
Dostoyevski’nin “Rus ruhunun” ve
Tolstoy’un ahlaki mükemmelliyetçiliğinin varisi ve bütün dünyayı etkilemiş Rus
edebiyatının 20. asırdaki kuvvetli temsilcisi olan Soljenitsin bu tarz
kalemlerdendi. Kafayı hakikat diye kırdığında, Sovyet rejimi en kuvvetli
pozlarını kesmekle meşguldü.
Amele diktatörlüğü olmak için yola
çıkan SSCB, 1970’lerde bir istihbarat devletine dönüşmüştü. Kaba güç saygı
görüyor, insanlar birbirini fişliyor ve sistem kapandıkça daha çok içine göçüyordu.
Çöküşün tam ortasında duran Soljenitsin, bu cinnetin sebebini ustalıkla teşhis
etmesini bilmişti: Yalan.
Bunu böylece tespit ettiğinde artık
kalemini kaldırıp yalanın üzerine vurması sadece bir akrep-yelkovan meselesiydi.
12 Şubat 1974 günü vakit geldi. Aşağıda Sabri Gürses’in çevirisiyle
okuyacağınız metin böylece ortaya çıktı.
Aradan geçen yarım asırda Sovyetler
çöktü. Soljenitsin öldü. Fakat kelimeler hâlâ hayatta ve bize “yalanla yaşama”
diyorlar.
“Bir zamanlar fısıltıyla söylenmeye
bile cesaret edemiyorduk. Şimdi işte samizdat yazıyoruz, okuyoruz, ama Bilimsel
Araştırma Enstitüsü’nün sigara odasında karşılaşınca, birbirimize içtenlikle
yakınıyoruz: Neler yapıyorlar, bizi nereye sürüklüyorlar! Yurtta yoksulluk ve
köhnelik bu kadar yaygınken, gereksiz bir kozmik böbürlenmeye kalkışıyorlar;
uzaklardaki vahşi rejimleri destekliyorlar; iç savaşları tetikliyorlar; bu
arada Mao Zedung’u da gereksizce beslediler (bizim cebimizden) – ve yine bizi
gönderecekler onunla savaşmaya, biz de ucu bucağı belirsiz bir yolda gidecek
miyiz? Üstelik kimi isterlerse yargılıyorlar ve sapasağlam insanları akıl
hastanelerine kapatıyorlar – her şey “onlarda,” bizse güçsüzüz.
Artık dibe kadar vardılar, artık
evrensel ruhsal ölüm hepimizin üzerine çöktü ve fiziksel olarak hem bizi, hem
çocuklarımızı tutuşturup yakıyor – ama biz eskisi gibi hep korkakça gülüp
dilsiz bir şekilde mırıldanıyoruz:
“Biz ne yapabiliriz ki? Güçsüzüz.”
O kadar umutsuzca insanlıktan
çıkmış durumdayız ki, bugünkü şu gösterişsiz yemlik için bütün ilkelerden,
ruhumuzdan, atalarımızın bütün çabalarından, bizden sonrakilerin bütün
olanaklarından vazgeçiyoruz – sadece sefil varlığımızı bırakmıyoruz. Ne
kararlılığımız kaldı, ne gururumuz, ne yürek ateşimiz. Hatta nükleer ölümden de
korkmuyoruz, üçüncü dünya savaşından da korkmuyoruz (herhalde sığınaklara
saklanırız!) – sadece uygar cesur adımlar atmaktan korkuyoruz! Utançtan
kurtulmaya kalksak, tek başımıza adım atmaya kalksak – hemen o anda beyaz
ekmeklerden, doğal gazdan, Moskova kayıtlarından mahrum kalırız.
Politik çevrelere girdiğimiz anda,
bize rahat yaşama, ömür boyu iyi yaşama fırsatı belirir: çevre, sosyal
koşullar, onlardan kaçamayız, varlık bilinci belirler, biz nasıl yapalım? Biz
hiçbir şey yapamayız.
Oysa biz her şeyi yapabiliriz! –
ama kendimizi teselli etmek için kendi kendimize yalan söylüyoruz. Hiçbir
şekilde “onlar” suçlu değil – biz kendimiz, sadece biz suçluyuz!
Karşı çıkarlar: ama zaten,
gerçekten, bir yol bulamazsın! Bizim ağzımızı tıkamışlar, biz duymuyoruz,
sormuyoruz. Nasıl onların bizi duyması sağlanır?
Onları inandırmak olanaksız.
Onları yeniden seçmemek doğal
olurdu! – ama yeniden seçim yok bizim ülkemizde.
Batıda insanlar grevleri, protesto
yürüyüşlerini biliyor, ama biz aşırı eziğiz, bizim için bu korkunç bir şey:
birdenbire işi nasıl bırakırsın, birdenbire nasıl çıkarsın sokağa?
