Şair İsmail Safa'nın oğlu olan Peyami Safa, Türk nesrinin en önemli temsilcilerinden birisidir. Yalnızca romanlarıyla değil ama aynı zamanda gazete ve dergilere yazdığı fıkralarla da Türk nesrine hizmet etmiş; birbirinden farklı konularla ilgili söz söylemiştir.
Tabii ki çok konuda konuşan herkes gibi bazen "boşa düştüğü" de görülmüştür. Fakat kendi kendini yetiştirmiş (oto-didakt) birisi olarak, bilhassa edebiyat hakkında kıymeti hâlen geçerliliğini koruyan yazılar yazmıştır.
Bugün, bunlardan birini paylaşmak istedim. 1937 senesinde yazılmış ve Heray dergisinin ikinci sayısında (20 Nisan-20 Mayıs 1937) yayınlanmış bu makale, adı üzerinde şiir meselesine odaklanıyor. Fakat Türk şiirine değil, genel olarak şiire odaklanıyor. Bu bakış açısını bilhassa vurguluyorum. Çünkü Peyami milliyetçi bir münevverdi. Bununla birlikte, her iyi milliyetçi gibi, dünyayı da izlerdi.
Peyami'nin "şairsiz" dediği yirminci asır kapandı. Şiir, belki tahtını bu yüzyılda kaybetti ama hiç olmazsa yirmi birinci asrı görebildi.
İçinde bulduğumuz asır ise "henüz yirmi ikisini sürmektedir". Peyami'nin geçen asırdaki şikayetini aratacak biçimde, çağımızda şiirin tesiri gittikçe azalıyor.
Yaşasaydı, acaba bu konuda başka ne yazardı diye düşünürken; "Şairsiz Asır" başlıklı yazısını dikkatinize sunuyor, Peyami Safa'yı rahmetle anıyorum.
(Tespit edebildiğim kadarıyla, bu fıkra ilk kez internet ortamına aktarılıyor.)
"Yirminci asra sorsak:
– En büyük şairin kimdir?
Cevap alamayız.
Bu, Fuzulî'si, Racine'i, Shakespeare'i, Goethe'si, Byron'u, Hugo'su, Baudelaire'i olmayan bir asırdır.
Henüz otuz yedisini sürüyor; çok genç mi sayılır?
Her asır, çocukken en büyük şairlerini vermeğe başlamıştı. On yedinci asır, daha on yaşına gelmeden, Hamlet müellifinin en velût çağını yaşıyordu; on sekizinci asır yirmi yaşına gelmeden Voltaire'i tanıdı; on dokuzuncu asır, otuz yaşına kadar Goethe'nin en olgun, Hugo'nun en taze çağlarını idrak etti. Yeryüzü hiçbir asırda değil, hatta hiçbir devrinde bugünkü kadar büyük şairsiz kalmamıştır.
Biz yaştakiler, dünya ölçüsünde iki devir yaşadık: Biri bu asrın başından büyük harbe kadar; öteki de harpten sonra. Bu iki devir hep on dokuzuncu asrın mısralarını mırıldandı. İlk devirde bir Edmond Rostand, yirminci asrın büyük şair hilâtini üstüne acele giydi ve hemen çıkarmaya mecbur oldu. Bir Rilke'den bahsediliyor, fakat yastığımızın altındaki şiirleriyle rüyalarımızın arasındaki hummayı devam ettirecek kadar değil. Valéry şiirden vaz geçmiş, felsefe yapıyor.
Şairsiz bir asırdayız.
Bu, şiirin mi, asrın mı inhitatını gösterir? Hangisine taziyetlerimizi bildireceğiz?
Bir tek tesellim var: Zannediyorum ki umumî harpte yaralanan büyük kıymetlerden biri de şiirdir. Kalbinden vuruldu. Fakat ölmedi, hayır, ölmedi. Harpten sonra bir hezeyan devri geçirdi. Sayıklıyordu. Şuurunun mihverini şaşırdı. Cinnete gülümsedi. Kâbuslar içinde idi.
Her devirde şiir ölüm tehlikesi geçirir gibi olmuştur. V. Hugo, geçen asırda şiirin ölmediğini haykırıyordu. Leon-Paul Fargue da bugün haykırıyor:
"Bir gazete, bir ziraat makinesi albümü, körler ve kalp hastaları için bir Larousse, bir mavi rehber, bir pembe rehber, bir orta tedrisat programı, bir ahçı kitabı, bir telefon rehberi, bir şarap listesi, bir pul albümü, bir bakkal defteri açıyorum, hepsinde şiirin öldüğünden bahsediliyor.
Halbuki şiir her zaman, en modern, en dinamik şey olmaya devam etmiştir. Bizden evvel vardır ve bizi istikbale sürükler. Bütün kitaplar ve bütün okuyucular ölebilir; bütün züppeler, münekkitler ve münekkitlerin torunları, münevver taslakları çürüyebilir; şiir yine ölmeyecek. Ebedî olan şey yalnız odur. Bu kâinattan hiçbir şey kalmadığı zaman bile boşluğun şiiri doğacak: Son defa, kat'î olarak ve tek başına!"
Şiir ölmedi. Havada koşan elektrik dalgaları gibi kendisini nakledecek büyük bir kalp ve kafa dinamosu, büyük bir şair arıyor. Eminim ki bu şair bugün yeryüzündedir. Fakat beşiklerde mi? Mekteplerde mi? Sisli dağların ardında mı? Tavan aralarında mı? Bilmiyorum.
Dünya ve asır şairsizdir, fakat her milletin kendine yetecek kadar şairleri var. Belki bunlardan birinin dünya kürsüsüne çıkmasını millî kıskançlıklar istemiyor. Şiir, "sınıf" ve "millet" ideallerinin dar çemberi içinde kaldı. Onu mücerret insana bağlayan büyük sinir uyuştu.
Fakat kopmadı, hayır, kopmadı. Çünkü ne sınıf, ne de millet, henüz insanı öldürebilmiş değildir ve ihtilâllerle harplerde sınıflarla milletler mahvolabilir, fakat insan kalacaktır."