Acılı Rus tarihinin son asrından
sonra gelen bütün o diğer talihsiz yollar, artık bize göre değil, ve aslında
gerekli de değil! Şimdi, bütün baltalarımız işini gördükten, bütün ekilenler
büyüdükten sonra, kendinden emin o gençlerin, terörle, kanlı ayaklanmayla ve iç
savaşla ülkeyi adil ve mutlu kılmaya çalışan gençlerin nasıl yanıldığını, nasıl
yanlış yaptığını görüyoruz. Hayır, teşekkürler, aydınlanmanın papazları! Artık
biliyoruz, yöntemlerin rezilliğinin sonuçların rezilliğini artırdığını
biliyoruz. Ellerimiz artık temiz kalsın!
Ama çember – tamamlandı mı? Ve bir
çıkış yok mu gerçekten? Bize de sadece bir şey yapmadan beklemek mi kaldı:
birden kendi kendine bir şeyler mi olacak?..
Ama o hiçbir zaman kendi kendine
kalkıp gitmez, eğer biz hepimiz her gün onu kabul eder, över ve güçlendirirsek,
eğer onun en hassas noktasından yakalamazsak onu.
Yani yalandan.
İnsanın huzurlu yaşamına şiddet
girdiği zaman, insanın yüzü kendine güvenle gerilir, bayrak gibi sallanır ve
bağırır: “Ben Şiddetim! Dağıtırım, kırarım – ezerim!” Ama şiddet hızla
yaşlanır, birkaç yıl sonra artık kendine inanmaz olur, ve kendini toplamak,
doğru dürüst görünmek için hemen yanına müttefiki Yalanı çağırır. Çünkü: şiddet
yalan dışında hiçbir şeyle örtünemez, yalansa sadece şiddetle ayakta durur. Ve
şiddet ne her gün, ne de her omuza koymaz ağır pençesini: bizden sadece yalana
boyun eğmemizi, her gün yalanı kabullenmemizi ister – ve sadakat budur işte.
Ve burada yatar kurtuluşumuzu
sağlayacak olan o göz ardı ettiğimiz, en yalın, en sağlam anahtar: kişi olarak
yalana katılmamak! Bırak yalan her şeyin üstünü örtsün, bırak yalan her şeye
hakim olsun, ama küçücük bir şeyi olsun reddedelim: yalan benim aracılığımla
hakim olmasın!
Ve bu – bizim çaresizlik
çemberimizdeki küçücük bir yarıktır! Bizim için çok kolaydır ve yalan için en
yıkıcı yarıktır. Çünkü insanlar yalandan uzak durdukları zaman, o öylece var
olamaz hale gelir. Salgın gibidir o, sadece insandan insana geçer.
Bir çağrı yapmıyoruz, sokaklara
çıkacak ve seslice doğruyu, ne düşündüğümüzü haykıracak kadar olgunlaşmadık
daha – gerek yok, korkunç bir şey bu. Ama en azından düşünmediğimiz şeyi
söylemekten kaçınalım!
İşte bu bizim yolumuz, en kolay ve
bizim besili organik korkaklığımıza rağmen yapabileceğimiz bir şey, Gandi’nin
(adını anmaya korktuğumuz) sivil itaatsizliğinden bile çok daha kolay.
Bizim yolumuz: yalanı bilinçli
olarak hiçbir şekilde desteklememek! Yalanın sınırını kavramak (bu sınır herkes
için farklı görünür) ve bu kangrenli sınırdan uzak durmak! İdeolojinin ölü
kemikleriyle derisini bir araya getirmemek, çürümüş bezleri birbirine dikmemek
– ve yalanın ne kadar hızla ve çaresizce dağıldığını görünce şaşakalacağız, ve
çıplak kalan şey dünyaya çıplak görünecek.
Yani, korkaklığımıza rağmen herkes
bir seçim yapmalı: yalanın bilinçli hizmetçisi olarak mı kalacak (herhalde,
insan bir eğilimi olduğu için değil, ailesine bakmak, çocuklarını yalan ruhuyla
eğitmek için yapar bunu!), yoksa çocuklarının ve çağdaşlarının saygısını hak
eden onurlu bir insan gibi silkinmenin vakti geldi mi? Ve o günden sonra da:
– artık hiçbir şekilde, sana göre
doğruyu çarpıtan tek bir satır bile yazmayacak, imzalamayacak,
yayınlamayacaksın;
– böyle bir ifadeyi ne özel sohbette,
ne kalabalıkta ne kendiliğinden, ne istek üzerine, ne ajitatör olarak, ne
öğretmen, eğitmen olarak, ne de tiyatro oyuncusu olarak söylemeyeceksin;
– resim, heykel, fotoğraf,
teknoloji, müzik yoluyla tek bir yalan düşünce, gerçeğin tek bir çarpıtmasını bile
tasvir etmeyecek, canlandırmayacak, aktarmayacaksın;
– ne sözlü olarak, ne yazılı olarak
kendi kendini tatmin için, güvence için, çalışmanın başarı kazanması için
“yöneticilerden” tek bir alıntı yapmayacaksın, eğer alıntılanan düşünceyi tam
olarak paylaşmıyorsan ya da aktardığın yere kesin bir şekilde uymuyorsa;
– içtenlikle kabul etmediğin bir
öneri için kabul oyu vermeyeceksin; ne açık bir şekilde, ne de gizli bir
şekilde yetersiz ya da kuşku verici bulduğun birine destek olmayacaksın;
– bir sorunun zorunlu, çarpık
tartışılmasının yapıldığı toplantılara sürüklenmeyeceksin;
– konuşmacının bir yalanını,
ideolojik bir saçmalığını ya da arsızca propagandasını duyar duymaz toplantıyı,
oturumu, dersliği, gösteriyi, sinemayı terk edeceksin;
– bilginin çarpıtıldığı, temel
gerçeklerin gizlendiği bir dergi ya da gazeteyi almayacak, ona abone
olmayacaksın.
Tahmin edileceği gibi, yalandan
uzak durmanın olası ve olası olmayan bütün yollarını saymadık. Ama kendisini
temizlemeye başlayan biri, temizlenmiş bir bakışla başka örnekleri de kolayca
ayırt edebilir.
Evet, ilk anlarda bu eşit bir
şekilde olmaz. Birileri bazen işlerinden olabilir. Doğruya göre yaşamak isteyen
gençler için, gencecik yaşamları daha en baştan karmakarışık olacaktır: sonuçta
onlara verilen yalanla dolu derslerin arasından yalanı ayıklamaları gerekir.
Ama onurlu olmak isteyen biri için, burada bir boşluğa yer yoktur: her
birimizin her günü en güvenli teknik bilimlerde bile yukarıda anılan
seçeneklerden birine kanma olasılığıyla geçer – ya doğrunun yanında duracaksın
ya yalanın; ya ruhsal bağımsızlığın yanında olacaksın ya ruhsal uşaklığın. Ve
kendi ruhunu koruma cesaretini bile gösteremeyen biri, dimdik bakışlarıyla
övünmeye kalkışmasın, akademisyen ya da halk sanatçısı olduğu için, önemli biri
ya da general olduğu için böbürlenmeye kalkışmasın – kendi kendine şöyle desin
yeter: ben öküzüm ve korkağım, iyi, sıcak yer olsun yeter bana.
Bu yol bile, bütün direniş yolları
içinde en ılımlısı olan bu yol bile, bizim gibi gecikmişler için kolay
olmayacaktır. Ama kendini kurban etmekten, hatta açlıktan bile daha kolaydır:
alevler gövdeni sarmayacak, gözlerin ateşten erimeyecek; ve ailen için temiz
suyla birlikte kara ekmeği hep bulursun.
Bize bağlanmış, bizim tarafımızdan
aldatılmış Avrupa’nın o yüce halkı, Çekoslovaklar, gerçekten de onlar bize
göstermediler mi savunmasız bir göğsün eğer içinde değerli bir kalp varsa,
tanklara bile karşı koyabileceğini?
Bu kolay bir yol olmayacak – ama
mümkün olanların en kolayı. Bu seçim beden için kolay değil – ama ruh için tek
seçim bu. Kolay olmayan bir yol, fakat aramızda böyle insanlar var, onlarcası
var, yıllardır bütün bu söylenenlere dikkat ederek doğruya göre yaşıyorlar.
Kısacası: bu yola ilk giren
olmayın, ama birleşin! Bu yol bize ne kadar dostça ve yoğun görünürse, ona
katılmak o kadar kolay, o kadar rahat olur! Binlerce olursak kimseye bir şey
yapamazlar. On binlerce olursak, biz bile tanıyamayız ülkemizi!
Eğer ürküyorsak, birinin bizi
nefessiz bıraktığından yakınmayı keselim – biz kendi kendimizi nefessiz
bırakıyoruz! Biraz daha boyun eğelim, bekleyelim, biyolog kardeşlerimiz
düşüncelerimizin okunduğu ve genlerimizin değiştirildiği günleri getirecek
zaten yakında.
Eğer bundan bile ürküyorsak, o
zaman biz beş para etmeyiz, umutsuz vakalarız ve Puşkin’in şu horgörüsü bize
yazılmış demektir:
“Ne yapsın sürüler özgürlüğü?
Onların mirası soydan soya
Püsküllü boyunduruk ve kamçı.”